-“Ben ne yaptım, ben ne yaptım” diye sızlanıyordu genç adam. Dizleri üzerine çökmüş, bir yandan hayıflanıyor bir yandan da parçalanan aynayı bir araya getirmeye çalışıyordu. Titreyen sesi gibi, birleştirmeye çalıştığı aynalar da şekilsiz bir hal aldı zamanla. “Parçalar birleşince her zaman bütün olmuyormuş.” Bunu şimdi anlamıştı genç adam. Beyaz yüzünden kan çekilmiş, teni daha da beyazlamıştı. Aynayı parçalamamış olsa ve kendini böyle görse, belki kendinden korkardı.
Birden titreyiverdi, yerden toplamaya çalıştığı aynalardan biri parmak ucunu kesmişti. Refleksi sayesinde, hızla, daha fazla hasara uğratmadan elini çekmişti. Buna rağmen beyaz parmakları bir anda kana bulandı. Panikle ayağa kalktı. Elini saracak bir şeyler aradı. Temiz bir bez bulmak ümidiyle etrafı kolaçan etti. Ama dağınık odasında bir şey bulamadı. Bir yara bandı bile yoktu. Cebine evin anahtarını koyarak kapıyı çekti. Sokağa çıkmıştı. Sokağın başındaki küçük marketten yara bandı bulmayı ümit ediyordu. Sağlam eli ile yaralı, kan damlayan parmağını baskılayarak yürümeye devam etti.
O anda burnuna acayip bir koku geldi. Yanılmıyordu. Sokak ahır gibi kokuyordu. Etraftan hayvan kokuları geliyordu. Evet, evet, sadece koku değil hayvan sesleri, böğürmeleri de geliyordu. Bu seslere insan sesleri de karışıyordu. Şaşırmıştı. Şehrin ortasındaki bu gürültü ne olabilirdi ki?
Genç adam yaralı parmağını bırakmadan ama onu da sıkıca tutarak sesleri takip etti. Sesler ve kokular onu, evinin birkaç sokak arkasında ki semt pazarına getirdi. İnsan kaynıyordu her yer. Bir anda ortaçağda hissetti kendini. Çoluk çocuk birçok aile, semt pazarını doldurmuşlardı. Etrafını sardıkları hayvanların yanında kurban işlemi için hazırlık yapıyorlardı.. İnek, koyun, dana, koç gibi birçok hayvan vardı. Tiksinerek baktı ortama. Ama diğer yandan da merakına baş gelemedi ve daha da yaklaştı. Daha önce hiç tanık olmamıştı böyle şeylere. Ailesi zaten kurban kesmezdi. Bugünün Kurban Bayramı olduğunu unutmuştu. Bu tür inanışlara karşı idiler. Ancak bir defasında, hem de yakın zamanda okuduğu kitaplardan birinde, İbrahim peygamberi ve oğlu İsmaillin kurban edilişini okumuştu. Korku ve hayranlık kalmıştı aklında. Etkilenmişti doğrusu. İnsanın boğazlanması korkuyu, korkuya üstün gelmekte hayranlığı çağrıştırıyordu artık genç adamda. Ama sokakta ne İbrahim vardı ne de İsmail. Bunu bilmek genç adamda bir kez daha tiksinti uyandırdı. Birazdan tüm hayvanlar boğazlanacaktı ve her taraf kan gölüne dönecekti. İnsanların mutlu ve vahşi koşturmaları izlemeye değmeyecek bir seyirlikti.
Tam dönüp eve gitmek üzere idi. Pazarın en uç kısmında, üç genç gördü. Bir kurbanlık dana etrafında toplanmışlardı. Çevrelerinde diğerlerinde olduğu gibi kalabalıklar yoktu. Onlar da kurban keseceklerdi belli ki. Hazırlıkları onu gösteriyordu. Genç adam, merakını yenemedi ve onlara yaklaştı. Bir durum seziyordu ama ne olduğunu bilmiyordu.
İyice yaklaştı. Üç arkadaş, kurbanı kesecek şekilde hazırlıklarını yapıp bir şeyler okumaya başladılar. Ama okudukları ezberdeki bir duaya benzemiyordu. Onları duyacak mesafeye kadar yaklaşıp dinlemeye başladı.
Üç genç adamdan ilki şunları söylemişti;
-“Ey âlemlerin Rabbi olan Allah’ım. Yine bir kurbanla huzuruna geldik. Bu günü bayram edecek olan keseceğimiz kurban değil, senin amelimizi kabul edişin olacaktır. Biz, bir hayvanı boğazlayarak rıza aramıyoruz. Zira eziyeti çeken bu kurbanlık dana iken, nasıl olur da mükâfatı bize kalır. Ama biz şunu murat ederek bu amele başvurduk. Bu üç arkadaş olarak dedik ki, “bizi, yüce sahibimiz olan Allah’tan uzak kılan her ne ise, onu tespit ederek iyice tanıyalım, bilelim. Kurban vaktine kadar hazırlıklarımızı tamamlayalım. O gün, insanların bayram heyecanıyla kalktıkları gün, biz de kalkalım. Ama mutlu bir şekilde değil, sorumlu ama korkuyu hissederek. Oğlumuz İsmail’i kurban etmeye götürür gibi. Kararlı ama emsalsiz bir tecrübeyle. Bizi zayıf ve güçsüz bırakan nefisimizi, amellerimizi, sevdiğimizi, biz olmaktan uzak benliğimizi, merhametten uzak kalbimizi, cömertlikten uzak servetimizi, zarafetten uzak karakterimizi, bilinçten yoksun aklımızı, kaybetmekten korktuklarımızı, her tür korkumuzu kurban etmeye geldik. Asırlar boyu anlatılagelen ibretlik bir olayın tekrarı gibi, kurbanımızla sana geldik. Birazdan kurban edeceğimiz, aslında eksik ve fazla olan yanlarımız. Akacak kan kadar, bilenmiş keskin bıçak kadar, olacakları gören ferli gözler kadar ciddi ve kararlıyız biz bu işte. Rabbim sen şahit ol niyetimize, sen şahit ol salih amelimize. Bizi Salih kulların arasına kat ve bizi affet. Nimet verdiğin kullar gibi ödüllendir ve bizi boş işlerden uzak kıl.”
Birincinin sözü biter bitmez ikincisi söze devam etti.
-Kardeşimin dediklerini duyduk ve tekrar ettik. Rabbim şahit ol ki, en çok sevdiklerimizi ve en çok korktuklarımızı kurban etmeye geldik. Sen bizim varlığımızın ve inancımızın sahibisin. Onun için, bil ki biz İbrahim peygamberinin emsalsiz örnekliğini bir kez daha canlandırmak için buradayız. Bize sabır ver ve korkularımıza üstün kıl.
Üçüncüsü söze devam etti.
-Allahım, sana yaklaşmak salih amelle olur ancak. Bugün sana sunacağımız salih amelin, niyetlerimizden, yeminlerimizden ve bunlara sadık kalmamızdan geçtiğini biliyoruz. Birazdan keseceğimiz kurban da şahidimiz olsun ki biz sana kulluk etmekte yarışacağız ve biz salih kullarından olmaya çalışacağız. Niyetlerimizi hayırlı kıl ve ayaklarımızı İslam üzere sabit kıl. Biz, bugün ciddi bir iş için toplandık ve yaptığımız işin sorumluluğunun farkındayız. Sen bize sahip çık ve amellerimizi boşa çıkarma.
Üçüncü kişinin de yarı dua yarı nutuk atar halini hayretle izleyen genç adam olayın devamını izlemeden oradan uzaklaştı. Çok özel bir ana tanık olmuştu. Kurban bayramı ve kurbanla ilgili bildiği pek fazla bir şey yoktu ama az önce tanık olduğu şekliyle de bir kurban duymamıştı. Tüyleri diken diken olmuştu. Okuduğu kitap aklına geldi. İbrahim peygamberi ve oğlu İsmail’i düşündü. “Ne korkusuz insanlar. Yaşarken tereddütsüz yaşıyorlar. Az önce tanık olduğum olaydaki üç şahsiyet de çok ciddi ve inançlı insanlardı. Yani öylesine yaşamıyorlardı hayatı. Öylesine yaşamak. Ne kadar rahatsız bir cümle bu. Öylesine yaşamak işte, varlıkla yokluğun tam ortası. Araf gibi. Bu kelime de nereden çıktı. Araf, araf…”
Genç adam bu kelimenin nereden aklına takıldığını bulamadan eve döndü. Kapıyı açıp içeri girdi. Yerde ayna parçaları bıraktığı gibi duruyordu. Bir süre ayna parçalarına bakındı. Toplamak istemedi canı. Cama yaklaştı, perdeyi aralayıp dışarı bakamaya başladı. Bu arada parmağındaki sızıyı hatırladı. Yara bandı almayı unutmuştu. Zaten gerek de kalmamıştı, elindeki kanama durmuş, yara kurumaya yüz tutmuştu.
Sokağa bakınmayı uzun süre sürdürdü. Bu arada üfleye püfleye iki kelime zor etti.
-Kurban mı olmalıyım kurban mı etmeliyim? Korkuyorum.
Devam edecek…