Ayasofya Camii’nin müze yapılmasıyla ilgili tarihi gündem üzerine yapılan son tartışmalar, Türk kimliğinin inşası konusunda hem yöntemsel boyutun ip uçlarınınhem önemli bilgilerin bir kere daha açığa çıkmasına vesile oldu. Bu bilgilere göre Mustafa Kemal, daha soyadı kanunu çıkmadan ve kendisine 24 Kasım 1935’te TBMM kararıyla Atatürk soyadı verilmeden, K. Atatürk imzasını kullanmaya başlamıştı. 21 Haziran 1934’te kabul edilen 02 Ocak 1935’te de yürürlüğe giren soyadı kanunu çıkmadan önce Mustafa Kemal Paşa, K. Atatürk imzası için eskiz çalışmalarına başladığı Ayasofya Camii ile ilgili tartışmalar sürecinde örnekleri ile tv. ekranlarına yansıtılmıştı.
Anlaşıldığı kadarıyla Mustafa Kemal, soyadı kanunu çıkmadan ve kendisine Atatürk soyadı verilmeden (1935), kendi kendine Atatürk soyadını takdir etmiş, yeni ismiyle imzalar atmış ve K. Atatürk ismi üzerine imza eksizleri yapmıştı. Kemalist edebiyata göre yeni yaratılan Türk milletinin / ulusunun banisi de K. Atatürk idi. Atatürk, “Türk Milleti’ni yoktan var ederek TC vatandaşlarını yaratmıştı.” Mustafa Kemal, 1920’li yılları sonunda oluşturduğu Türk Tarih Tezi perspektifine göre “yeni Türk ulusu” banisinin ve kurucu liderinin K. Atatürk olması gerektiğine kendisi karar vermişti.
Atatürk’ün İslam kimliği yerine seküler-laik Türk kimliğini ön plana geçirdiğinin ikinci örneğini ise Mustafa Kemal ismini terk etmesinde görebiliriz. Anıtkabir’deki “Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi”nin özel bir köşesinde Mustafa Kemal’in yeni nüfus cüzdanı/kağıdı yer alıyor. İlk dikkat çeken konu Mustafa Kemal’in adının “Kamâl” olarak değiştirilmiş olmasıdır. Bu değişim de Türk kimliği ile ne ifade edilmek istendiği daha açık olarak anlaşılmaktadır. Soyadı Kanunu’ndan sonra çıkartılan nüfus cüzdanında (kimliğinde) Arapça olan Mustafa adı çıkartılıp, Mustafa Kemal’e yerine Kemal Atatürk denmiştir. İkinci ve son olarak çıkartılan kimliğinde de (nüfus cüzdanında) bu sefer Arapça “olgunluk ve erdem” anlamına gelen Kemal adı Kamâl’a dönüştürülmüştür. Kamâl’ın Türkçe alt yapısına ait bir kelime olduğu iddia edilmiş; ama 1932 yılında kurulan TDK bu iddiayı delillendirememişti. Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam” kitabında bu konuyla şöyle bir bilimsel açıklama(!) bulunmaktadır: “Türkçeleştirme hareketleri sırasında, bir aralık ‘Kemal’ adını, ‘Kamâl’ gibi kullanma hareketleri görüldü. Buradaki Kamâl kelimesi galiba kale manasına alınıyordu.”
“Türk ulusunun yaratıcısı”na tazim
Osmanlı Devleti’nin son döneminde gerek Türkçü öğretim görevlisi Mizancı Murat’ın dostu olan Abdulhamid Han’ın, gerek İttihad Terakki Cemiyeti’nin bir tarz-ı siyaset olarak baktıkları Türkçülük teorisini, Atatürk, Anadolu Savaşları’nı vesile kılarak bilfiil uygulamaya geçirmiş ve ete kemiğe büründürmüştür. İnsiyatif kullanıp iktidar erkini elinde tutma başarısıyla yeni bir Türk Ulus Devleti kurmuş, bu başarısını da “Bir ümmetten bir ‘millet’/ulus yarattık” ifadesiyle ilan etmiştir.
Osmanlı sonrası ulus devletlerle ulus toplumlar olmaya zorlanan ümmet yapımızın Türkiye sınırları içinde kalan bakiyesi, resmi uygulamaya göre kök olarak sarı ırkı savunanlara rağmen beyaz ırk irtibatıyla oluşturulan Türk toplumuna dönüştürüldü. Milli eğitim müfredatından askeri eğitime kadar toplumun en az yüzde 25’ine işlenen Kemalist kimlikten, belki yüzde olarak ondan daha fazla yayılan milliyetçi kimlikten Türk milliyetçiliğine yönelen büyük çoğunluğun potansiyeli Atatürk’ü bani olarak gördü ve Türk milletinin biricik baş öğretmeni olarak kabul etti. Özellikle Kemalistler bu aidiyetlerini Atatürk heykelleri ve büstleriyle simgeleştirmişlerdir. Dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar bir kişiye ait heykel ve büst enflasyonu kanunla, yönetmeliklerle ve özellikle darbe dönemlerinde eşrafa ve belediyelere uygulanan baskılarla gerçekleştirilmiştir. Yani ümmet bakiyesi olan ve anasır-ı İslam denilen Türkiye toplumuna yukarıdan aşağıya kurgulanmış Türk uluskimliği zorunlu bir elbise olarak giydirilmiştir; “Köylü milletin efendisi” denilirken de bir kişinin belirleyiciliği bir nevi ikonlaştırılan tuğyan içinde dayatılmıştır.
Atatürk’ü şiirleriyle, köşe yazılarıyla, merasimleriyle kutsayan anlayış uzun bir dönem Atatürk’ü Türklüğün (Yeni oluşturulan Türk ulusunun) kurucusu olarak göstermiştir. Lakin Türk inkılaplarından sayılan “Türk Tarih Tezi”nin ve Dil Devrimi icraatı içinde piyasaya sürülen “Güneş Dil Teorisi”nin daha sonra ortaya çıkan saçmalıkları nedeniyle nasıl terk edildiyse, bir kişinin bir ulusun atası olamayacağı vakıasından kalkarak bu sefer Atatürk’ün Türk ulusunun atası değil, “Ataları gibi Türk anlamına geldiği” türü tevillerle tapınılma eğilimi gösterilen bu abartı büyük ölçüde gerilemeye veya form değiştirmeye başlamıştır.
Atatürkçü ve milliyetçi kimlik anketleri
İslam ile ilgili aidiyetlerin ötelendiği, örtüldüğü veya yasaklandığı süreçlerin sonucunda Türk ulusal kimliğinin fiiliyatta ilk kurucu öncüsü olan Atatürk’ün misyonunu önceleyen ve onun Türk inkılaplarını doğrudan savunan Kemalist okuma biçimleri 2010 ve 2019 yıllarında yapılan kimlik anketlerinde birinci sıra görünmüştür. Örneğin Adil Gür’ün A&G Araştırma Şirketi’nin 2010’da Türkiye genelini gözeterek yaptığı kimlik anketinde şu sonuçlar ortaya çıkmıştır:
A&G’nin 2010’da yaptığı ankete göre her iki kişiden biri (yüzde 50) “Ben Atatürkçüyüm” demekteydi. Atatürkçülükten sonra ikinci ortak payda olarak milliyetçilik geliyordu. Bu ankete göre mükerrer tercihlerle birlikte çıkan sonuç şuydu:
Her yüz kişiden 50’si Atatürkçü.
Her yüz kişiden 44,6’sı ‘Milliyetçi’.
Her yüz kişiden 34,8’i laik.
Her yüz kişiden 29,3’ü dindar.
Optimar Araştırma Şirketi’nin Temmuz 2019 tarihinde Türkiye genelini gözeterek yaptığı kimlik anketinde de şöyle bir sonuç ortaya çıkmıştır:
Atatürkçüler: Yüzde 25.2
Milliyetçiler: Yüzde 22.1
Demokratlar: Yüzde 11.3
Muhafazakârlar: Yüzde 9.7
Dindarlar: Yüzde 7.8
İslamcılar: Yüzde. 4.5v.d.
Lakin DİB tarafından 2000’li yıllarda yaptırılan anketlerde de düzenli namaz kılanların oranı yüzde 24, ramazan boyunca oruç tutanların sayısı yüzde 60 civarında çıkıyordu; 2019’da Optimar Anketi’nde ise düzenli namaz kılanların sayısı yüzde 39.1, Ramazan boyunca oruç tutanların sayısı ise yüzde 65,9 olduğu görülmektedir. Yani
2000’lerde,
Düzenli namaz kılanlar: Yüzde 24
Ramazan orucunu tutanlar: Yüzde 60
2019’da,
Düzenli namaz kılanlar: Yüzde 39.1
Ramazan orucunu tutanlar: Yüzde 65,9’dur.
Bu tür anketlerde eksi veya artı olarak yüzde 2’lik yanılma payına dikkat çekilmektedir. Anketlerin dürüstlüğü söz konusuysa, görülen o ki namaz kılma ve oruç tutma oranlarındaki artış dindarlaşmaya veya İslamcılaşmaya değil muhafazakârlaşmaya akmaktadır. Zira hem oruç tutuyor hem Atatürkçü, hem namaz kılıyor hem milliyetçi bir dağılımdaki çoğalma, İslamlaşmaktan çok Türk veya Kürt kimliği ile veya seküler kimlik ile birlikte muhafazakârlaşma boyutunun yaygınlaştığını gösteriyor.
Ele aldığımız bu süreçle ilgili üç konu dikkat çekmektedir:
1-: Mustafa Kemal Paşa, TBMM’de 21 Haziran 1934’te kabul edilen Soyadı Kanunu çıkmadan K. Atatürk imzası için eksiz çalışmaları yapmıştır. Yani anlaşılan odur ki daha kendisine Atatürk ünvanı verilmeden o bu ismi kendisine vermiş veya yakıştırmıştır. Meclis, Atatürk vasfını daha sonradan kabul etmiştir.
2-: Mustafa Kemal’in yeni ismi ile birlikte İslami bir muhteva taşıyan ve Arapça olan eski namı Mustafa Kemal silinmiş, yeni namı Kamâl Atatürk olmuştur. Bu da bir Türk ulusu yaratabilmek adına gerektiğinde İslami olan her konuyu silmek, unutmak veya tasfiye etmek demenin bir işaretiydi.
3-: Kamâl Atatürk’ün 21 Haziran 1934’te kabul edilen yeni namı ve söylediği “Bir ümmetten bir ‘millet’/ulus yarattık” mottosu, aslında Avrupalı hem İtilaf hem İttifak devletlerinin zaaflı ümmet varlığımızı bölüştürerek yapmak istediği şeydi.
Batılaşarak mı İslamlaşarak mı dirilmek?
O tarihlere yönelik Bernard Lewis, “millet” kavramını “Kutsal kitaba inanarak bir araya gelen insanların oluşturduğu topluluk” olarak değerlendiriyordu. (İslam’ın Siyasal Söylemi, sf: 57, Çev.: Ünsal Oskay, Phoenix Yay., Ankara 2007) Yani Lewis, “millet” ifadesiyle Osmanlı toplumunda anasır-ı İslam’ı tanımlıyordu. Oysa W. Churchill başkanlığında yapılan 1921 Kahire Toplantısı ile ümmet coğrafyası ulus sınırlara bölünmüş ve ilerlemeci Batı görüşünü savunan iç elitler eliyle bu sınırlar içinde ulus devletler kurulması, ulus devletler eliyle de yukarıdan aşağıya doğru ulus toplumlar inşa edilmesi istenmişti. Yani her ulus devletin bir ulus toplumu olacaktı. Her ulus devlet ve ulus toplum Avrupalılar için güvenliği oluşturulacak bir Pazar demektir. Maalesef bu sonuca gelindi. Bu şartlar içinde de İttihad-ı İslam’a yürüyebileceğimiz ıslah çabaları, etraflarına örülen arkaik ve modernist barikatları aşamadı. Modernist ve ulusalcı eğilim dindarlığımızı hatta İslamcılığımızı gittikçe önemli ölçüde muhafazakârlığa dönüştürdü.
İslam’ı alt kimliğe indirgemek isteyen Türk inkılabının veya Atatürk ilke ve inkılaplarının teorik temelleri İttihad Terakki Teşkilatı döneminde döşenmeye başlandı. Bu bilinen bir gerçektir. Avrupalılarca Anatolia ve Turkia diye kullanılan ifadelerle ana vatan olarak Anadolu veya Türkiye’nin oluşturulması, harf inkılabı, tartı-ölçü ve takvim değişimi, Türk milliyetçiliği, Avrupalı kanunların intihali, dinin uluslaştırılması gibi konular İTT kadroları tarafında tartışılmış hatta bazı konuların icraat tasarıları yapılmıştı. II. Abdülhamit ve akabinde gelen padişahların çevresindeki paşalar ve müşavirler arasında da bu tartışmalar yapılmış, Saray’da batılı yaşam tarzına öykünen uygulamalar görülmüştü. Ama Cemaleddin Afgani, Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Elmalı Hamdi Yazır, Said Nursi, Babanzade Ahmet Naim gibi İttihad-ı İslam idealini ön planda tutan ulu’l-elbab ise Saray çevresinde de İTT içinde de daha özgün ve uyarıcı olarak duruyor ve Enver Paşa gibi darbeci bir lideri kısmen de olsa olumlu yönde etkileyebiliyorlardı. Ama Süleyman Hüsnü Paşa, Ali Suavi gibi öncü Türkçülerin devamı olan Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Halide Edip gibi tipler İslam’ı bir Türk dinine dönüştürmenin ve Osmanlı toplumundan ayrı bir Türk ulusu üretmenin teorik zeminini oluşturdular. Atatürk de bu teorik zeminden beslenerek büyüdü ve uygulamalar gösterdi.
Bağımsızlık mücadelesini yürüten kadronun çoğunluğu 23 Nisan 1920’de Hacıbayram Camii’nden yürünerek açılışı yapılan Büyük Millet Meclisi (BMM) ile hedefledikleri İstanbul’daki halife-padişahın ya da İttihad-ı İslam’ı ve onun temsil ettiği Müslüman halkların kurtuluşunu sağlamaktı. Mustafa Kemal bu hedefi o dönemlerde yaptığı konuşmalarda, yazdığı bildirilerde ve çektiği telgraflarda hep beyan etmişti. Bu gayenin en güzel örneğini Enver Paşa’nın 1921 yılında Moskova’dan Mustafa Kemal’e yazdığı mektuplarda görmekteyiz. Moskova’dan göndermiş olduğu bir mektubunda Mustafa Kemal’e “Anadolu” Büyük Millet Meclisi Reisi diye hitap etmesi (16 Temmuz 1921), Anadolu’da kazanılan zaferin önce İstanbul’daki saltanatın ve hilafetin kurtarılma mücadelesi olarak tanımlama gayretini ifade etmekteydi; ayrıca açılışı yapılan Büyük Millet Meclisi’nin tüm Osmanlı topraklarını kapsayacak Âli bir meclisin parçası olduğunu, Mustafa Kemal’in Osmanlı Meclisi’nin “Reisi” olmadığını sadece Anadolu’da kurulan yerel meclisin reisi olduğunu belirtmek istemişti (Murat Bardakçı,Hürriyet, 04.07.2005). Zaten Anadolu bağımsızlık mücadelesi kadrolarının çoğunluğun inancına göre “Anadolu Meclisi” zafer kazanıldığında İstanbul’a dönecek ve faaliyetlerini payitahtta sürdürecekti. Anadolu Meclisi’nin temel stratejik hedefi bağımsızlık mücadelesi kadrolarına göre de Enver Paşa’nın şu ifadesinde görülmektedir: “Bütün mücadelem İslam alemini kurtarmaktır… her halükârda bir gün döneceğim.”
Mustafa Kemal’ın bağımsızlık mücadelesindeki dava arkadaşları Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay gibi paşaların beklentileri de Enver Paşa’dan farklı değildi. Örneğin Atatürk “Nutuk”unda Rauf Bey (Orbay)’in o dönemlerde benzer anlayış içinde olduğunu aralarındaki diyaloğu aktararak belirtmektedir. Kendisi de bu kanaate itaat eden söylem ve demeçler vermiş ama aynı kanaatte olanları ise zaferden sonra gerici olarak nitelemeye başlamıştır.
Mustafa Kemal’in açık olmayan veya Türkçülük adına takiye yapan yaklaşımı ile aynı paralelde yürüyenler BMM’de Birinci Grup’u oluşturmuş ve Mustafa Ağırman’ın “Cumhuriyeti kuran gizli komite” yazısında işlediği gibi BMM’de 35 kişilik illegal bir güce dayanmıştı (30 Ekim 2016). BMM’deki İkinci Grup ise işbirliğini reddeden yerli, milli, İslami duygularla Meclis’in açılışında vaat edilen hedeflere bağlıydı. Mustafa Kemal’in silah ve dava arkadaşları Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi paşaların beklentileri de Enver Paşa’dan pek farklı değildi.
10 Ağustos 1920’de Sevr müzakereleri imzalandıktan ve Yunan Harbi için ordu düzenlenmeye başladıktan sonra 08 Şubat 1921 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile BMM’nin başına Türkiye ismi getirilerek Meclis tanımı, TBMM oldu. Daha sonra da Meclis’in yetkilerini kullanmak imtiyazı ile Mustafa Kemal’e 05 Ağustos 1921’de başkomutanlık unvanı verildi. 35’liklerle Mecliste oynadığı rol ve başkomutanlık vasfından sonra Mustafa Kemal Paşa sorgulanmayan geniş yetkileri (layüsel hali) ile belirleyici tek adam otoriterizme doğru hızla ilerledi.
Lozan görüşmelerinde başlayan batıcılık
İzmir’in Kurtuluşu ile Lozan Antlaşması’na giden süreçte Birleşik Krallık içinde 2 uçak gemisinin de bulunduğu donanmasını İstanbul’a göndermişti. Aynı süreçte ABD de 13 yeni savaş gemisini Türkiye sularına göndermişti. Yunan kuvvetlerine karşı elde edilen zaferin ardından Mudanya Ateşkes Antlaşması imzalanır imzalanmaz İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922’de TBMM Hükümeti’ni Lozan’da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler. İnönü başkanlığında Rıza Nur ve Hasan Saka’dan oluşan üç kişilik bir heyet bazı müşavirlerle birlikte Lozan’a gönderildi. Heyet’in tercümanı İstanbul Baş Hahamı Naum Haym idi. Kadir Mısıroğlu’nun Meclis zabıtlarından ve Rıza Nur’un “Hatıratım” adlı yasaklanan kitabın derlediği bilgilere göre görüşmelerde Türk heyeti, müttefik diplomatlara yeni kurulacak devlette laikliğin uygulanacağını, adlî murakabeyi kabul edecekleri yıllar içinde medeni kanunu Avrupa’dan aynen alacaklarını, padişahlığı lağv ederek din ve hilafetin devletten ayrılacağını peşin peşin ifade ederek frenklere şirin görünmeye çalışmışlardı. Perde arkasında ise başta hilafetin ilgası olmak üzere birçok taahhütlerde bulunmuşlardı. Ancak Türk heyeti Misak-ı Milli sınırlarında ısrar edince İngiliz heyetinin öfkesi ve tehdidiyle karşılaşılmış ve görüşmelere 4 Şubat 1922’de ara verilmiştir (Lozan Zafer mi Hezimet mi, Sebil Yay., 2010).
Lozan görüşmelerine ara verildiği süreç içinde 17 Şubat – 4 Mart tarihleri arasında İzmir İktisat Kongresi yapılmış, Lozan Heyeti’nin çevirmeni Naum Haym İzmir’e giderken, Heyet, Meclis görüşmeleri için Ankara’ya gelmiştir.
Kurucu lider 17 Şubat’ta başlayacak olan İktisat Kongresi öncesi 07 Şubat’ta öğlen namazında Balıkesir Zağanos Paşa Camii’ne gitmiş ve namazdan sonra da minbere çıkarak şu hitabette bulunmuştur. “Millet! Allah birdir, Şanı büyüktür. Allah’ın selameti iyiliği ve hayrı üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz Hazretleri, Cenâb-ı Hakk tarafından insanlara hakikatleri tebliğe memur ve resul (elçi) olmuştur: Kanuni esasi, hepinizce malumdur ki, Kur’an-ı azîmüşşan’daki nasslardır…” (Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, sf: 376, Doğan Kitap, İstanbul 2008.)
İzmir İktisat Kongresi açılış konuşmasını ise Taha Akyol şu şekilde özetlemiştir:
“Bir, Yeni Türkiye ‘sistem’ dışına çıkmayacak [Osmanlı şer’i aidiyetlerini bırakacak], kapitalist Batı kampında kalacaktır (‘yabancı sermayeye hürmetkâr olacaktır’), Bolşevik düzeniyle hiçbir ilişkisi yoktur.
İki, kapitülasyonlar asla kabul edilmeyecektir; Türkiye ‘sistem’e karşı değildir ama ‘sistem’e tam bağımsız bir üye olarak dahil olacaktır.” (a.g.e., sf:386–387)
Sabahattin Selek, Mustafa Kemal’in Büyük Taarruz’dan sonra “kapitalizm, emperyalizm” gibi kavramları terk edişi ve İktisat kongresinde yaptığı konuşma nedeniyle “Anadolu İhtilali II” kitabında zaferden sonra “kendi felsefesine bu noktada ihanet” etmiştir demektedir (sf: 312, Kastaş Yay., İstanbul 2010). Ama Akyol, Selek’in 1960’ların solculuğuyla kullandığı ifadelerini ağır bulur. Ona göre Mustafa Kemal Batıcı idi, Bağımsızlık Savaşı’nda kuvvet toplamak ve zafere ulaşmak için hem İslamî hem Bolşevik kavramları öne çıkaran bir strateji izlemiş, zaferden sonra kendi deyimi ile “Garp’a teveccüh” etmiş, Batı’ya yönelmiştir. (sf: 389)
Meclis’te 21 Şubat’ta İnönü’nün Lozan için anlattığı görüşmeleri için anlattığı safahat büyük tepki almış, bu tartışmalar sonucunda İkinci Grup, Meclis’te büyümeye başlamıştır. En fazla itiraz edilen konu ise Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Musul, Suriye sınırları, Antakya, Kıbrıs, Adalar, Trakya konusunda hatta Boğazlar için bile muarızlarımıza kapitülasyonların kaldırması karşılığında verilecek gibi görülen tavizlerdi. İtirazlar neticesinde İkinci Gurub’un öne çıkan liderlerinden Ali Şükrü öldürüldü ve I. Meclis defakto bir durumla kapatıldı. II. Meclis seçimlerinde adaylar ise Mustafa Kemal ve Komisyonu belirledi. Yani Selek’in ifadesiyle Anadolu İhtilali evlatlarını yemeğe başlamıştı. 35’li çete Meclis’te faaliyetteydi. Peşinden 3 Mart 1924’te Hilafet kaldırıldı ve Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de İslami eğitimin özerkliğine son verildi.
Müslümanları azaltmaya çalışan bu girişimlere karşı halkın birçok bölgede tepkisi vardı. Bunun üzerine Başbakan İnönü II. Meclis’den sıkıyönetimin ilanını istedi. Bu teklif Meclis’ten kabul görmeyince görevinden istifa etti, yerine daha ılımlı bir yönetici olan Fethi Okyar geçirildi. Ancak Garplılaşma veya Frenkleşme çalışmaları yönetimdeki atamalarla ve basına yansıyan haberlerle oldukça rahatsızlık vericiydi. Bu çözülmeye 13 Şubat 1925’te tepki vermeye çalışan Şeyh Sait ve gerçekleştirmeye çalıştığı direniş bahane edilerek 4 Mart 1925’te Hükümet’e olağanüstü yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu Meclis’ten geçirildi. 6 Nisan 1925 tarihinde de Şark İstiklal Mahkemeleri kuruldu ve irtica avı anlayışı içinde icraatleri tüm ülkeye yaygınlaştırıldı. 25 Kasım 1925 Şapka Kanunu’na itiraz edenler başta olmak üzere batıcı ve gayrı İslami görülen konulara eleştiri sunan veya tepki gösteren onbinlerce insan yargılandı binlercesi idem edildi. Zaten I. Dünya Savaşı’nda milyonlarca evladını şehid veren, açlık çeken, iptidai şartlar altında yaşayan Müslüman halk iyice korkutuldu, sindirildi ve ezildi.
Toplumda muhalefet yapacak ortam ve zeminler kaldırıldıktan sonra da yeni Türk ulusunu biçimlendirecek inkılaplar yapıldı. Ceza, Medeni, Ticaret, İdare ve Muhakeme Usulleri Kanunları 1926-1929 yılları içinde Avrupa ülkelerinin uygulamalarından Türkçeye çevrilerek bir deli gömleği gibi Türkiye toplumunun üzerine giydirildi. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan (Anayasa) “Devlet’in dini İslam’dır” maddesi çıkarıldı. 01 Ocak 1929’da harf devrimi yapıldı.Kazım Karabekir, Türk alfabesinin Latin harfleriyle değiştirilmesine yani Harf Devrimi’ne daha 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nin Başkanlığı’nı yaptığı dönemden ciddi itirazlar getirmişti.O, “Kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız binlerce cilt eserimiz …. yazılmış iken latin harflerini kabul ettiğimiz gün en büyük felaket olacaktır …. Latin harfleri o kadar karışıktır ki bizim dilimizi kabil değil terennüm edemez … Bizim İslam harflerimiz yeterli değilmiş dolayısı ile latin harfleri alınmalıymış ….” diyerek felaket olarak nitelendirdiği bu duruma karşı olduğunu ilan etmişti(Gündüz Ökçün, İktisat Kongresi 1923, sf: 243-256, S. Piy. Yay., Ankara 1997). Ama o da güya Mustafa Kemal’e İzmir’desüikast yapacağı iddiası ile 97 kişiyle birlikte tutuklanmış ve İstiklal Mahkemesi’nde idan suçlamasıyla yargılanarak sindirilmişti. Peşinden ikibuçuk sene sonra Latin Harflerinin kabulü kanunu çıkartıldı, Osmanlı arşivlerinin önemli bir bölümü hurda fiyatına Bulgaristan’a satılıp tren vagonlarıyla yola çıkarıldı.
Avrupa, Avrupa-dışı toplumlara en önemli sömürü formu olarak ulus sistemleri ihraç etmeye çalışmıştı. Onlar için ulus devlet ve toplum oluşturduktan sonra rejimin Cumhuriyet mi, Krallık mı, Şeyhlik mi, Şahlık mı, Cemahiriye mi olduğu çok önemli değildi. Bölmek, ulus asabiyeleri içinde birbirine düşürmek ve Pazar oluşturmak asıldı. Ümmet coğrafyasında Türk kimliği olarak ulusal bir yapı kurmada ilkliği açısından Türkiye hep takdirle karşılandı ve örnek gösterildi.
Örneğin Fransız olan ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger, “Mustafa Kemal’in eseri II. Dünya Savaşına kadar Türkiye çapında değerlendirilmiştir. Eski bir ülkenin çağdaş bir ulus haline gelmesi için harcanan çabayı beğenmeyen yoktur. Söz konusu eser 1945’ten bu yana bir örnek değeri kazandı. Kemalizm, Türkiye tarihinin bir sayfası olmaktan çıkıp siyasal bir sisteme önderlik etmeye başladı. Çünkü yeryüzünde henüz Moskova ya da Pekin etkisine girmemiş olan üçüncü çeşit devletlere bu sistem yol göstermektedir. Bu sistem yarı gelişmiş uluslar için Marksizm’in karşısına dikilen ikinci bir seçenektir,” demektedir. (Prof. Dr. Suna Kili, Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli, sf: 44-45, İş Bankası Yay., Ankara 1983)
İngiliz istihbarat servisinin adamı ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee ise şu ifadeleri kullanmaktadır: “Atatürk bir öncüydü. 1920’den sonra Atatürk’ün Türk ulusu ile başardıkları, öbür ülkelerin, uluslarına yardımcı olmak isteyen önderleri tarafından örnek alınmıştır.” (a.g.e.,sf: 44)
İnsanlık ve ümmet coğrafyası “sistem”den rahatsız ama rehbersiz. Yahut rehberlikler yetersiz. Tevhid, adalet ve özgürlük arayışı insani ve İslami duyarlılık adına çok önemli bir çizgi. Özellikle bu çizgiyi takip edenlere yönelik hakikatin tanıklığını yapmak ve ıslah mücadelesini yüklenmek, dareyn’in en önemli anahtarı olmalı.
Dün ümmetten ulusa düştük.
Yarınımızı ise ulustan ümmete doğru kurabilmeliyiz. Yaratıcımızın tartışmasız sabiteleri ve evrensel ilkeleri Yüce Kur’an’da Siret-i Resul’ün mütevatir uygulamalarında oldukça açık …
Hamza Türkmen / Vuslat Dergisi Temmuz Sayısı