Eğer zihninizi sürekli bir şeylerle meşgul edip uyuşturmuyorsanız zor bir hayatınız olacak. Çünkü insanın canını acıtan çok şey var bugünün dünyasında. İçine çekenler için bu hayatı solumak zor, farkına vardığın şeylerle yaşamak zor…
Eğer bir çaresini bulup kalbinin sırtını daha büyük bir hakikate dayamıyor, parçalarını bir arada tutan tutkalı bir şekilde içinde saklı tutamıyorsan, hayatın her şeyi birbirine katan acımasız rüzgarlarıyla oradan oraya savrulup durman ve nihayet parçalara ayrılarak un ufak dağılıp gitmen hiç uzak ihtimal değil… İnsanlığımızın gediklerini örtmek için bulduğumuz bütün çareler elimizden alınıyor tek tek. İnsan, insanın en büyük düşmanı haline geldi adeta. Hayatı herkese dar etmek, yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz anlam oksijenini dumana boğmak için birbiriyle yarışıyor sanki bütün kalabalıklar. Bu yaşadığımız en büyük ve kendini en iyi gizleyen afet olsa gerek! Yediğimiz vurgunla uyuşmuş durumdayız ve nefesimiz kesiliyor yavaş yavaş. Kafamızı kaldırmak ve bu yıkıcı darbelerden salim bir yerlere atmak zorundayız kendimizi. Hakikat, insanın ve hayatın hakikati her zaman olduğu yerde duruyor olmalı. Şüphesiz öyle! Ve ne yazık, hakikatin yanındaki, içindeki, nezdindeki yerini kaybeden biziz! Sersemlemiş halde bocalayıp duruyor, boyumuzu aşan bu kayboluşun harcından dünyadaki herkese hoşça vakit geçirecek parlak bir yalan inşa etmeye çalışıyoruz.
“Çılgın gibiyim. Her şeyi anlamak, her şeyi öğrenmek, her şeyi yapmak, her şeyden zevk almak, her şeyden acı çekmek istiyorum, evet, her şeyden acı çekmek. Ama bunların hiçbiri yok, hiç, hiç! Sahip olabilmek, hissedebilmek istediğim şeylerin fikri beni mahvediyor. Hayatım uçsuz bucaksız bir düş… Kimi zaman bütün suçları, bütün ahlaksızlıkları, güzel, soylu ve yüce olan bütün fiilleri işlemek, güzeli, doğruyu, iyiyi su gibi bir çırpıda içmek ve sonra da hiçliğin dingin bağrında sonsuza dek uyumak istiyorum. Bırakın ağlayayım” diye yazmış Fernando Pessoa, öz kederiyle yoğurduğu kitabı ‘Pessoa Pessoa’yı Anlatıyor’da.
“Bu yaptığının doğru olup olmadığını sordun mu hiç kendine?” diye sordu biri. “Kimin buna vakti var ki artık!” diye cevapladı bu soruyu diğeri.
“Alışkanlık zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olur” diyor Arthur Schopenhauer.
Herkesin büyülenmiş gibi aynı şeyleri yaptığı ve bunları sürekli tekrar ettiği bir dünyadayız. Yapmak için doğru şeyleri bulmuşsak, bu yerinde saydıran tekerrür hali belki o kadar mesele edilmeyebilir. Ama doğru şeyleri bulamamışsak, zamanı hızla tüketen bir yanlışın yörüngesinde esir kalmış dönüyoruz demektir. Bunun aslî yörüngemiz olmadığı açıktır; bu daha çok her geçen gün daha fazla kapıldığımız bir girdaptan başka bir şey değildir.
“Cevabı bilenler parmağını kaldırsın” dedi öğretmen. Hiçbir soru kaldırmadı parmağını.
Kederi bir hastalık gibi görüp tedavi etmeye çalışıyorlar. Oysa hayatın muhasebesini başlatan ilk adımları attıran şey kederlerimizdir. Yanlış olan her şey insanı üzer, üzmelidir. Bizi kaybettiğimiz şeyleri yeniden aramaya sevkedecek olan kederlerimizdir. Korkmayalım kederlenmekten, sahip çıkalım kederlerimize. İşte her şey aşikar; kederlerden arıtılmış bir dünyanın hayalini kuranlar, hızlarını arttırmak için bütün anlam ağırlıklarından kurtulmaya çalışıyorlar.
“Şu dünyada kederini güzelleştirecek bir şey bulamıyorsan” dedi meczup, “işte asıl buna kederlen!”
Yeni Şafak / Gökhan Özcan