Seyyid Kutub, Köyden Bir Çocuk (Tıfl mine’l-karye – Kahire, 1946), çeviren: Ümit Dericioğlu, İnkılab yay. İst-Haziran/2013, 144 sayfa.
Size tanıtacağımız, ilk kez 1946 yılında Kahire’de yayınlanan bu kitabın takdim yazısında Seyyid Kutub şöyle demektedir:
“Bu kitap çeyrek asır önce çocukluğumu geçirdiğim köy hayatından sahnelerden ibaret. Hiç bir şeyi abartmadım. Bütün yaptığım zihnimdeki hatıraları kağıda dökmek oldu. …
Taşra hayatından iyi olsun, kötü olsun, sahnelerin tasviri, aynı zamanda yeni nesli bilgilendirmek içindir. Belki onlar bu eski hayattan hangi sahnelerin milli hafızada saklanacağına, hangilerinin unutulacağına karar verirler!”
Seyyid Kutub
1/7/1945
Kitabı okumadan önce göz gezdirmiş olduğum bazı tanıtımlarında, Seyyid Kutub’un bu çalışmasını, kendisinin deyimiyle “cahiliye döneminde” yazmış olduğu söyleniyor. Fakat Seyyid Kutub’un hayat kronolojisine baktığımız zaman bu söylemlerin çok da isabetli olmadığını görüyoruz: 1939 ve sonrasında İslami düşünceye yönelen yazar 1946’da “Konum Dersleri” isimli makalesini yayımladı. Çoğuna göre bu makalesi İslami düşünceye girişini temsil eder. 1949 yılında ise, kendisi henüz ABD’de iken “İslam’da Sosyal Adalet” isimli eseri yayımlanmıştır.
Kısacası tarihlere bakıldığında tanımını yaptığımız eserin onun “cahiliye döneminde” değil, bilakis İslami kimliğinin gelişmiş olduğu dönemlere tekabül ettiğini fark ediyoruz.
Kitabı okurken, kendimizi, o dönemin bir Türk köyünde gibi hissetmekten alıkoyamıyoruz. Meğer Mısır ile ne kadar çok ortak yönlerimiz varmış: Örf ve adetlerdeki eski dinlerden kalıntılar, sosyal hayatımızdaki hurafeler, dini bayramlar (ve “gecelerdeki”) bid’atlar ve eğitim sistemindeki bozukluklar…
Çevre köylere nazaran, daha zengin olan köyde, Seyyid Kutub ve ailesi, diğer köylülerin evlerinden farklı olarak yaptırılmış olan, başşehir stilindeki yuvalarında, kendi tabiriyle “kalburüstü” bir aile olarak hayatlarını yaşamışlar.
Kısa bir dönem medresede okuyup sonra okula geçen Seyyid Kutub’un okuldaki beden eğitimi dersine gelin hep beraber bir göz atalım:
“Beden eğitiminde asker çocuklara belli hareketler öğretiyordu: “Sağa dön”, “Sola dön”, “Marş”, “İleri”, “Bir” yani elleri göğüs hizasına kaldır, “Ki” yani elleri yukarı kaldır, “Üç” yani elleri yana sal.”
Hiç yabancı gelmedi değil mi?
Kitabın satırları arasında kaybolduğunuz bir anda, birden bire irkilirseniz hiç şaşmayın; çünkü bir cin (olayı) ile karşılaşmış olabilirsiniz:
“İfritler (cinler) her yerdeydi. Gece yerde sürünen veya ay ışığında hayaleti görülen her şey onlardı. İfritler yoldan geçenleri gözlerlerdi. İnsanlar nereye gitseler ifritlerden korku içindeydiler. Hatta bazı ifritler iyice cesaretlenip kara kedi şeklinde gündüz bile görünürlerdi. O yüzden gündüzleri kara kediye vurmak iyi değildi. Geceleyin ise hiçbir kediye vurmamalıydı. Çünkü geceleri her kedinin bir ifrit veya dolaşan bir ruh olmak ihtimali vardı.
Eee, bir cinle karşı karşıya olduğunu anlayan kişi ne yapmalı? Bir Türk böyle bir durumda ne yapmalıysa, bir Mısırlı da bunun aynısını ya da benzerini yapmalıdır herhalde diyoruz ve bakıyoruz:
“…Artık ya Allah onun aklına İhlas veya ayetelkürsi gibi ayetler getirecek ve onları söyler söylemez ifrit yanacaktı veya İsm-i azam duasını biliyorsa -ki onu ancak Allah’ın az sayıda has kulları bilirler ve yalnızca özel bir izinle söylenmesine müsaade ederler- duayı söyler ve ifriti olduğu yere çivileyip bağlardı.”
Siz bu satırları okuduğunuzda ne düşündünüz bilemiyorum ama benim aklıma, Ömer (ra)’ın, Filistin’in fethinden sonra kendisinden Mısır’ı da fethetme izni isteyen Amr bin As’a yazdığı mektup geldi:
“Eğer bu mektup eline geçtiğinde Mısır’a girmediysen, hemen geri dön!”
Çünkü Halife Ömer (ra) toprakları fethetmekle insanların “İslamlaşmayacağını” biliyordu. Hal böyle olunca insanlar elbette ki eski, cahiliye inançlarındaki uygulamalarını yeni dinleri ile harmanlayıp hayatlarına bilinçsiz bir şekilde devam edeceklerdi; öyle de oldu. Hem Türkler hem Mısırlılar örneğinde olduğu gibi.
Okuyucu, Seyyid Kutub’un hatıralarını gözünde canlandırırken, kendini bir an, yakın geçmişimizdeki bir Türk köyünde hissedebiliyor. Buna sebep olan benzerliklerden birini daha sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Evlerde çoğu kez hırsızlık olurdu. Bunu yapanlar ya evin hanımı, gelini, ya evin oğullarından biri veya zenginlerin evlerindeki hizmetçilerdi. Çalınan da ekseriya evin kilerindeki erzak, altın veya nakit olurdu.”
Kitabın bu bölümü hakkında birkaç büyüğüm ile konuşurken şu yorumu yaptılar: “Eskiden bizim köylerimizde de aile efradı arasında yiyecek hırsızlığı çok olurdu. Hatta Kayseri’nin bir köyünde, hamile olan bir gelin, canı çekince, kimseden izin almadan, sardığı sarmalardan yemiş. Tabii kendini alıkoyamayıp tencereyi boşaltınca olanlar olmuş ve gelin kendini kapının önünde bulmuş.
Şaşkına dönen gelin duygularını mısralara dökmüş:
“Bir aldım, iki aldım, tükenmez sandım
Anamın evine savmazlar sandım
Bir yaprak için boşamazlar sandım…”
Hırsızı bulmak için yaptıkları dedektiflik çalışmalarında, şüphelinin hangi kitaba el basmasını istiyorlar dersiniz?
Hayır, bilemediniz. Kur’an’a el basmayı biz Türkler yapıyoruz. Mısırlı kardeşlerimiz ise Buhari’ye el bastırıyorlarmış.
Köyde Buhari’ye sahip olan, Ezher alimi iki kişiye gıpta ile bakan Seyyid Kutub, henüz çok küçük olmasına rağmen, siyer kitaplarından divana kadar, elde edebildiği her kitabı okuyan, modern tabirle, tam bir kitap kurdu.
Onun da kitaplığında, her ne kadar Buhari’si olmasa da, köyde, özellikle kadınlar ve gençler arasında şöhret ve itibar kazanmasına vesile olan iki kitabı varmış:
1.Ebu Ma’şer el-Feleki’nin kitabı (Yıldız Falı hakkında)
2.Kitab-ı Şemhureş (Dualar, tılsım resimleri ve buhur çeşitleri içerikli)
Küçük Seyyid Kutub’un bu kitapları ile köylülerine nasıl bir “hizmet” sunduğunu, bizlerle onlar arasındaki nice benzerlikleri, nice acı ve tatlı anıları ve okuması için Kahire’ye gönderilen çocuk Seyyid’in, yürekleri dağlayan vedasını…
Seyyid Kutub’un KÖYDEN BİR ÇOCUK isimli kitabında okuyabilirsiniz!
Hazırlayan: Hülya Kıska