Geçen hafta Milas’taydım. Uzun zamandır bahar mevsimine denk gelmemiştim. Pek güzel olmuş Ege. Sümbüller, nergizler, gelincikler, leylaklar tüm güzellikleriyle kokularını yaymakla meşguller.
Kuşkonmazlar yeni çıkmaya başlamış. Pek, lezzetli olur. Bizim ayakkabıcı Mehmet bir tanesini bile bırakmaz.
Deniz deseniz yine hasret hastalarının yaralarına merhem olmak adına çırpınıp duruyor. O yüzdendir ki nazarımda; güzelliği derinliğinde saklıdır.
Baharın ayrı bir kokusu ve tadı vardır dostlar… Yapmanız gereken sadece kendinizi ona bırakmanız ve her bir anını tatmanız ve ruhunuzda hissetmenizdir. Tutunun ona, bir umut gibi. İnanın gerisi kendiliğinden geliyor.
Çiçek açmış bir erik dalına hiç yakından bakmayı denediniz mi? Sosyal medyada bir adamın kirli çamaşırlarını sergilemekten aldığınız hazdan daha başka enfes bir duyguyla karşılaşacağınızı garanti edebilirim.
Sadece bunu yapın. Biraz yavaşlayın ve baharın önümüze serdiği güzelliklere bakın. Böyle anlar bize insan olmamızı hatırlatan ender anlardır, hatıralardır.
Epeydir kırlangıçlar yoktu. Bu sene az da olsa gelmişler. Onları en son covid sebebiyle Kabe’nin ziyarete kapatıldığı zaman görmüştüm. Kabe’nin etrafında biz insanlara tarihin en büyük mesajını vermişlerdi.
Mesajı aldık mı? Hayır. Din İşleri Yüksek Kurulu’muz bir sayfa dolusu mesaj paylaşıp kısaca bayram namazını kılamayacaksınız demişti. Maske, mesafe kuralının ayet gibi algılandığı tuhaf zamanlardı.
O mesafe ki bizleri birbirimizden uzaklaştırdı. Bir acayip kişiliklere büründük. Gergin, agresif, neşesiz insanlara dönüştük.
Daha mutlu, daha erdemli, daha akıllı olabilmemize yarayacak imkanlar elimizden tek tek alındı. O yüzden Milas’ta baharı daha yakından hissetmeye çalıştım. Zira bizden istedikleri şeyi yapmamaya kararlıyım.
Yani insan oluşuma dair her şeyin elimden alınmasına karşı sonuna kadar direnmeyi düşünüyorum. İşte bu kadar basit ve sade bir amacın peşinden koşturuyorum. İnsan olmayı yeniden hatırlamak…
Açıkçası az bir şey değil bu. Twettere girdiğimde bunu daha iyi anlıyorum. Herkes küçük bir kaşıkla kendi mezarını kazıyor. Her yer tuzak dolu.
Birbirlerinden nefret eden insanların tek bir amacı var; gücü ele geçirip iktidar olmak. O yüzden her şeyi mubah görenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Ne pahasına? İnsanlık değerlerimizin ayaklar altına alınması pahasına mı?
Ruhu olan, ruhunun gözleriyle gören, insana insan nazarıyla bakan, derinliği, içtenliği, bilgeliği bir ışık gibi etrafı aydınlatan, olgun, şahsiyet sahibi, aklıselim insanları arıyoruz ancak yoklar. Hakikaten nereye gitti bu insanlar?
Oysa bu dinginliğe çok ihtiyacımız var. Öyle bir ihtiyacımız var ki çölde su arar gibi benliğini arayan, insan olmaktan ötürü sahip olduğu değerleri arayan çaresiz insanlara dönüştük.
Mutsuzluğundan başka sığınağı olmayan bu insanlara kim çare olacak? Şairin dediği gibi elem yapıştı artık ademe göğsünde solur.
Elemi biz yapıştırdık kendimize, kendi ellerimizle… Sırtımıza iliştirdikleri etiketlerle dolaşan et yığınlarına döndürdüler artık bizi.
İsmet Özel’in ifadesiyle; “…alnımızın çatında, hepimizin bir çarpı.”
Bazen derdimi anlatacak bir sırdaş bulamadığımda siz okurlarıma döküyorum içimi. Ayaklarımızdan tepemize doğru hücum eden bu kederli çağın tam ortasında bulunmuş olmanın talihsizliğiyle yapıyorum bunu.
O yüzdendir ki biraz da bir bahar dalına tutunayım istedim. İnsan böylesi bir boşluk anında bir yasemin çiçeğinin tomurcuğuna muhtaç hissediyor kendini.
Üstelik bir köy kahvehanesinde ruhu bedenlerinden çekilmiş iskelet haline dönmüş partizanlarla sosyal medya ortamlarında birbirlerinin kuyusunu kazan tüccar kılıklı, kâhya tipli, dava simsarları arasında hiçbir farkın kalmadığı böylesi zamanlarda…
Ufuk Coşkun/Milat Gazetesi