Bayramımız mübarek olsun. Gözümüz, gönlümüz sevinçle dolsun. Eşimiz ve dostumuz, akraba ve komşularımız; elimizin erişebildiği erişemediği yetimler, öksüzler, mazlumlar, muhacirler en güzel nimetlere gark olsun. Mü’minler zulmü giderecek kuvvet ve kudretle, adalet ve merhametle kuşansınlar ki karanlık bir bataklığa dönüşen yeis kurusun, ümit iklimi yeşersin.
Peki, bayramımızın mübarek olması için imkânlarımız nispetinde gayret edip salih ameller işlemeye azmettik mi? Bayramın mübarek olması ağızdan çıkan basit bir temenniye bağlı değil elbette. Salih amellerden bağımsız, hayatın sıkıntılarını sabredip direnmeyen, tevhid ve adaleti hâkim kılmak için mücadeleye girişmeden kendi başına verili bir durum olarak ‘mübarek bayram’ durumu hiç yok. Çünkü bayramı mübarek kılma, hayatın her anını ve şubesini bayram gibi güzelleştirme sorumluluğu her birimizin omuzlarında.
Mazeret Değil İş Üretmeli
“Nerede eski Ramazan?” gibi sitayişler, “nasıl da ulaşılamaz bir hayale döndü bayramlar!” türü özlemler giderek artıyor. Çünkü niceliğin egemenliğini talep ederek niteliği, samimiyeti ve bereketi de muhafaza edebileceğini zanneden büyük bir hesap hatası yapıldı. Şükürsüz bir topluma dönüştük. Şükür belli belirsiz dilde sürüp giden bir alışkanlık olarak kaldığı için sahip olduğumuz nimetlerin ne kadar bol olduğunu dahi idrak edemez bir duruma geldik. Biz doğru düzgün şükredemediğimiz için eşlerimiz, çocuklarımız, etrafımız da şükretmek yerine şikâyet etmeyi alışkanlık haline getirdi. Şikâyet ettikçe şükür unutuldu, şükür unutuldukça huzursuzluk bir sarmaşık gibi toplumu kuşattı.
Aile içi çatışmalardan başlayıp iş yerlerini esir alan bitimsiz psikolojik harpler ruh sağlığı bozuk, patlamaya hazır travmatik kişilikler ordusunu büyüttükçe büyüttü. Geçen her gün daha ileriye taşınan yüksek standartlı hayatlar peşinde koşuşturmaya şartlanmış bir toplumun dingin bir ruh haline kavuşması mümkün mü zaten? Daha iyisine, güzeline ulaşmak için gayret sarf etmek şükretmeye engel değil bilakis destek destektir. Fakat hayata, gelişmelere, topluma sürekli olumsuz tarafından bakarak, eksik gedik aramaya odaklanarak olsa olsa şükrün gereksiz bir yük olduğu, takıntıdan başka bir şey ifade etmediği gibi batıl bir sonuca varılır. Bu sebeple şükrü varlığa veya yokluğa, sağlığa veya hastalığa, zafere ya da mağlubiyete bakmaksızın her durum ve zaman için ibadet bilerek yaşadığımız oranda felaha erişiriz.
Acele Etme, Zamanın Var
Tevbe kavramı ve ibadetini bireysel ve toplumsal hayatımıza Kur’an-ı Kerim’de öğretildiği ve Hz. Muhammed (a.s.) örneklediği gibi mi hayatımıza taşıyoruz acaba? Günahlara karşı etkin bir pişmanlık duymak, bir daha tevessül etmemek üzere günahları terk etmek kalbin en büyük faziletidir. Kalbin dirilişi, kalbin direnişi tevbeyle mümkündür. Ne var ki fazlasıyla politize olmuş, Allah’ın rızası veya gazabından daha fazlasıyla siyasi ve iktisadi hesaplara endekslenmiş bir mantalite bulaşıcı bir hastalık gibi etrafımızı sarmış. Tevbe etmek için kimsenin acelesi yok adeta.
Tevbeyi tavsiye etmek bir taraftan cesaret istiyor diğer taraftan da muhataplar nezdinde pek de makbul karşılanmıyor. Çünkü siyasal şartlar gereği manevra yapmak, cemaat ve çevre ilişkilerini sarsmadan yeni bir pozisyon belirlemek takdire şayan addediliyor. Özü sözü bir olmak, itikadi ve ahlaki açıdan tutarlı olmak için “nisyan ile malul insanoğlu”nun sürekli tevbe makamında olması gerekir oysa. Modern zamanlar jargonu ve rajonu açısından açıkça tevbe etmek bir zaaf belirtisi, kudretsizlik alameti ve siyasal iktidarsızlık işareti gibi kabul edildiği için cüzamlı muamelesi görüyor.
Tevbe etmek reel politik işleyişe, piyasaların pozitif algılama biçimine uygunsuz kaçtığı için olsa olsa “derviş meşrep münzevilerin” menkıbelerinde varlığını koruyabilir zannediliyor. Verili politik realite ve piyasa algısının standartlarına bağımlı kalmış akıllar, kalpler ve ufuklar tevbe ile ne kendilerini ne de içlerinde yaşadıkları toplumu ıslah edebilirler. Şükür ve tevbeyle kardeş olan birey ve toplum ıslah ve ihya olurken aksi davranışlar ifsad ve yıkımı beraberinde getirecektir.
Güzellik ve Hayır İçin Verilen Mücadele
İman ve hicretle beraber anılan cihadı zihinlerde yer eden dar hatta marjinal bağlamından kurtarmak gibi bir vazife duruyor karşımızda. Mü’min hem muhacir hem de mücahid demektir. Mücahid İslam için savaşandır elbette. Ancak savaşın birden çok cephesi ve vechesi vardır. Cihad etmek için bir savaş durumu beklemek gerekmez. Cihad, mü’minler için hayat tarzı olmaktan çıktığı oranda önce durağanlık ardından çürüme ve kokuşma gelmektedir.
Post-modern bakış açısına göre “herkesin tercihi kutsaldır ve tartışma dışıdır”. Dolayısıyla kimse kimseye akıl vermesin, hiçbir aile ve toplum bir hayat modelini üyelerine telkin etmesin modu pek bi revaçta. Peki, tebliğ, davet, emri bi’l maruf, nehy’i anil münker, hayırda yarışmak, günahlarla mücadele etmek, yeryüzünden zulmü ve küfrü gidermek gibi Kur’anî vasıf ve sorumlulukları maziye mi gömeceğiz? Evet, Kur’an-ı Kerim’in iman ve hicret gibi, cihad ve kıtal gibi emirleri de var ve hayat ancak bütün bu emirleri idrak edip hikmet ve güzel öğütle yaşayınca güzelleşiyor.
Bayram geldi elhamdulillah. Yollar aşılıyor, kapılar çalınıyor, büyükler ellerinden ve küçükler gözlerinden öpülüyor. Ne mutlu ki; tatlı yiyor ve tatlı konuşuyoruz. Allah için gülüyor ve güldürüyoruz, seviniyor ve sevindiriyoruz hamdolsun. Rabbim bizleri tevbeden, şükürden, cihaddan mahrum etmesin. Rabbim yeryüzündeki bütün mazlumların yüzünü güldürmek için bizleri vesile kılsın. Bol bol ikram etmeyi, infak etmeyi nasip etsin. (Amin)
Akit / Kenan Alpay