“Benim bir evim var, içinde iki erkek, üç kadın var. Bilin bakalım kim?” Elektrikler kesildiğinde, tüm aile fertlerinin en çok oynadığı oyundu. Mahallemizdeki evleri sorardık. Ev ev tanırdık hepsini ve içinde yaşayanları.
Önce mahalle kayboldu. Şimdi ev kayboluyor. Hayatın merkezi olan evimizden bahsediyorum.
EV, YAŞAMIN MERKEZİYDİ
35 yaş üstü herkesin çocukluğunda, “ev”in tüm yaşamın ana merkezi olduğuna dair anıları vardır. En güzel film repliklerinden birine dönüşen, “bir maniniz yoksa bu akşam annemler size gelecek” cümlesini genelde evin çocukları iletirdi komşuya. “tabi çocuğum bekleriz” cevabını da koşa koşa annesine ulaştırırdı.
Ev ziyaretleri, o dönem yaşamın en önemli aktivitelerinden biriydi. Komşuluk dediğimiz, o çok değerli dostluk ilişkisi, bu ev oturmalarında pekişirdi.
‘Misafir odası’ diye bir yer vardı. Evin en güzel odası, en güzel eşyaların olduğu yerdi. Misafir yokken giremezdik oraya. Girdiğimizde, “ne işin var misafir odasında” cümlesinin ardından, anne terliği gelirdi.
Haklıydı. Çünkü kapı aniden çalardı, bir akraba, bir misafir gelebilirdi bazen. O yüzden misafir odası temiz olmalıydı hep.
Biz, zil çaldığında kimin geleceğini bilmezdik eskiden. Şimdi kapıya bakmadan kimin zili çaldığını biliyoruz. Gelen misafir değildir, onu biliyoruz.
EV, DOĞAL EĞİTİM MERKEZİYDİ
Evdeki sohbet, yemek, çay, kahve bir büyük kültürün devamlılığını da sağlardı. Anadolu’nun yüzlerce yıldan beri süzülüp gelen, kadim kültürüdür bu.
Babalar, anneler, dedeler, nineler ve çocuklar… Kuşakların bir arada bulunduğu yegane yer, evlerdi. Orada bir kültür aşılaması yapılır, çocuklar doğal bir eğitimden geçerdi. Nasıl oturulur, büyüklerle nasıl konuşulur, sofrada nasıl yemek yenir? hep evdeki doğal eğitimin bir parçasıydı bunlar.
O ev oturmalarında kimse cep telefonuyla ilgilenmez (çünkü henüz yoktu), dertler, sıkıntılar paylaşılır, gerekirse yardımlaşmalar olurdu. Bir nevi rehabilitasyon etkisi yapardı bu ziyaretler.
Hasta, cenaze, düğün dernek, asker, hac, umre ziyaretleri ayrıydı. Onların da başka ritüelleri, ayrı seremonileri ve etkileri vardı.
‘KOMŞULUK HAKKI’ DENEN BİR HUKUK
‘Komşuluk hakkı’ dediğimiz şey, belki de bize özgü bir insan hakkı, farklı bir hukuk kavramıdır. Annelerimiz pişen yemekten, “komşuluk hakkı” diyerek yan eve gönderirdi. Babalarımız odun, kömür taşımaya yardım eder, darda olana karınca kararınca bir şey götürür, “komşuluk hakkı var” diyerek, o ulvi gerekçeyi zihnimize kazırdı. Ev mahallenin merkeziydi.
‘İnsanın evi gibisi yok’ derken, kimse abartmıyordu. Bir huzur mekanı, bir liman ve sıcak bir yuvaydı evlerimiz. Evi sıcak yapan, evin içindekilerdi kuşkusuz. Ana kucağı, babanın dağ gibi güven veren varlığı, kardeş sevgisi, varsa dede, nine şefkati… Evi ev yapan, içindeki değerlerdi. Ev, ailenin merkeziydi.
Ortak yemek, ortak kahvaltı, ortak film izlemek, ortak oyunlar (tombala), ortak gezmeler ve ortak hüzünler… Ev halkını birbirine kaynaştıran, o evi sığınılacak liman yapan şey bunlardı. Ev dayanışmanın merkeziydi.
BÜYÜK ŞEHİRLERDE KAYBOLAN EV
Artık kimse ev ziyaretlerine gitmiyor büyük şehirlerde. Anneler telaşlı telaşlı misafir için yemekler hazırlamıyor. Mahalle öldüğü için komşuluk da öldü. Üst katımızda kim oturuyor bilmiyoruz artık.
Taziyeler için evler değil de vakıfların, derneklerin mekanlarına gidiliyor. Biriyle görüşeceksek, kafelerde randevular veriliyor.
Evlerimizden misafir odası kalkalı çok oldu. Her çocuğa bir oda veriliyor şimdi.
Ev dertlerin, sıkıntıların giderildiği bir liman olmaktan çıktı. Akşamları uyumak, sabahları üst baş değiştirmek için var.
NEYSE Kİ ANADOLU VAR
Adıyaman’da bir konferansa gittiğimde beni kahvaltıya restorana değil de, bir eve götürdüklerinde bir kez daha fark ettim. Hala evler toplanma merkezi, hala canlı.
İnsanlar hala ev ziyaretleri yapıyor. Komşuluk hakkı orada halen geçerli
Allahtan Anadolu var. Orası olmasa ne yaparız bilmiyorum.
Yeni Şafak / Kemal Öztürk