Hikaye
M.Akif Coşkun
Küçük Müslümanlar Besmelenin izinde
1.Bölüm
Bu hikaye, küçük müslümanların hikayesidir. Kocaman insanların, kocaman dünyasında, yaşları ve boyları her ne kadar küçük olsa da, ve aslında bu yüzden adları küçük müslümanlar olarak anılsa da, kalpleri, vicdanları, bakışları, elleri ve dilleri o kadar kocaman ki, kocaman müslümanlar birazcık düşünseler, herhalde çok utanırlardı. Yok, o kadar da günahlarını almayalım. Birazcık düşünüyorlardır ve utanıyorlardır. Yok yok, biraz daha yufka yürekli olalım değil mi? Çok düşünüyorlardır ve çok utanıyorlardır. Evet, böyle daha iyi oldu sanki. Neyse bırakalım şimdi kocaman müslümanları bir tarafa, onlar düşünedursun ve utanadursunlar, biz küçük müslümanlara geri dönelim.
Kim bu küçük müslümanlar? Nerede yaşarlar? İsimleri yok mu? Var elbette. İsimleri olmadan var olabilmeleri mümkün mü? Küçük müslümanların maceraları hangi ülkede, hangi şehirde ve hangi zamanda yaşandığını bilmiyoruz. Aslına bakarsanız bunun çok da bir önemi yok. Çünkü biliyoruz ki bu küçük müslümanlar, zamanın her kertesinde ve dünyanın her köşesinde var olmuşlar ve olmaya da devam edecekler. Ve size bir sır vereyim mi? Dünya, bu küçük müslümanlar sayesinde hala umutlu ve mutlu. Dünya diyorum. O yuvarlak kıtalar ve denizlerle kaplı olan hayat küresi. İşte o dünya, hala umutlu. Küçük müslümanları gördükçe o kadar mutlu oluyor ki sormayın. Bazen güneş doğmak istemiyor gibi oluyor, onu zorla kaldırıyor ve ‘Ey güneş, doğmak zorundasın . Bak küçük müslümanlar seni bekliyor’ diye ikna etmeye çalışıyor. Güneş, küçük müslümanları görüp nasıl ikna olmasın? Onun kocaman ve sıcak kalbi dayanır mı? Hemen ikna olup doğuyor küçük müslümanların üzerine.
Şimdi kafanızda o küçük müslümanlardan umutlu ve mutlu olan dünyayı hayal edin.
Ettiniz mi?
Şimdi parmağınızla o dünyanın herhangi bir yerine dokunun. İstediğiniz yere dokunabilirsiniz. Ve lütfen aranızda kavga etmeyin. Dünya hepimize yetecek kadar kocaman.
Ne diyorduk?
Hayal ettiğiniz dünyanın herhangi bir yerine parmağınızla dokunun, demiştik. Evet, işte küçük müslümanların yaşadığı yer tam da orası. Parmağınızla dokunduğunuz o yerde mutlaka bir ülke vardır. Tabi parmağınızla mavi renkli yerlere dokunmadıysanız. Oralar denizdir çünkü. Orada ülke olmaz. Orada sadece balıklar yaşar.
Evet ne diyorduk? Bazen kafam karışabiliyor, laf lafı açınca beni durdurana helal olsun. Ne yapayım konuşmayı çok seviyorum. Hele ki konu küçük müslümanlar olunca.
Parmağınızla dokunduğunuz o ülkenin mutlaka bir şehri vardır. O şehrin de mutlaka bir mahallesi vardır. İşte o mahallenin sakinleriydi bu küçük müslümanlar. Altı kişiydiler. En azından başlangıçta. İki erkek ve dört kız. Fiyaka İbrahim, Baba Salih, Büyük Meryem, Minnoş Neyza, Küçük Meryem ve Hanne Kuzu. Fiyaka İbrahim ve Baba Salih bu grubun abileriydiler. Aslında grubun beyin takımı kızlardı. Fikir onlardan gelir, abilerine danışır ve onlar olmadan asla bir maceraya yeltenmezlerdi.
Aynı mahallenin komşu çocukları olan bu küçük müslümanlar nasıl olduysa bir gün kendi aralarında bir ekip olmaya karar vermişler. Aslında ben nasıl olduğunu biliyorum. Ama onu daha sonra anlatayım size. Neden ekip olmaya karar verdiklerini kimseye anlatmamaya söz vermişler. O yüzden şimdi anlatırsam belki duyarlar. Ayıp olur.
Tüm bunları ben nereden mi biliyorum?
Efendim kısaca anlatayım sizi fazla sıkmadan. Mahallemizin ormana bakan tarafında kuru bir ağaç vardı. Sadece kuru olması değil, aynı zamanda oldukça heybetli bir ağaçtı. Günlerden bir gün, evime doğru yol alırken çok yorulmuştum. Kuru ağacın yakınında olduğumu görünce, hiç düşünmeden ağacın altına oturmuş, ayaklarımı bir güzel uzatmış, dinlenmeye koyulmuştum. Çok fazla geçmemişti ki ağacın kıpırdadığını farkettim. Onunla kalsa iyi, bir de konuşmaya başlamıştı benimle. Şaşkınlığımı gizleyemesem de, kuru ağacın anlattıkları karşısında, dutu iyice pekmez yapıp içen bülbül gibi sus pus olmuştum.
Meğerse bizim küçük müslümanlar, ne zaman başlarına bir dert gelse kuru ağacın yanında toplanırlar ve orada dertleşirlermiş. Sadece başlarına bir dert geldiğinde değil tabi. Kuru ağaç, onların toplanma merkeziymiş. Sevinçlerini, hüzünlerini, dertlerini ve gizli fikirlerini burada masaya yatırırlar, konuşurlarmış. Kuru ağacın küçük müslümanlar hakkında anlattıkları o kadar hayrete düşürmüştü ki beni, hemen hergün yanına gidiyor ve anlattıklarını not alıyordum. Hikayeyi daha bitirmedi kuru ağaç. Hala zaman zaman yanına gidip hikayenin geri kalan kısmını dinliyorum kendisinden.
İşte size anlatacağım küçük müslümanların hikayesi, o kuru ağaçtan duyduklarımdır.
İnanmadınız mı?
Ağaç hiç konuşur mu?
Siz hiç ağacı dinlemek için kulak kabarttınız mı?
Altında oturup onunla konuşmayı denediniz mi?
Ben denemedim. Bence siz de denemeyin. Çünkü ben sadece yorulmuş ve dinlenmek için o kuru ağacın altına oturmuştum. Tamam, itiraf ediyorum, biraz uyuyakalmış olabilirim. Ama sadece birazcık.
Hem üstelik bu sıradan bir ağaç da değildi.
Kocaman kuru bir ağaçtı.
Eğer küçük müslümanlardan fırsatım olursa, size belki bu kuru ağacın hikayesini de anlatabilirim. Onun hikayesini de kuru ağacın üzerine konan serçeden dinlemiştim.
Çok güzel bir hikayesi var onun da.
2. Bölüm
– Adımız ne olsun peki? Bir ekip olacaksak bir ismimiz olmalı. Sizi o yüzden istişare etmeye çağırdım kuru ağaca.
– İştisare ne demek Büyük Meryem?
– İstişare, Hanne Kuzum. Mesela biz şimdi bir ekip olmaya karar verdik ya, bundan sonra alacağımız kararları birbirimize danışmamız gerekiyor. İşte buna istişare denir. Anladın mı Hanne Kuzum?
– Hı Hı. Dedi Hanne Kuzu başını sallayarak.
– Madem öyle, o halde istişaremize senden başlayalım Hanne Kuzum . Sence ne olsun ismimiz?
– İştisareciler olsun.
-İstişare. Diye düzeltti Büyük Meryem.
– Bence süper altılı olsun. Dedi Fiyaka İbrahim.
– Kuru ağac süvarileri olsun. Dedi Baba Salih.
– Maceracılar olsun. Diye atıldı Küçük Meryem.
– Peki sence ne olsun Minnoş Neyza?
– Minnoşlar olsun. Dedi Minnoş Neyza gülerek.
Bu öneriye ilk itiraz Fiyaka İbrahimden geldi:
– Minnoşa benzer bir halim var mı sence?
– Minnoş Fiyaka ol sen de. Dedi Minnoş Neyza, kıs kıs gülerek.
– Peki senin önerin nedir Büyük Meryem?
– Bence bu meseleyi bir de Dilhan Dedeye soralım. O ne önerirse ismimiz o olsun.
Büyük Meryemin bu önerisine kimse itiraz etmedi. Çok vakit kaybetmeden Dilhan Dede’nin yolunu tuttular.
Dilhan Dede, mahallenin bilge dedesiydi. Herkes onu çok sever, sayar, hürmet gösterirdi. Üç odalı evinin her odası kitaplarla doluydu. Görenler hep merak ederdi bu kitapları gerçekten okudu mu diye. ”Bilge Dede” diyorlarsa, herhalde büyük bir kısmını okumuştur. Ne zaman ona, kitapları okuyup okumadığı sorulsa, ‘hiçbirini okumadım’ der, fakat herhangi bir konu hakkında ona fikir sorulduğunda ise hemen konuyla alakalı kitabı şıp diye önlerine sererdi.
Dilhan dedenin marifetleri bununla da bitmiyordu. Bazen eline sazını alır o güzel sesiyle türkü söyler, bazen kitaplarının üzerinde duran ney’ini alır gönlümüzü okşayan bir eda ile ona üfler, bazen dertli dertli şiirler okurdu. Durun daha bitmedi. Dilhan dede tam bir usta aşçıydı. Nefis yemekler yapar, yiyenlerin parmaklarını yalatırdı. Onu yemek yaparken görmeliydiniz. Adeta kendinden geçiyormuş gibi büyük bir zevkle yemeğini hazırlardı. Böylesi güzel yemekleri asla yalnız yemez, mutlaka birilerini davet ederdi. Dilhan dede’nin yemeklerinin güzel olmasının en önemli sırrı buydu.
” Birlikte yenen yemekler, tek başına yenen yemeklerden daha bereketli ve lezzetli olur.” derdi. Doğruydu. Bizzat denedim ve size de tavsiye ederim.
Bence çok güzel bir yazı olmuş ellerine sağlık.