KÜFÜR
‘Küfür’ ve ismi faili olan ‘kâfir’ Kur’an’ın anahtar kavramlarından birisidir. İmanın zıddı olarak, Kur’an öğretisinin neredeyse yarısını oluşturur. Dolayısıyla ‘îman’ ve ‘mü’min’ ancak küfür ve kâfir kavramlarıyla en iyi şekilde anlaşılabilir. Küfür ve kâfir kavramı Kur’anî kavramlar olduğu için, biz de Kur’an çerçevesinde, Kur’an’a bağlı kalarak, Kur’an’ın küfür ve kâfir kelimelerine yüklediği anlamın sınırlarını aşmadan ve de sarfı nazar etmeden bu kavramı açıklamaya çalışacağız. Kur’an dışında, İslamî düşünce tarihinde ortaya çıkmış kelamî ve mezhebî tartışmalar bu kavramı kâmil manada yansıtamaz. Dolayısıyla biz bu görüşlere yer vermeyeceğiz.
Küfür kelimesi Kur’an’ın anahtar kelimelerinden biri ve en önemlisidir. Kur’an mentalitesini çok genel olarak iki kategoriye indirgemek gerekirse, bunun biri îman, diğeri de küfürdür. Şüphesiz aslolan ‘îman’ olmakla birlikte, zıddı bilinmeden iman kâmil manada anlaşılamayacaktır. Bu bakımdan ‘küfür’, en az ‘îman’ kadar önemlidir.
Küfür kelimesi sözlükte bir şeyi örtmek (setr etmek), gizlemek, saklamak anlamındadır. Gece, şahısları sakladığı, çiftçi de tohumu toprakta gizlediği için ‘kâfir’ olarak nitelendirilir. Hadid suresinin 20. ayetinde ‘küffar’ kelimesi ‘çiftçi/ziraatçi’ anlamında kullanılmıştır. Bu anlamda Kur’an’da küfürle setr etme birbirine yakın anlamda kullanılmıştır. Nasıl ki setr etmek, bir şeyi örtmek, bürümek ise, küfür de bazı gerçekleri örtmek, yok saymak demektir. Bu anlamda Kur’an daha çok, Allah’ın, îman edip salih ameller işleyen mü’minlerin bazı (küçük) günahlarını örtebileceği müjdesini verirken ‘küfür’den türemiş ‘yükeffiru’, ‘nükeffira’ ya da ‘ükeffira’ fiilleri ‘seyyiatikum’ (günahlarınız) kelimesiyle birlikte kullanmıştır. Allah şöyle buyuruyor: “…eğer namazı kılar, zekâtı verir, rasullerime îman edip onlara yardım ederseniz ve Allah’a karz-ı hasen verirseniz, andolsun sizin günahlarınızı örterim…” (5/12; benzer ayetler için bkz. 2/271; 3/195; 8/29; 29/7; 39/35; 47/2; 48/5; 64/9; 65/5; 66/8). “Eğer nehyolunduğunuz büyük günahlardan kaçınırsanız, (küçük) günahlarınızı örteriz…” (4/31)
Bazı ayetlerde ise bu kelimeler bir dua formunda kullanılmaktadır: “…günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört…” (fağfir-lena zünûbena ve keffir annâ seyyiâti-nâ) (3/193).
Şu halde, nasıl tohumu toprağa gömmek sadece onu örtmek olup, onu yok etmek demek değilse, Allah’a ait gerçekleri örtmek de Allah’ı yok etmek değil, Allah’ı, daha doğrusu O’na ilişkin birtakım sıfatları ve hakikatleri yok saymak, görmezden gelmek, inkâr etmektir. Allah’ı küfür etme (örtme), O’nun nimetlerini bilmezden ve görmezden gelmek, o nimetleri kendisine Allah’ın verdiğini yok saymak, nankörlük etmek demektir.
Sözlük anlamının ötesine geçersek, küfür kelimesinin kök anlamı nankörlüktür. Küfür fiilini işleyen insan, nankör insandır, Rabbi’nin lütfettiği o kadar nimeti hiçe saymıştır.
Kur’an, kendisini bir damla nutfeden yaratan Allah’ı tasdik etmeyen insanın ne kadar da kâfir (nankör) olduğunu belirtir. (80/17). Çünkü insanın, kendisini yoktan var eden Rabbine gönülden şükran duyması gerekirken, hiç görmezden gelmesi, gerçekten bir nankörlüktür. Bu manada Allah, “bana şükredin, nankörlük etmeyin” buyurur. (2/152). Süleyman Peygamber, yanı başında Belkıs’ın tahtını mucizevi bir biçimde bulunca, bunun, nankörlük etmeyip şükür etmesi için Rabbi’nin bir lütfu olduğunu söyler. (27/40).
‘Kâfir’ kelimesinin anlamını Firavun’un Mûsâ’ya yönelik kullanmasında daha iyi anlarız. Firavun Mûsâ’yı, sarayında büyütmüş, kendince ona o kadar iyilikler yapmıştı, fakat Mûsâ bir Mısırlı’yı öldürüp kaçmış ve uzun yıllar sonra, Allah’ın elçisi olarak Mısır’a tekrar dönmüş, üstelik de gelip Firavun’u îmana davet etmek gibi bir cüreti(!) göstermişti. Peki şimdi, kendisini yarı tanrı gören Firavun’un karşısındaki Mûsâ, ‘nankör’ (kâfir) değil de neydi?! (26/19). Firavun kendinden gayet emin bir tavırla Mûsâ’ya yaptığı iyiliklere(!) karşı, kendisinden mutlak bir itaat bekliyor ve kendi katında haddini bilmesini istiyordu. Mûsâ ise, onun iyilik olarak adlandırdığı şeyin aslında iyilik değil, Firavun’un İsrail oğullarını köleleştirme politikasının gereği olarak gelişen olaylar dizisinin bir halkası olduğunu hatırlatıyor ve zımnen asıl onun nankörlük etmemesini öğütlüyordu. Böylece Mûsâ, kendisinden sonra gelen bütün müslümanlara, diyalektiğin işte bu olduğunu öğretmiş oluyordu… Şaşılması gereken şudur: Firavun Mûsâ’ya, yaptığı iyiliklere(!) karşın ondan tam bir itaat beklerken, kendisi, ona bu ve diğer bütün nimetleri hiç yoktan var eden ve karşılıksız bahşeden alemlerin Rabbi Allah’a hiç itaat etmiyor, haksız yere büyükleniyor, kendisini yeryüzünün ilahı gibi görüyordu. Asıl nankörlük ve kâfirlik bu olmasına rağmen, bu gerçeği göremiyordu.
Küfür kelimesi, değişik bir türevle, ‘kaşılık’, anlamında da kullanılır. Mü’minlerin yaptığı hayırlı işler Allah tarafından karşılıksız bırakılmayacaktır. (3/115). Kuşkusuz bu ‘karşılık’, ‘nankörlük’le bağlantılıdır ve bu bağlantı şudur: Kur’an kelimeleri konusunda usta bir kalem olan İzutsu’nun belirttiği gibi, Allah nankör değildir, kendi rızası doğrultusunda iş yapan hiç kimseye nankörlük etmez, karşılığını verir. (21/94).
Şu halde denebilir ki, îman, bir anlamda, gerçek bir minnet duyma halidir, kadirşinaslıktır. Minnet duyacağı, kadirşinaslık edeceği kişi, Rabbi’dir. Küfür de, nankörlük, yani, minnet duymama, kendisine yapılan ikramların, nimetin kadrini takdir edememe, ukalalık etme, kısacası istiğna halidir.
Güç ve kudreti sonsuz olan Allah, yeryüzünde halife olarak yarattığı insanı, hem fiziki, hem de manevi güç ve imkanlarla donatmıştır. İnsan, yaratılmış canlıların en mükemmelidir. İnsana, yeryüzünde ihtiyacı olacak her türlü nimet bahşedilmiştir. Orada onun için yok yoktur. Yeter ki aklını kullansın ve neyi nasıl elde edeceğini bilsin. İşte bu açık gerçeği görüp fark etmeyen, bunun ayırdında olmayan, Allah’a minnet duymayan, O’na şükür duygusu içinde yalvarıp yakarmayan kimse kâfirdir. Hele de, minnet duygusu taşımak şöyle dursun, bilakis O’na isyan eden insan elbette kâfirdir. Çünkü Allah’ın lütuflarını yok sayarak bir gerçeği örtmekte, kendini müstağni görmekte, kadir bilmezlik etmektedir.
Kâfir kimse, uğradığı en küçük sıkıntıyı bile hafızasında saklı tutmakta iken, hayatı boyunca gördüğü Allah’ın sayısız ve sonsuz lütuf ve keremini hiç anımsamamakta, görmezden gelmekte, yokmuş gibi davranmaktadır. Oysa Allah onu topraktan, sonra bir damla meniden yaratmış, bilahare onu ‘adam’ etmiştir. (18/37). Anılmaya değer bir varlık değilken (76/İnsan, 1), anılmaya layık, varlığını hissettiren bir kimse (halife) kılmıştır. Böyle bir gerçek nasıl görülmez, nasıl kör olunur, nasıl müstağni olunur? Bu körlüğe ‘kâfir’ denilmez mi?
Şurası iyi bilinmelidir ki, yerde ve gökte (bütün evrende) her ne varsa hepsi Allah’ındır. (4/131). Dolayısıyla Allah ğanîdir. (3/97; 27/40; 31/12; 64/6). Allah ‘Samed’ kelimesinin ifade ettiği gibi, ihtiyaçsızdır ve Kendisi’ne insan sığınma ihtiyacı duyar. İnsan Allah’a mutlak surette muhtaçtır. Allah’a muhtaç olmadığını, hiçbir lütuf borcu bulunmadığını sananlar da muhtaçtır. Zira onların böyle sanmaları, kendilerinin tamamen Allah’ın yarattığı bir kul oldukları, her an, her saniye Allah’ın kendilerine ihsan edeceği nimetlerle hayatlarını ancak sürdürebilecekleri gerçeğini değiştirmemektedir. İnsanın Tanrı’ya karşı kendi ‘özgürlüğünü’ ilan etmesi, cahilce cesaretten başka hiçbir anlama gelmemektedir. Hele Tanrı’yı öldürdüğünü söyleyene trajikomik denmez de ne denir?
Hal böyleyken, kâfirler, hatta yeryüzünde bulunan herkes Allah’ı inkar etse, Allah yine de müstağnidir. (14/8). Bu inkarın Allah’a herhangi bir etkisi olmaz. Allah, bunların küfürlerinden bir zarar görmez. Her şeyi kendisi yaratmış olan İlah, aklını kullanmayan cahil bir insanın hezeyanından dolayı neden etkilensin? Demek ki, şükreden aslında kendi lehine şükretmiş, küfreden de kendi aleyhine küfretmiştir. (30/44; 35/39). Bunu basit bir misalle de anlayabiliriz: Kendisine yine kendi cinsinden bir insanın iyilik ettiği bir kişi, teşekkür edip iyiliğin kadrini bilirse, kendi şerefini yüceltmiş olur. Yok eğer teşekkür etmez nankörlük ederse, kendi şerefini düşürmüş, kadir bilmezliğini ortaya koymuş olur ki bu, iyilik yapana bir eksiklik getirmez. Sadece o insan, bir daha buna iyilik yapmamaya and içer. Allah ise böyle değildir, O, nankörlerin nankörlüklerine rağmen, İlahlığının gereği, yine lütuflarda bulunmaya devam eder. İşte bu da Allah’la insan arasındaki farktır.
Şu halde kâfirin küfrü Allah katında, kendi hüsranından başka bir şey sağlamaz. (35/39).
Küfür kavramı en başta şirk’le yakından alakalıdır. Çünkü şirk de sonuçta küfürdür, çünkü şirk, uluhiyyetinde hiçbir ortak kabul etmeyen, dengi ve benzeri olmayan Allah’ın ilahlığını, güç ve kudretini başkalarıyla paylaştırmaktır. Yani burada da bir örtme işlemi söz konusudur. Küfrün doğasında da, Allah’ı tek başına anmama, Allah’a ortaklar koşma eğilimi vardır. Ancak, Kur’an’ın öğretisinden anlaşıldığına göre, her müşrik kafirdir, ama her kafir müşrik değildir. Kâfirler, Allah’a yalnızca Allah olarak çağrıldıkları vakit bunu küfrederler, ama Allah’a ortaklar koşulursa tasdik ederler. (40/12). Çünkü bu, sağlam bir akide üzerinde kalmamalarını, batılca yaşamalarını kolaylaştırmaktadır. Münafıklık da aynı zamanda küfürdür. Çünkü Kur’an münafıklığı “îman ettikten sonra kâfir olmak” olarak tanımlar. (9/74). Göz göre göre Allah’ın mü’minlere yaptığı vaadlere rağmen, yine de inkar edenler ancak fasık olabilirler. (24/55). Kâfirler, taptıkları ilahları Allah’a denk tutan kimselerdir. (6/1).
Şüphesiz küfürle anlam yakınlığı en fazla ‘istikbar’ ve ‘istiğna’ kelimeleri arasında bulunmaktadır. ‘İstikbar’, büyük olmadığı halde ‘büyüklük taslamak’, ‘büyük yerine konmayı istemek’, kısaca büyüklenmek demektir. Bu anlamda ilk büyüklenen (istikbar eden), Allah’ın meleklere secde et emrine karşı gelen ve kendince rasyonel izahlar yapan İblis’tir. (2/34). Kur’an şöyle demektedir: “…yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (ebâ ve’stekbera ve kâne mine’l kâfirîn) (2/34). Şeytanın tarzınca istikbar eden, Rabbi’ne karşı kendince bir ‘varlık’ ortaya koymaya çalışan herkes aynı onun gibi kâfir olur. Çünkü, herkesi, her şeyi O yaratmıştır, her şey O’na muhtaçtır, dolayısıyla, yaratılmış olan herkesten ve her şeyden beklenen, Rabbi’ne karşı tevazu içinde olması, O’na boyun bükmesi ve kul olduğunu ikrar etmesidir. Gerçi insanın dışındaki her varlık, Allah’a kulluk yapmakta kibirlilik etmez. (21/Enbiya, 19). Kur’an, mü’minleri bu anlamda yeryüzünde tevazu ile yürümeye davet eder. “Rahman’ın kulları yeryüzünde tevazu ile yürürler.” (25/63). Bu böyle olmalıdır, çünkü insan bilmeli ki, ne yeri ezip geçecek kadar ağırlığa, ne de dağlara erişecek kadar boya sahiptir! (17/37). Yani insan, kendi gücünü bilmeli, boyundan büyük tavırlara girmemeli, haddini bilmelidir. İşte bu anlamda, insanın dışında (İblis hariç), Rabbi’ne istikbar eden hiçbir varlık yoktur. Evren (kainat) Allah’a tam bir itaat içindedir, yani müslümandır. (41/11). Sadece insandır ki, Rabbi’ne karşı gelebilirmiş gibi bir itaatsizlik içine girmekte ve kâfir olmaktadır. İnsanın istikbar etmesi ise, tıpkı İblis gibi haksız yeredir. (46/20).
Küfrün anlam halkasını tamamlayan bir diğer kelime olan istiğna ise insanın kendisini Allah’a muhtaç olarak görmemesi, kendi kendine yeter zannetmesi demektir. İnsanın kendini kendine yeter görmesi, bir beşer olarak Tanrı’ya bağımlı ve muhtaç görmemesi ile alakalıdır. Yoksa insan, kendi cinsinden diğer insanlara olan ihtiyaç ve bağımlılığını inkar etmemektedir. Kendini kendine yeterli gören insan, özgürleştiğini zanneder. Gerçekten de, tanrısal bağlardan kurtulduğunu var sayan insanın, ‘ben özgürüm’ dememesi için bir neden bulunmamaktadır. Oysa bu, insanın, ne dediğini bilmez bir haldeki bir tür sekr halidir. Gerçek böyle değildir. Kur’an’da istiğnâ kavramı ile tuğyan kavramı birbirinin mütemmimi gibi kullanılmaktadır: “Gerçek şu ki insan, kendini yeterli (müstağnî) görmekle (Allah’a karşı) azgınlık eder.” (96/Alak, 6-7).
Bu kavramlar ‘küfür’ü nasıl bütünlüyorsa, tevazu ve tazarru gibi kavramlar da küfrün zıddı olan imanı bütünleyen kavramlardır. Tazarru, boyun eğmek, niyaz etmek, yalvarıp yakarmak demektir. Allah mü’minlere, Rablerini, yüksek olmayan bir sesle ve yalvararak zikretmelerini öğütler. (7/205). Böyle bir insan ne istikbar içindedir, ne de istiğnaya kapılmıştır.
Malum olduğu üzere, küfrün tam zıddı îman (2/253) ve islam; kâfirin zıddı ise mü’min ve müslim kavramlarıdır. Îman, Allah’ın varlığından ve Allah’ın, gelecekte vuku bulacağını vadettiği şeylerin varlığından emin olmak, kuşku duymamaktır. Mü’min, böyle emin olan kimseye denir. İslam ise, teslim olmak, Allah’a, buyruklarına, Rasulü’ne itaat edip itiraz etmemektir. İnsan için aslolan îman etmek ve teslim olmaktır. Küfür, insanların ekserisinin sıfatı olsa da, arızîdir.
Peki, küfür ya da kâfirlik ateizm midir? Hayır, küfür ateizm (tanrı tanımazlık) değildir. Biraz sonra göreceğimiz gibi kâfirler, Tanrı’nın sıfatlarını tartışsalar, kendilerini Allah’a karşı müstağni görseler de ateist değildirler. Hatta kafirlerin yeniden dirilmeyi inkar etmeleri de bu gerçeği değiştirmemektedir. Şu var ki, kâfirler Tanrı’yı kendi tasavvurlarına uydurmaya çalışmaktadırlar. Peygamberlerin tebliğ ettiği Tanrı tasavvurunu beğenmemekte, bunu belki ‘katı’ bulmaktalar ve bu tasavvuru çağdaşlaştırmaktadırlar. Kur’an’da, dönemin kâfirlerine, bütün varlığı yaratan bir tek yaratıcı Allah’ın var ve bir olduğunu, bugünkü anlamıyla, “Allah’ın varlığını ispatlama” çabası gözlenmez. Çünkü Allah’ın varlığını inkar eden bir kesim yoktur o gün. Bunun yanında, Allah’ın fiilleri, sıfatları tartışılmakta; risalet müessesesi çekiştirilmekte, peygamber küçümsenmekte veya dinin emir ve yasakları ‘çağdışı’ bulunmaktadır.
Kâfirler, öldükten sonra dirilmeyi (ba’sü ba’del mevt), “param parça olup iyice çürüdükten sonra yeniden dirilmek nasıl olabilir?” mantığıyla reddetmekte (34/7), “çürümüş kemiklerin” yeniden diriltilmesini mümkün görmemekte (36/78; 17/98; 27/67) ve “kıyamet bize gelmeyecek” diyerek (34/3), kesinlikle diriltilmeyeceklerini iddia etmektedirler. (64/7). Kâfirlerin ahireti inkar ettikleri Kur’an’da açıkça ifade edilir. (41/7). Buna rağmen, Allah’ın varlığını inkar etmemektedirler. Hatta bir adım daha atarak demeliyiz ki, Kur’an, kâfirlerin Allah’ın yaratıcılık sıfatını kabul ettiklerine şehadet etmektedir. (29/61, 63; 31/25; 39/38; 43/9, 87). Gökleri ve yeryüzünü Allah’ın yarattığını ikrar etmektedirler, fakat kabul etmedikleri şey, Allah’ın hükümlerine teslim olmaktır.
Bununla beraber kâfirlerin yaratılış felsefesi nihilizme çok yakındır. Göklerin ve yeryüzünün boş yere yaratıldığı kanısındadırlar. (38/27). Dünyanın yaratılmasını bir gayeye bağlayamıyorlar. Görüldüğü üzere, iman sistemli bir bütündür. Bu bütünün çoğu kabul edilse bile, bir halkası kabul edilmediği taktirde bütün sistem allak bullak olmakta, tamamını kabul etmemek kadar fecaate yol açmaktadır.
Peki kâfirler neden îman etmezler? Kâfirlik kâfirler için bir ‘kader’ midir? Elbette kâfirliğin kâfirler için bir kader olduğu söylenemez. Onların kâfir olmalarını Allah istiyor değildir. Çünkü Allah kullarının küfrüne razı değildir. (39/7). Böyle olmasaydı Allah elçiler göndermez, kitaplar inzal etmezdi. Üstelik de kâfirleri, akıbetlerini baştan kendisi kader olarak takdir ettiği halde cehenneme göndermesi zulüm olurdu. Oysa Allah zulüm yapmaz. Kâfirler kendi akıllarına çok güvendikleri için Allah’ın uyarılarını dinlememekte, Peygamberleri küçümsemekte, akıllarını doğru kullanmamaktadırlar. Sonuç itibariyle kendi hür iradeleriyle küfür yolunu seçmektedirler.
Kur’an, dönüşü olmayan ve tevbe imkanı kalmamış kâfirliği ifade etmek için ‘kalplerin üstüne mühür vurulması’ diye bir mecaza başvurur. Bu, somut şekilde bir mühürlemeyi ifade etmez. Kalplerin mühürlenmesi, kâfirlikte aşırı giden bir kâfirin sanki îman etmesinden artık ümit kesilmesi ve îman etmeyeceğinin kesinlik kazanmasıdır. Ama bilinmelidir ki, kâfirler, Allah onların kalplerini mühürlediği için îman etmelerinden ümit kesilmiş değildir; tersine, onların îman etmelerinden ümit kesildiği için Allah kalplerini mühürlemiştir. Daha doğrusu bu deyim, kâfirlerin tuttukları ve asla dönmeyecekleri inkar yolunun Allah tarafından tescili ve ‘tanımlanması’dır. Bu tür ayetleri cebir tartışmalarına konu edinmek, Kur’an üslubunu bilmemekten kaynaklanır.
Kur’an’da Beni İsrail örnekliğinde, kâfir bir kavmin kalpleri neden mühürlenir, bunun açık bir izahı yapılmıştır: Bunlar, a) Yeminlerinden / sözlerinden dönmeleri, b) Allah’ın ayetlerini inkar etmeleri, c) haksız yere peygamberleri öldürmeleri, d) ‘kalplerimiz kılıflanmıştır’ demeleri, e) Meryem’e büyük bir iftira atmaları, f) ‘Allah’ın Rasulü Meryem oğlu Mesih İsa’yı öldürdük’ demeleri, g) hasılı küfürleri nedeniyle Allah kalplerini mühürlemiştir. (4/155-157). Görüldüğü üzere, kalplerinin mühürlenmesi, kâfirlerin kâfirce akide ve amellerinin bir neticesidir. Bunu, zamanında ve uygun koşullarda sınava gelmediği için, kendisine sınav kapısı kapatılan ve sınava alınmayan (mühürlenen) bir öğrencinin durumuna benzetebiliriz. Burada öğrenci, şartlara uymadığı için, kuralları koyan tarafından tard edilmiş, bir anlamda iş mühürlenmiştir. Fark şu ki, beşer, kurallar koyarken adaletsizlik yapabilir, Allah’ın kuralları ise mutlak adalettir.
Kalbi mühürlenen kâfirlerin kalpleri hastalık (maraz)lıdır. Allah da onların marazlarını artırır, kirleri üstüne kir indirir. (2/10; 9/125). Kâfirlerin kalplerine mühür vurulduğu veya birtakım engeller / perdeler konulduğu (6/25; 18/57) gibi, kulaklarına da mühür (2/7) ya da bir ağırlık (6/25, 18/57) konmuş, gözlerine de bir tür perde çekilmiştir 82/7). Böylece kâfirler, kalpleriyle fıkhetmiyorlar, gözleriyle gerçekleri görmüyorlar, kulaklarıyla hakikatleri işitmiyorlar. Peki bunlar bu halleriyle hayvanlara benzemiyor mu, evet elbette benziyorlar, fakat Kur’an bunları ‘daha da aşağılık’ bulmaktadır. (7/179). Kur’an’ın bu teşbihini salt hakaret amaçlı olarak düşünmemek, bunun bir durum tespiti olduğunu düşünmek gerekir. Hayvanların da işitme, görme organları vardır, fakat tefekkür ve ta’akkul yetenekleri yoktur. İnsan olarak, kendinde mevcut akıl, görme ve işitme yeteneklerini hayır yolunda kullanmayan kimse, salt biyolojik bir insan (beşer) olarak hayvanlara benzemektedir. Bir anlamda insanın posası kalmıştır sadece. Kâfirler akletmiyorlar, yani kafaları çalışmıyor. (5/103; 8/55, 65; 47/12). Küfür, düz, şaşırıp yanılması olmayan bir yolu şaşırmak (5/12) demektir ki, herkesçe kınanacak bir körlüktür. Bu insanlar o kadar kâfir ki, ne kadar açık beyyineler / ayetler görseler de asla îman etmezler ve “eskilerin masalları” derler. (6/25). “Esatîrül evvelîn” günümüz Türkçesi’ne tercümesi edilecek olsa, ortaya “bin dört yüz senedir süregelen köhnemiş, çağın gerisinde kalmış fikirler” gibi bir cümle çıkar herhalde…
Kâfirlerin kalplerinin mühürlenmesinde hala onlara cebrî bir haksızlık yapıldığı gibi bir kuşku taşıyanlar varsa, şu ayetleri mühürsüz bir kalple, ağırlıksız bir kulak ve perdesiz bir gözle okumalıdırlar: “Ve dediler ki: Bizi davet ettiğin şeye karşı Kalplerimiz bir örtü (kılıf/engel) içindedir, kulaklarımızda da bir ağırlık var. Anlayacağın, seninle bizim aramızda bir perde (hicap) var. Dolayısıyla dilediğini yap, biz de yaparız!” (41/5; ayrıca bkz. 17/45-47); “Kâfirler dediler ki: Biz bu Kur’an’a ve bundan öncekilere hiçbir zaman inanmayacağız!…” (34/31). Hatta öyle ki, eğer Kur’an’la dağlar yürütülse, yeryüzü param parça edilse, ölüler konuşturulacak kadar olağanüstülükler gösterilse, yine de inanacak değildirler. (13/31). Bugün de, benzer şekilde, müslümanları yakından tanımadığı için güzel hasletlerini beğenen kâfirler, tanıdıkları an, müslüman kişi, ağzıyla kuş dahi tutsa yine de gözden düşmekte, olağanüstü bir önyargının kurbanı olabilmektedir.
Kur’an, kalbi mühürlenen kâfirlerin bu niteliklerinin nedenini açıklamayı kısa kesmiyor: Eğer bunların karşılarına melekler getirilse, hatta ölüler kendileriyle konuşulsa, başka şeyler de karşılarına getirilse, yine de inanmayacaklardır! (6/111).
Kâfirler, kalpleri mühürlü olduğu için, istedikleri kadar peygamberle fiziki olarak yan yana gelseler de, Kitabı alıp okusalar da onlara ayetlerin hiçbir tesiri olmamaktadır. Peygamber’le fiziken yan yana gelen kâfirler böyle olunca, müslüman bir toplumun içinde yaşayan kâfirler de, her gün Kur’an’ın yakınında bulunsalar da, müslümanlarla iç içe yaşasalar da, îman etmeyeceklerdir. Çünkü kalpleri taştan daha beter bir katılık içindedir.
Kur’an kâfirleri bir de son derece manidar temsiller vererek anlatmaktadır: Kâfirlerin hali, bağırıp çığırmaktan başka bir şey duymayan çobanın haline benzer! Kâfirler, dinlemeye değer, anlamlı, ancak sükunet ve ciddiyetle dinleyerek anlaşılabilen hiçbir sözü dinlemeye yanaşmazlar. Kuru gürültüyle hak sözü bastırıp boğmak, böylece galip gelmek, en iyi bildikleri sanattır. Bunlar sağır, dilsiz ve kördürler, yüreksizdirler! (2/171). Kıyamet günü de böyle kör, sağır ve dilsiz olarak haşredileceklerdir. (17/97).
Kalpleri sürekli kuşku içinde bulunan (3/151) kâfirler Şeytan’ı veli edinmişlerdir. Dünya hayatında Şeytan’ın yol göstericiliğine bağlanmışlar ve Şeytan’a olan güvenleri(!) kendilerini Rablerine isyan etmeye sevk etmiş. Oysa hesap gününde Şeytan, “bu iş buraya kadardı!” diyerek aradan çekilecek ve kâfirler, kör, sağır ve dilsiz ve kalpsizliklerinin getirdiği acı gerçekle karşı karşıya kalacaklar. (14/21-22; 59/16). Kâfirler Şeytan’ın yanısıra, Şeytanî düzenleri (tağut) de veli edinmişlerdir. Mü’minlerin velisi Allah olup onları karanlıklardan aydınlığa çıkartırken, kâfirlerin velisi tağut ta onları aydınlıktan karanlığa götürür. (2/257). Kâfirlerin kurdukları siyasi ve sosyal düzenler tağuttur. Tağut bütün yeryüzünü fitne-fesada, anarşiye, teröre boğmaktan asla çekinmez. Şeytan’ın ve tağutun azdırdığı kâfirler birbirlerinin de velisi gibi görünseler de, kalpleri birbirine ısınmış değildir. (59/14). Anadolu tabiriyle her birinin kafasında farklı tilkiler dolaşır. Bayağı çıkar hesapları egemendir dünyalarına. Buna karşı müslümanlar birbirlerini veli edinmezlerse, arada doğan dengesizlikten dolayı yeryüzünde fitne-fesat çıkacaktır. (8/73). Tıpkı bugün yaşananlar gibi.
Şeytanı ve tağutu veli edinen kâfirlerin yeryüzündeki mücadeleleri de tağut ve şeytan uğrundadır. (4/76). Kâfirler ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek, hakkı batılla ortadan kaldırmak isterler (18/56), fakat Allah elbette nurunu tamamlayacak, onların emellerine izin vermeyecektir. (61/Saf, 8). Demek ki tarihi yapmak, iddia ettikleri gibi kâfirlerin inisiyatifinde değildir. Tarihe, Allah’ın müdahalesini hesaba katmayanlar asla muvaffak olamazlar. Helak edilmiş kavimler de, Allah’ın müdahalesini hesap edemedikleri için bu belaları tatmışlardı. Kâfirler insanları Allah yolundan alıkoymak için mallarıyla, canlarıyla çalışsalar da, sonuçta bu onlar için yürek acısı olacak, çünkü eninde sonunda mağlup olacaklardır. (8/36). Kâfirlerin, Allah’ın ayetlerini geçersiz kılmak için yeryüzünde dolaşacakları, yani, birtakım faaliyetler yürüteceklerine, stratejiler geliştireceklerine Kur’an dikkat çekmektedir. (40/4). Bilindiği üzere Mekke kâfirleri Peygamber (a.s)ı ve mü’minleri Mekke’den çıkarmışlardı. Daha sonra da, başlarında peygamber (a.s) olduğu halde Medine’den gelip haccetmek isteyen mü’minleri bundan engellemişlerdi. İşte Kur’an bu hadiseye atıf yaparak, kâfirlerin “insanları Allah yolundan ve Mescid-i Haram’dan alıkoymak” cürmünü işlediklerini belirtir. (22/25; 48/25).
Kur’an’ın temsili anlatımlarına göre, Şeytan da atlılarıyla, yayalarıyla insanlarla mücadele etmek üzere faaliyete koyulmuştur. (17/64). Kâfirlerle Şeytan bu görevi birlikte sürdürmektedirler. Zaten Şeytanların insanlar arasında uğrayacakları duraklar kâfirlerdir. (19/83). Onlar da, her türlü teknolojik aygıtlarıyla, mal ve nüfuzlarıyla, gasp ettikleri devlet imkanlarıyla, uluslar arası büyük sermaye gruplarının güçleriyle, basın-yayın gibi araçlar ve en nihayet ölüm kusan silahlarıyla bütün insanlığı Allah’ın yolundan alıkoymak için var güçleriyle mücadele etmektedirler.
Kâfirlerin cephesinden bakıldığında ise, onlar da Muhammed (a.s)ı, kendilerini atalarının şirk dininden döndürmek isteyen birisi olarak görmektedirler. (34/43). Günümüzde ise böyle bir Nebevî mücadele, laiklik, evrensel insan hakları beyannamesi ve demokrasi gibi kavramlarla koruma altına alınmış durumdadır. Şu anda bir Peygamber bu görevi ifa ediyor olsaydı, kâfirlerin ‘inanmama özgürlüğü’ne saldırı suçundan derdest edilirdi…
Kâfirlik evet ateizm değildir ama, ateizmden daha tehlikelidir. Buna binaen, bütün peygamberlere gelen ortak vahyin söylemleri iman ve küfür üzerine bina edilmiştir. Tarih boyunca bütün peygamberlere karşı çıkan, getirdikleri mesajı reddeden, peygamberlere en akıl almaz baskıları yapan ve hatta bazılarını öldüren kimseler iş bu kâfirlerdir. Kur’an’ın haber verdiğine göre, Nuh, Ad ve Semud kavimleri ve diğerleri (yani bütün kavimler) peygamberlerine karşı çıkmışlar, ellerini onların ağızlarına kapatmışlar ve keskin (radikal) bir inkarcılıkla şöyle demişler: Biz size gönderileni inkar ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeyden kuşku içindeyiz! (14/9).
Kâfirlik, en nirengi noktasına, kâfir kavimlerin peygamberlerine karşı tutumlarında ortaya çıkmıştır. Cephede karşı karşıya gelmiş iki ordunun kesiştiği çizgi misali, Peygamberlerle kâfir kavimlerin kesiştiği nokta, tam olarak, küfürle îmanın karşı karşıya geldiği noktadır. Bu açıdan Peygamberlerin şeref ve izzeti tartışılmazdır. Fakat bu şerefli ve izzetli elçileri kâfirler alaya almaktan (18/106; 19/36), ‘sefih’likle itham etmekten haya duymamışlardır. (7/66). Peygamberleri sıradanlaştırmışlar, onların da sadece kendileri gibi bir beşer olduğunu söyleyerek (11/27; 23/24, 33; 64/6) getirdikleri mesajın değerini sıfırlamak istemişlerdir. Çünkü mantıklarına göre, “kendileri gibi bir beşer”in vahiy getirme hakkı olamazdı. Onlara göre Kur’an, işte bu şekilde sıradanlaştırdıkları Muhammed’in uydurduğu bir kitaptı. (25/4). Aslında kendilerinin davet edildiği vahyi ‘sihir’ olarak yaftalamak sadece Kur’an için (6/7; 34/43; 46/7) değil, İsa (a.s)ın getirdiği mesaj için de söz konusu olmuştur. (5/110). Peygamberimize ise, “bu” diyorlardı, “sizi babalarınızın taptıklarından döndürmek isteyen bir adamdan (racül) başka bir şey değildir!” Ve Kur’an onların nazarında yalan ve iftira, en hafifinden, ‘şaşılacak (acaib) bir şey’ idi. (50/2).
Mekke kâfirleri, Allah’ın mesajına (Kur’an) hiçbir değer atfetmiyorlar, bilakis “evvelkilerin masalları” (esâtîrul evvelin) olarak niteliyorlar ve Kur’an’ın meydan okumasına rağmen, hiçbir zaman gerçekleşmemiş olsa da, isterlerse kendilerinin de bu ‘masalların’ benzerini irad edebileceklerini iddia ediyorlardı. (6/25; 8/31).
Bütün bunlar kâfirlerin genelde vahiy, özelde Kur’an tasavvurunun tam münkirce olduğunu ortaya koymaktadır. Kafirler vahyi sorgulamaktadırlar. Eğer “işittik ve îman ettik” deselerdi mü’min olurlardı, “işittik ve isyan ettik” dedikleri için kâfir olmuşlardır. Eğer zerre kadar dinleyip anlamak ve üzerinde düşünüp kafa yormak meziyetleri olsaydı, “Kur’an okunurken dinlemeyin, gürültü yapın!” (41/26) demezlerdi. Kafirler bu çağda da kulak vermek ve anlamak istemiyorlar, sadece yargılamak, daha doğrusu yargılamadan infaz etmek ve hakkı ebediyen mahkum etmek istiyorlar. Kur’an bu bakımdan kafirlerin geleneğinde bir değişiklik olmayacağını telmih eder. (54/43)
Kâfirlik, gündelik hayatta en fazla para ve mal hırsıyla kendini belli etmektedir. (19/77). Biriktirme hırsı kafirleri kuşatmıştır. Açları doyurmak, fakirleri gözetmek onlar için gereksizdir. “Allah dileseydi onları doyururdu!” (36/47) gibisinden küstah ve müstehzi bir tavırla muhtaçları görmezden gelirler. Böylece, hoşlarına gitmeyen işleri Allah’a havale ederken de ‘dinci’ gözükmekten çekinmemektedirler. Günümüzde de, altından kalkmakta zorlandıkları deprem felaketi için “Allah’ın taktiridir” diyebilmektedirler. Burada da ‘dinci’ görünmek gibi bir risk varsa da, siyasi çıkar (pragma) bunu gerektirmektedir! Kafirlere dünya hayatı süslü gösterilmiştir. (2/212). Dünya görüşleri tamamen sekülerdir. Mesela, savaşta ölen mü’minler için yaklaşımları şudur: Eğer (savaşa çıkmayıp) bizim yanımızda kalsalardı öldürülmezlerdi! (3/156). Halbuki, tahkim edilmiş kalelerin içinde dahi bulunsalar, ölümün kendilerine gelip çatacağını idrak edemiyorlar. (4/78).
Küfrün doğasında Allah’ın erdem olarak belirlediklerini yadsıma vardır. Dolayısıyla (münafıklar ve) kâfirler, mü’minlerin tersine, münkeri emreder, marufu yasaklarlar. (5/78-79). İsrailoğullarının kâfirleri de, kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmamaları nedeniyle lanetlenmişlerdi. Marufu emir, münkerden nehiy dini hayatın esasını teşkil eder. Marufu emir ve münkerden nehiy, yeryüzünde sulh ve selametin, adaletin, şerefli ve izzetli bir hayatın esasıdır. Bunun yapılmaması ise tek kelimeyle yıkımdır. İşte günümüzde dünyada olup bitenlere bir anlam veremeyenler, bu gerçeğin bilincinde olmayanlardır. Dünyanın fitne-fesada boğulmasını arzu edenler ve buna yön verenler, İslam’a dayalı bir hayat nizamını ne pahasına olursa olsun engellemek isterler. Toplum hayatının salah bulması için İslam’ın egemen olması, İslam’ın egemen olması için de, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek gereklidir. Kâfirler ise Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeye şiddetle karşı çıkarlar. (5/44). Fakat bunu yaparken elbette doğrudan doğruya, “sizin Allahınız’ın indirdiği hükümleri yasaklıyoruz!” demezler, bunun yerine, yığınların kafasını karıştırıcı ‘irtica’ gibi bazı kavramlar bulurlar. Allah ise, O’nun indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kafir ve zalim olduklarını beyan etmektedir. (2/254).
Kâfirler de kendilerince, birtakım ‘iyi işler’ yapmaktadırlar. Fakat bilinmelidir ki kâfirlerin salih amelleri olmaz. ‘Küfür’le ‘salih amel’ bir araya gelmez. Kur’an şöyle demektedir: “Kim îmanı küfrederse, onun ameli boşa gitmiştir!” (5/5). Bunun böyle olmasını akıl da kabul etmektedir. Madem din bir müessesedir, dinin bir vâzı’ı ve onun vaz ettiği kurallar vardır. Ahiret hayatı dinin vaz ettiği bir hayattır, ahirete ilişkin cennet, cehennem, ceza mükafaat gibi değerler de dini değerlerdir. Şu halde, dini bir bütün olarak kabul etmeyen kimselerin, kendilerince birtakım ‘yararlı işler’ işlediklerinde, onlara ecir verilmemesi en doğal sonuç olmalı değil midir? Madem ki dinin gerçekliğine inanmıyorlar, o halde, dinin vadettiği değerlerden de bir pay ummamaları gerekir. Onlar paylarını Şeytan’dan ve tağuttan istemelidirler.
Kur’an-ı Kerim kâfirlerin işledikleri amellerin değerini, hayatın bizzat içinden seçtiği oldukça çarpıcı temsillerle açıklar: Kâfirlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu küle benzer! Bunlar, kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. (14/18). Gerçek müflisler işte bunlardır. Şiddetli rüzgarın savurduğu kül, her zerresi bir köşeye dağılıp gitmiş ve koskoca bir ‘hiç’ olmuştur. Kur’an bir başka mesel daha vermektedir: Kâfirlerin amelleri, çölde susayan bir insanın gördüğü serap gibidir! Susamış kişi serabı su zanneder, hararetle ona koşar ve fakat sonuç hüsrandır. Suya ulaşamamanın verdiği ızdırapla susuzluğu daha da şiddetlenir. (24/39). Kâfirler de tıpkı bunun gibi, mallarına çok güvenirler; tıpkı kavmi içine büyük bir ihtişamla çıkan Karun (28/79) gibi; Allah’ın kendisine lutfettiği bağına girerken “bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam” diyen ve güçsüz gördüğü hem cinsine: “ben servetçe senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da senden daha güçlü ve üstünüm” diyen (18/34-35) şımarık zengin gibi… Halbuki mal ve evlatların insan için bir imtihan vesilesi olduğunu (8/28; 18/46) kâfirler idrak edememektedirler.
Şimdi bu meseller karşısında insanın ne yapması beklenir? Şöyle kafasını iki eli arasına alıp etraflıca düşünmesi değil mi? Ama hayır, kâfirler, tıpkı cehennem bekçilerinin sayısının onlar için imtihan sebebi olmasına rağmen (74/31), “Allah bu meselle ne demek istedi?” diyerek, düşünmek yerine Allah’ı sorgulamaları gibi, yukarıdaki meseller karşısında da aynı tutuma girmekteler. Allah bir sivri sineği de misal olarak anlatsa, -ki Allah bundan çekinmez!- mü’minler koşulsuz teslim olup îmanları artarken, kâfirler buna da “Allah bu misali vermekle ne demek istedi?” (2/26) derler. Çünkü bunlar Allah’la boy ölçüşeceklerini sanmaktadırlar. (25/55).
Kur’an, tıpkı münafıklar konusunda olduğu gibi, küfrün de genel hatlarını belirlemiş, kâfirlerin karakteristiklerini açıklamış, fakat teker teker kâfirlerin adlarını saymamıştır, zaten böyle bir beklenti de yoktur. Bizim bu yazıda da yaptığımız gibi, söz konusu karakteristiklerin uçlarını birleştirdiğimiz zaman, adeta kâfirlerin diyagramatik göstergesi ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ı esas alarak, biz mü’minler de “şunlar şunlar kâfirdir, şunlar da mü’mindir” gibi bir kanaate sahip oluruz, olmalıyız da. Bu konuda, İslam inancını belirsizleştirmek, İslamî kavramları flulaştırmak isteyen hoşgörü/tolerans mezhebi mensuplarının yaptığı gibi, kâfirlerin yağcılığına soyunmanın gereğine inanmıyoruz. Aksine, kâfirlerin yağcılığını yapmak, müslümanlık iddiasında bulunanları da onların safına çekmektedir.
Bu cümleden olarak, diyebiliriz ki tekfir Kur’an’î bir müessesedir ve gerçekçidir. Bu müesseseyi biz müslümanlar da işletmeliyiz. Bunun anlamı, kâfirin kâfir olduğunu teslim etmektir. Kâfir kişi ya da toplulukları, fikir ve ideolojileri, hareketleri, gereğinden fazla kibar bir ev sahibi nezaketiyle(!), “yok siz kâfir değilsiniz, sizlerle de kardeşiz” gibi tabasbus tavırlarıyla taltif etmek, müslümanca değil, münafıkça tutumdur. Allah’ın tekfir ettiğini bizim islamlaştırma, mü’min kılma hakkımız ve yetkimiz yoktur. Tıpkı Allah’ın mü’min dediğini tekfir etme hakkımızın da olmadığı gibi… Ancak hassas olunması gereken nokta, mesela savaşta öldürülmek üzere olan düşman askeri, selam verip müslüman olduğunu beyan ettiği anda, “hayır sen müslüman değilsin” diyerek öldürmek zalimliğindeki gibi, çıkar hesabıyla, kavmî, kabilevî nedenlerle, kişisel kapris ya da grup, mezhep, meşrep, parti taassubu ile insanları tekfir etmemektir. Bunu yapanlar Allah katında sorumluluktan kurtulamazlar. Şu halde burası hassas nokta olduğuna göre, müslümanlar, tekfir konusunda temkinli olmalılar, hakkında bilgi sahibi olunmayan kişi ya da gruplar hakkında hüküm vermemelidirler. Sadece duyumlara dayanarak, zannî bilgilerle, fasıkların haberlerine istinaden insanları tekfir etmek çok büyük bir vebaldir; insanlar katında da, Allah katında da sorumluluğu büyüktür.
Müslümanlar tekfir müessesesini, mü’minlerle mücrimlerin, mü’minlerle kâfirlerin müslimlerle münkirlerin saflarının ayrışması, kâfirlerden kesin bir itizalle itizal etmek için kullanmalıdırlar. Kâfirlerin kâfir olduklarını bir biçimde söylememek, ölümcül hastalığını hastasından gizleyip, onu üzmemek adına söylemeyen doktor gibidir. İnsanlar akidevî durumlarını bilmelidir ki, belki kendini düzeltmek için harekete geçerler. Öte yandan mü’minler de en az mücrimler kadar cesur olmalıdırlar.
Kur’an-ı kerim, yukarıdan beri özelliklerini saydığımız Mekke putperestlerini veya Medine’de yaşayan, tek Tanrı inancına bağlı inkarcıları kâfirler saymaktadır. Fakat Kur’an dilinde kafirler sadece bunlar değildir; Kur’an bir kısım Ehli Kitabı da tekfir eder. Ehli Kitab’ın tekfiri blok halinde genellemeci değil, seçicidir. “İsrailoğulları’ndan kâfir olanlar…” (5/78); “ehli kitap’tan kâfir olanlar” (2/105; 98/1, 6) ifadeleri bunun en açık kanıtlarıdır. Çünkü bunlar arasında, Muhammed (a.s)a indirilen vahyi işittikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözleri yaşlarla dolan ve “Rabbimiz îman ettik…” diyen mü’minlerin varlığına Kur’an şehadet etmektedir. (5/82-83). Bununla beraber Ehli Kitap’dan bazıları, “Allah Meryem oğlu (İsa) Mesih’tir” itikadını taşımaktaydılar. (5/17, 72). Aynı şekilde Hristiyanlar’ın teslis akidesine atıf yaparak, “Allah üçün üçüncüsüdür” itikadında olanları da Kur’an kâfir sayar. (5/73). Hristiyanların çoğunluğu bu itikadı hala taşımaktadırlar ve hiç kuşkusuz, bu ayette hükümleri verildiği gibidirler.
Hristiyanların teslis akidesi ve İsa’yı Allah’ın oğlu ve dolayısıyla Tanrı kabul etmeleri Allah’ın o kadar şiddetli gazabını celbetmiştir ki, Allah’a çocuk isnad etmekten dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp tarumar olacaktır. (19/90). Zira böyle bir akide insanları Allah’ın bir cüz’ü kılmaktır. (43/15). Oysa Allah çocuk edinmez, Allah, kendi yarattığı varlıklardan mürekkep olmadığı gibi, bu yaratıklar da Allah’ın bir parçası, cüz’ü değildirler. Allah Allah’tır, mahlukat ta mahlukattır. İsa dahil hiçbir peygamber, sonuçta Allah’ın yarattığı bir kul olmaktan öte bir şey değildir. Bu apaçık tevhidî gerçeğe rağmen, tasavvuf ekolü de vahdet-i vücut doktrini ile, sadece insanları değil, bütün varlığı Allah’ın bir cüz’ü kılmışlardır. Dolayısıyla Allah’ın Meryem suresi, 90. ayette ifade edilen gazabını bunlar da hak etmişlerdir. Muhyiddin İbnül Arabi’ye göre, Hristiyanlar “Allah Meryem Oğlu İsa’dır” demeseler de, “Meryem Oğlu İsa Allah’dır” deselerdi, sorun çıkmayacaktı! Çünkü ona göre bu durumda, Allah sadece İsa’dan ibaretmiş gibi, daraltılmakta, sınır konmaktadır!
Halbuki Allah’ın sübhan olduğunu söylemek, Allah’ı tenzih etmek, onu ilk başta kendi yarattığı varlıklardan ayırmak demektir. Hulul, ittihad, tecsim ve teşbih gibi, Allah’ı beşere indirgeyen, veya beşeri Allah’lık makamına yücelten fikir ve inanışlar küfürdür ve Allah’ın gazabını gerektiricidir.
Allah’ın gönderdiği hiçbir Rasul, Allah’ın kendisine verdiği vahyi arkasına atarcasına, “Allah’ı bırakıp da bana kul olun” demediği halde (3/79), insanlar peygamberleri yemek yemeyen, çarşı pazarda gezmeyen beşer-üstü ilahî varlıklar olarak tasarlamışlar ve nihayetinde tıpkı İsrailoğulları’nın Üzeyir’i, Hristiyanlar’ın da İsa’yı edindikleri gibi rabler edinmişlerdir. (9/31). Kur’an’ın muharref Tevrat ve İncil’in akıbetine uğramadan kat’î bir sübutla Peygamber’den sonraki kuşaklara intikal etmiş olması sayesinde, Muhammed (a.s)ın rab edinilmesi gibi bir sapma yaşanmamıştır. Fakat yine de, İsrailî ve Mesihî kültür müslüman kültürüne de, Muhammed (a.s)ı ilahlaştırma seviyesinde bazı sapmalar armağan etmiştir.
En kötüsü de, tasavvuf kültürün yerleştirdiği şeyh/mürşid/evliya kültüdür. Tasavvuftaki İnsan-ı Kamil kavramı, basitçe ‘olgun unsan’ anlamında değil, Allah’lık özellikleri atfedilen tanrısal bir mertebedir. Tasavvufun bu tür kavramları, İsa ile Üzeyir’in rab edinilmesini gölgede bırakacak denli ciddi sapmalardır.
Hristiyanlar’ın İsa’yı Allah’ın oğlu saymaları misali, Mekke müşrikleri de melekleri Allah’ın kızları olarak kabul ediyorlardı. (37/149; 43/16; 52/39; 53/21 vb..). Bütün bunlar Allah’ı hakkıyla takdir edememektir. (6/91).
Buraya kadar tekfirle ilgili yazılanlardan şu sonuç çıkmaktadır: Küfür, Allah’a inanılarak(!) işlenmektedir. Kur’an literatüründe ateizm türünde bir küfür bahis konusu değildir. Tarih boyunca bütün kâfirler aynı zamanda bir tanrı inancına sahip olmuşlardır. Bir başka deyişle, küfür, dine karşı cepheden değil, yine din içinden yapılan itiraz ve sorgulamadır. Küfür, Ali Şeriati’nin tespit ettiği gibi, “dine karşı din” biçiminde tezahür etmektedir. Allah’ın inzal ettiği dini, beşer kendi tekeline alıp, evirmiş, çevirmiş, dilediğini kırpmış, kesmiş biçmiş, dilediğini yamamış, eksiltmiş, çoğaltmış, adeta Allah’a kendi dinini öğretircesine (49/16), dine yeni bir şekil vermeye çalışmıştır. İşte küfür budur, Allah’dan başka rabler, ilahlar edinme de budur.
Kur’an mü’minlerle kâfirlerin arasına, îmandan başka hiçbir şeyle telafisi mümkün olmayan kesin sınırlar koymuştur. Mü’minler akideleri gereği, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyeceklerdir. (3/28; 4/139, 144; 5/57). Özellikle Maide suresinin 57. ayeti günümüz için de çok keskin mesajlar vermektedir: Mü’minlere, dinlerini alay konusu edinen Ehli Kitabı ve kâfirleri dost edinmemeleri emredilmekte, üstelik de, “eğer mü’minseniz Allah’dan korkun” diyerek pekiştirilmektedir. (5/57). Kâfirler Allah’ın da düşmanı, mü’minlerin de düşmanı iken onları nasıl dost ediniriz?! (60/1). Kâfirler, mü’minlerin ana-babaları dahi olsa (9/23), din farkı gerçeği değişmediği sürece, sevgi göstermek yasağı da değişmeyecektir. Bu “din farkı” gerçeği çok önemlidir ve en keskin biçimde Kâfirûn suresinde vurgulanmaktadır. Kâfirler kesinlikle mü’minlerin Allah’ına tapmayacaklar, mü’minler de kâfirlerin ilahlarına tapmayacaklardır. Şu halde, kâfirlerin dini onlara, mü’minlerin dini de kendilerinedir.
Kâfirler mü’minleri dost edinmemelidir çünkü kâfirler de mü’minleri zaten sevmezler. Onlara ayetler okununca hoşnutsuzluk suratlarından okunur, mü’minlerin üzerine çullanacak gibi olurlar (22/72), mü’minlerin güçlenmeleri onları kinlendirir. (48/29).
İlaveten mü’minler kâfirlerin birtakım güç ve imkanlarından, iktidar gücünü sere serpe kullanmalarından korkmamalıdırlar. (3/176, 196; 5/41; 40/4). Kâfirlerin dinden yüz çevirmeleri, îman etmemeleri de mü’minleri kahredercesine üzmesi gereken bir durum değildir (6/35; 31/23). Onlar daima mü’minleri etkileme, kendi dinleri hakkında şüpheye düşürme yöntemlerini kullanacaklardır (4/89), fakat bu tuzaklara düşmemek gerekir. Zira bir anlık bile olsa kâfirlere uymak, mü’minleri ökçeleri üzerine geri küfre döndürecektir. (3/149). Kâfirler, büyüleyici imajlarının aksine, mü’minlerin dinlerinden artık ümit kesmişlerdir, dolayısıyla artık onlardan değil, Allah’dan korkmak gerekir. (5/3).
Mü’minler kâfirleri savunma yoluna gitmemeliler (28/86), onlara acımamalı (7/93), bilakis katı tutum takınmalıdırlar. (48/29). Kur’an defaatle (8/12, 15; 9/12; 25/52; 33/1, 48; 47/4 vb..) kâfirlere karşı (gerektiği yer ve zamanda) cihad edilmesi gerektiğini, bu uğurda korkmamaları gerektiğini, inanmış 20 mü’minin 200 kâfire, 100 mü’minin 1000 kâfire galip geleceğini müjdelemektedir. (8/65).
Kâfirlere dünyada iken, sırf kâfir olmalarından dolayı dinin takdir ettiği bir ceza bulunmamaktadır. Bunu biraz daha açıklayacak olursak, “Dinde zorlama yoktur” ayetinin (2/256) de tasrih ettiği gibi, hiç kimse müslüman olması için zorlanamaz. Dileyen kâfir olabilir, dileyen de mü’min. Müslüman olduktan sonra dininden dönen kimsenin (mürted) durumu tartışmalara konu olmuşsa da, öldürülmesi gerektiği görüşü, dine aykırıdır. Kur’an dininden dönen (irtidat eden) kimselerden bahseder ve fakat bunların öldürülmesi gerektiğini kesinlikle söylemez. Ancak bu kimselere, dünyada yaptıkları bütün amellerin boşa gitmesi ve cehennemde ebediyen kalmak gibi bir ceza verilmiştir. (2/217). Mürted olmakla birlikte, müslümanlar, İslamî değerler ve meşru İslamî otorite hakkında fitne fesat çevirenler ise elbette cezasız kalmazlar, fakat bu, mürtedin öldürülmesi bahsiyle alakalı değildir.
Kâfirlere sırf böyle bir akideye sahip oldukları için ceza verilmemesi demek, kâfirlerin ila nihaye ‘özgürce’ dolaşacakları, diledikleri her şeyi rahatlıkla yapabilecekleri ve hiçbir ceza görmeyecekleri anlamına gelmez. Her şeyden önce, kâfirler taşkınlıklarının ve peygamberlere yaptıkları kötülüklerin cezasını helak edilerek ödemişlerdir. (64/5). Allah kâfirlere yeryüzünde birtakım imkanları, onların taşkınlıklarının artıp artmayacağını denemek için verir. (3/178; 13/32; 86/17). Bununla beraber kâfirlerin yürekleri yaptıkları yüzünden dünyada hep acıyla burkulacak, Allah onlara açlık ve birtakım korkular (16/112) başta olmak üzere, değişik helak biçimleri yaşatacaktır. (13/31). Allah dilerse onlara daha başka belalar da vermeye (17/68-69) kadirdir. Kâfirlerin yaptıkları kâfirlikler yüzünden hemencecik helak edilmemeleri, Allah’ın onlara mühlet vermesi ile alakalıdır. Yiyip-içecekler ve boş emeller onları alıp götürecek, ta helak edilecekleri günlere kadar… (15/1-5).
Kâfirler lanetlik insanlardır. Allah’ın laneti (2/89), Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın laneti kâfirlere yöneltilmiştir. Çünkü bunlar (bazıları) îman ettikten, Rasul’ün hak olduğuna tanıklık ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra küfre sapmışlardır. (3/87). Nuh Peygamber de bilindiği gibi kavmine lanet okumuştur. Çünkü diyordu Nuh, “Sen onları bırakırsan, insanları saptırmaya devam ederler ve yine kendileri gibi günahkar kâfirler doğururlar! (71/26). İsrailoğulları’nın kâfirleri de hem Davud, hem de İsa Peygamber diliyle lanetlenmişlerdi. (5/78).
Ahirette ise kâfirleri daha çetin bir hayat beklemektedir. Bunlar ahiretten yana ümitlerini tamamen kesmiş durumdadırlar. (12/87). Kâfirler ahiret gününe kör, dilsiz ve sağır bir biçimde gözlerini açacak ve öylece haşredileceklerdir. (17/97). Dünyada iken kendilerini herkesten güçlü zanneden kâfirler, mağlup bir vaziyette, zümreler halinde cehenneme sürüleceklerdir (ilâ cehenneme zümerâ). (3/12; 39/71). Arık orası, mallarının ve evlatlarının kendilerini kurtaramadığı (3/10); çocukların bile saçlarını ağartan (73/17) bir gündür. O gün kâfirlerin hiçbir mazereti kabul edilmeyecek (16/84), onlara hiçbir şefaat fayda vermeyecek, kendilerini kurtaracak bir geçer akçe bulamayacaklar.
Cehennem azabı çok şiddetlidir. Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem, kâfirler için hazırlanmıştır. (2/24). Hem kendileri, hem de Allah’dan başka taptıkları putları cehennem odunu olmuşlardır. (21/98). Kâfirler hesap gününde, ezenler ve ezilenler olarak karşılıklı bir atışma yapacaklar; birbirlerini itham edecekler ama bu onlardan hiçbir azabı savmayacaktır. (34/31; 41/29). O gün, azabı görünce, bir tek olan Allah’a îman eder ve Allah’a taptıkları şerîkleri inkar ederler (40/84; 34/51-54), müslüman olmuş olmayı çok arzu ederler, fakat iş işten geçmiştir. (15/2). Yerin dibine batırılmayı (4/42), öldürülmeyi (35/36), toprak olup da bu günleri hiç görmemiş olmayı çok temenni ederler (78/40), fakat ne mümkün… Artık azapları hiçbir şekilde hafifletilmez.. Artık kendilerine ateşten bir elbise biçilmiştir! (22/19). Artık kâfirler ateşin ashabı, yani en yakını, yareni olmuşlardır! (2/39). Bu azap, gerçekten aşağılayıcı, küçük düşürücü (3/178), çok şiddetli (3/4; 14/7 vb..) bir azaptır. Onlar ebediyen cehennemde kalırlar. (4/167-168).
Peki kâfirlerin tevbe etmeleri mümkün mü? Yaptıkları tevbeler kabul edilir mi? Bilindiği gibi, İslam, tevbeyi kabul eden bir dindir. Allah Rahman ve Rahim’dir, kim ki kâfirken hidayete erer, kâfirliğine veya işlediği günahlara tevbe ederse elbette Allah onları bağışlayıcıdır. (8/38). Fakat, kâfir olup insanları Allah yolundan alıkoyan, yani küfür inancı üzre inisiyatif gösterip aktivite gösteren ve kâfir olarak ölenleri Allah bağışlamayacaktır. (47/34). Hele de önce îman etmiş ve sonra kâfir olmuş ve küfürlerini de artırmış kimseleri, bunlar hatta fidye olarak dünya dolusu altın da verseler (3/90-91; 4/137), hatta yeryüzündeki her şey ve bir o kadarını daha verseler (5/36) onlardan kesinlikle kabul edilmeyecek ve Allah asla onları bağışlamayacaktır. Kâfirleri, o çok güvendikleri evlatları ve malları kurtaramayacaktır. (3/116). Bu ayetlerde altın ve mal teması, kâfirlerin vahiy indiği dönemde bunlara verdikleri değeri yansıtmaktadır. Yoksa ahirette Allah katında altın ve mal-mülkün geçer akçe olmadığı malumdur.
Sonuç itibariyle küfür, hakça olan, Hak’kın yarattığı varlık düzeninde batıl bir sapma, bir aksülameldir. Berrak bir okyanusa akıtılmış irin gibidir. Aslolan ise tevhiddir.