Kapitalizme Teolojik Hizmete Mûti, “Protestan Papazlığı” Heveslileri -III-
İnsanlık tarihi boyunca Âlemlerin Rabbi’nin yol göstericiliği karşısında insanoğlunun tutumu temelde iki türlü olmuştur: 1- Kitab’a uymak, 2- Kitabına uydurmak. Tabii ki ne yardan ne serden geçme yaklaşımıyla bu iki tutumun arasını bulmaya, Kitab’a uymakla, kitabına uydurmak arasında bocalayan, yerine göre Kitab’a uyup yerine göre kitabına uydurma tutumu üzere olanlar da hep var olagelmiştir.
Makale serimizin ikincisi olan bir önceki yazıda zikrettiğimiz Yunus Sûresi 15. ayetin de ifade ettiği ve Kur’an kıssaları ile Rasulullah (a.s.)’ın sîretinde de müşahhas yansımalarını gördüğümüz üzere, Rabbani mesaja muhatap olan toplumlarda bu mesajın karşısına çıkan yönetici kesimin (mele’) itiraz noktası, mesajın ictimai-siyasi-iktisadi mevcut düzen ve işleyişe müdahil ve muarız yönü olmuştur. Mekke’deki mele’ takımını teşkil eden Darun Nedve üyelerinin, Rasulullah (a.s.)’a itiraz ve muhalefeti de bu noktadaydı ve onun içindir ki “Bu Kur’anı değiştir veya başka Kur’an getir” demekteydiler.
Medyen’in yönetici takımının Şuayb (a.s.)’a itirazlarına değinen ayet-i kerime, onlar açısından meselenin Şuayb (a.s.)’ın getirdiği mesajın, onların üzerinde bulunduğu “statüko dini”ne ve iktisadi düzenlerine müdahil olan vasfıydı. Onlar, malları üzerinde diledikleri gibi tasarrufta bulunabileceklerini iddia ediyor, Şuayb (a.s.) ise, her konuda olduğu gibi iktisadi alanda da Allah’ın bildirdiği ölçülere tâbi olunması gerektiğini hatırlatıp, mal ve zenginlikler konusunda mülkiyetçi değil emanetçi bir yaklaşımla hareket edilmesi, mallar üzerinde tasarrufun Allah’ın ölçülerine tâbi kılınması gerektiğini vaz ediyordu. Tarih boyu çoğu toplumun yönetici eliti gibi onlar da ictimai-siyasi-iktisadi işleyişlerine müdahil olan bir dini kabule yanaşmıyorlardı:
“Dediler ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın.” (Hûd, 11/87)
Musa (a.s.)’ın Firavun’a şu hitabı da, ifade etmeye çalıştığımız hususa işaret edici niteliktedir: “Musa, Firavun’a, ‘Sen de biliyorsun ki, bunları insanlara apaçık deliller olmak üzere göklerin ve yerin Rabbi indirmiştir ve şüphe yok ki, ey Firavun ben senin küfründen dolayı mahvolduğunu sanıyorum’ demişti.” (İsrâ, 17/102)
Firavun’un “bildiği” hakikati inkâr yoluna gitmesinin sebebi, geçmişten günümüze insan hevasına dayalı otoritelerin Allah’ın dini karşısında tutum alış sebebiyle aynılık arz ediyordu: Allah’ın dininin, insan hevasına dayalı işleyişleri bâtıl ilan etmesi ve hakkı hâkim, bâtılı zail kılma hedefi. Bu hedef karşısında, kula kulluk ve sömürü düzenlerinin devamı için Allah’ın dinine karşıt pozisyon alan bâtıl otoriteler, bu pozisyonu iki tür yöntemle müşahhaslaştırmışlardır, tarih boyunca. Sindirme, yok etme çabası ve uzlaşarak ehlileştirme, mevcut işleyişe entegre etme çabası. Geçmişten günümüze bu konuda değişen hiçbir şey olmamıştır. Allah’ın dini de, bütün müdahilliği, bâtıla ve bâtıl ictimai-siyasi-iktisadi işleyişlere akidevi/temelden reddiyesi ile ortadadır, bâtıl ve ona dayalı bâtıl ictimai-siyasi-iktisadi işleyişler ve onların Allah’ın dinine karşı bahsettiğimiz her iki yöntemle de tutum alışları, mücadeleleri de…
Bu noktada, câhiliye Mekke’sinin, putlara tapmayan, “tek ilah” düşüncesini savunan “hanifler” konusunda son derece müsamahakâr bir tutum takınırken, Rasulullah ve arkadaşlarından bu müsamahayı niçin esirgediği sorusu da önem arz etmektedir. Özetle buna sebep; egemen işleyişe müdâhil olmayan, farklı/yeni bir hayat ve düzen önermeyen “teolojik yaklaşım” düzeyinde kalan bir anlayış ile, mevcut hayat ve düzene reddiyede bulunup, ictimai-siyasi-iktisadi yeni bir hayat ve düzen getiren bütüncül nizâm farkını görüp algılamış olmalarıdır. Müdessir Sûresi 11-26. ayetlerde söz konusu edilen, Mekke ileri gelenlerinden Velid b. Muğire’nin tutumu da bu durumun bir örneğini teşkil etmektedir.
Sîret kitaplarında ifade edildiğine göre, Velid b. Muğire, İslam dâvetine karşı tutumlarını netleştirmek için arayış içinde olan Dar’un Nedve adına Rasulullah (a.s.)’la bir görüşme yapmış, bu görüşmede Kur’an’ın icaz ve mesajından etkilenmiş, görüşme sonrası Dar’un Nedve heyetine Rasulullah ve dâvetiyle ilgili beyanlarında, onun söylediklerinin (Kur’an ayetlerinin) ne şiir ne de “sihir” olabileceğini, bu sözlerin (ayetlerin) insan sözü olamayacağını ifade etmiş, onlar da Velid b. Muğire’nin de atalarının dinini terk edip Rasulullah’a tâbi olacağından endişe etmişlerdi. Ne var ki Velid b. Muğire, muhatap olup kalbinin ısındığı İslam hakikati ile Mekke’deki siyasi ve iktisadi konum ve imtiyazı arasında kalmış, ölçmüş biçmiş, neticede hakikattan yana değil, dünyevi konum ve imtiyazından yana tercihte bulunmuş ve kanaatinin aksine Kur’an’ın bir “sihir”, insan sözü olduğunu deklare etmişti. Ayetlerde onun bu tutumu şu şekilde ifade edilmektedir:
“Şüphesiz o, düşündü ve bir ölçü tesbit etti. Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece, ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir sihirdir’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir.’ Onu sekara yaslayacağım.” (Müddessir, 74/18-26)
Geçmişten bugüne, insanların vahye karşı tutumları hep bu üç tutum çerçevesinde belirginleşmiştir. Ölçüp-biçip iman ve onun gereği ittiba edenler, ölçüp-biçip dünyevi çıkar, konum ve imtiyazlarıyla çeliştiği için inkâr edenler, iman ve ittiba iddiasına rağmen iman ve ittiba tutumu ile dünyevi çıkar ve imtiyazları arasında ara yol bulma, ne yardan ne serden geçme yaklaşımı içinde yerine göre “kitabına uydurma” ameliyesine yönelenler…
Adına “Faiz” Diyerek “Ribâ”yı Helalleştirmek!
Sözünü ettiğimiz “Kitab’a uymak yerine, kitabına uydurmak” tutumunun çeşitli yöntemleri var. “Tarihselcilik” olarak nitelenen modernist ve “rölativizm/görecelilik” adı verilen post-modernist yaklaşım biçimleri, Türkiye’de “mealcilik” olarak ifade ettiğimiz “evrenselci”, yani Kitabullah’ı inzal olunduğu dönem ve mekâna mahkûm etmeye çalışan tarihselciliğin diğer ucu olarak, Kitabullah’ı başta Rasulullah (a.s.) ve beraberindeki ilk Kur’an neslinin örnekliği olmak üzere tüm bağlamlarından kopararak onun lafızları üzerinde keyfi yorumlar yapabilme ve böylece ahkâmını iptal etme sapmasını ifade eden yaklaşım biçimi bu “yöntemler” arasında yer almaktadır.
Hatırlanacağı üzere Rabbimiz, Kur’an’ın muttakiler için yol gösterici olduğunu beyan etmektedir.[1] Dolaysıyla Kur’an’ı doğru, bütüncül olarak anlamanın ön şartı, ona muttaki bir bilinçle, yani onun çizdiği sınırlara ittiba gayesiyle yönelmektir. Muttaki bilinç yerine, dünyevi statü ve konumun korunması ön zihni şartıyla Kur’an’a “inanıldığında”, bu durumda onun çizdiği sınırlar ile içerisinde bulunulan durum arasında ortaya çıkan çelişkiyi izale etmenin tek yolu kalmaktadır, o da “kitabına uydurma” çabası… Bunun için de laf cambazlığına, kelime oyunlarına başvurmak, lafız ve mana düzleminden koparılıp keyfi yorumlara açık hale getirilmiş bir “maksat” söylemine savrulmak, son dönemlerde daha sık tanık olunan sapma biçimlerini teşkil etmektedir.
Batı tuğyanizm ve emperyalizmi[2] karşısında insanlığın sığınabileceği yegâne sağlam kale olan İslam’ın, insanların kapitalizm ve modernizmin nesnesi/kölesi haline getirilmesine engel teşkil eden hükümleri konusunda birkaç asırdır yoğun bir saptırma, “kitabına uydurma” çabası söz konusudur. Bu konuda batılı oryantalistler ile, boynuzun kulağı geçmesi misali onlardan daha cevval çıkan “yerli oryantalistler”in sonu gelmez girişimlerine tanıklık etmekteyiz. Bu yöndeki çabalarla doğrudan İslam’ın hayat menbaı çağrısını saptırmayı gaye edinenler olduğu gibi, yaşadığı hayat, üzerinde bulunduğu hal ve statü ile İslam’ın ahkâmı arasında ortaya çıkan çelişkiyi giderme noktasında, ilk Kur’an neslinin teslimiyet tutumuyla kendi hal ve yaşayışını vahye tâbi kılma tutumu yerine, tıpkı Yahudilerin tarihsel süreçte yaptığı ve Rabbimizin Kur’an’da bildirdiği üzere kelimeleri, anlamları yerlerinden oynatarak vahyi kendi durumlarına tâbi kılmaya çalışanlar da söz konusudur.
Önce askeri, ardından siyasi ve nihayet iletişim araçlarının tüm dünyada yaygınlaşmasıyla tahkim olunan kültürel işgaller yoluyla tüm dünyaya egemen kılınan kapitalizm ve modernizmin, insanları küresel sermayenin üretim-tüketim bantlarının gönüllü köleleri haline getirme, kadını nesneleştirip aile kurumunu tarumar ederek, insanları “birey” konumuna mahkûm edip kolay ava dönüştürme gibi hedefleri mâlumdur. İşte bu me’şum hedefler karşısında İslam’ın vaz ettiği hayat nizâmı ve hassaten faiz yasağı, tesettür emri gibi ictimai, siyasi, iktisadi hükümleri önemli bir engel teşkil etmektedir.
İlk olarak İngiliz işgali altındaki Hindistan’da 19. asırda ortaya çıkan modernist akımların, İslam’ın, insanlığın ictimai, siyasi ve iktisadi açıdan köleleştirilmesine engel teşkil eden hükümleri konusunda tahrifçi yaklaşımlar içine girmiş olması mânidardır. Faiz yasağı ve tesettür emri, biri iktisadi, diğeri ictimai köleliğe karşı direnişi temsil etmeleri sebebiyle en çok hedef alınan, bâtıl te’viller ve kelime oyunlarıyla ortadan kaldırılmaya çalışılan hükümler olarak öne çıkmaktadır. İşin ilginç tarafı, bu tahrifat çabalarının, batıda Hıristiyanlığın, kapitalistleşme ve modernleşmeye engel olarak görülen faiz yasağı ve tesettür emri gibi öğretileri konusunda bu öğretilerin izale edilmesine yönelik gerçekleştirilmiş teolojik çalışmalarla aynı anlayış ve yöntemlerle gerçekleştirilmeye çalışılmış ve çalışılmakta olmasıdır.
Gerek faiz yasağının, gerekse tesettür emrinin ortadan kaldırılarak, İslam’ın kapitalist-modernist tuğyan karşısındaki direnişinin kırılması ve tıpkı muharref Hıristiyanlık misali “kapitalizmin vicdanı” işlevi gören bir “statüko dini” işlevine mahkûm edilmesine yönelik tahrifat çabalarında, hâkim tutum olarak laf cambazlığı ve kelime oyunları yöntemine başvurulduğunu görmekteyiz. Üstelik bu konuda da, batıda Hıristiyanlığın asırlar içinde maruz kaldığı onca tahrifata (Önce Pavlus’un, ardından Roma İmparatorluğu’nun ve tüm süreç içinde kilisenin tahrifatları) rağmen sürdürdüğü, faizin haramlığı ve tesettür gibi öğretileri, kapitalist-modernist tahrifat süreçlerinde hangi yöntemlerle ortadan kaldırılmışsa, o yöntemler birebir kopya edilerek…
Makale serimizin ilkinde, İsa (a.s.)’ın tevhid dâvetinin tahrifata maruz bırakılmış şekli olan Hıristiyanlıkta yaşatılmış olan Rabbani öğretilerden biri olan faiz yasağının, özellikle Kalvinist Protestanlıkça ortadan kaldırılış sürecine değinmiştik. Kapitalizme teolojik hizmet yolunda gerçekleştirilen bu tahrifatta, tıpkı bugün kapitalizme teolojik hizmeti, bütüncül hayat nizâmı İslam’ı bu bütünlüğü ve ahkâmından uzaklaştırarak kapitalist süreçlere entegre ve payanda kılma çabasına girerek en ileri boyuta taşıyan kimi “ilahiyatçı”, “meal yazarı” etiketli “Protestan papazlığı heveslileri”nin “ribâ” ve “faiz” kelimeleri üzerinden yaptıkları laf cambazlığı gibi, orada da bu işin benzer bir laf cambazlığıyla kotarıldığını görmekteyiz. Bu benzerlikte tabii ki şaşırılacak bir durum yok, çünkü “bizim” Protestan papazlığı heveslilerimizin yaptığı, baştan sona batıdaki Protestan papazlarının teolojik yaklaşımlarını taklit etmekten ibarettir.
İslam iktisadı ve özelde faiz konusundaki çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Servet Bayındır, “ribâ” ile “faiz” diye bir ayrım yapılmasının İslami açıdan bir dayanağı olup olmadığını sorguladığı bir makalesinde şunları kaydetmektedir:
“Faiz kavramı ile oynayarak onu masum gösterme çabalarının diğer bir örneğini Hıristiyan dünyasında, Kilise uygulamasında görürüz. İncil’de ‘Birilerine ondan bir karşılık ummak için ödünç verirseniz, bunun için hangi teşekkür beklenir?
Günahkârlar da bir şey almak için birbirlerine ödünç verirler’ (Luka,6/34) anlamındaki buyrukla, Ahd-i kadimdeki (Tevrat) faiz yasağı tekrarlanmıştır ve teyit edilmiştir. Bu kural Hıristiyan dünyasında uzun süre geçerli kılınmış, faizli sözleşmeler Kilise kanunları ile yasaklanmıştır. Batı’da XVI. yüzyılda faizi meşrulaştırma çabaları yoğunlaşmış, Kutsal kitaptaki yasaktan maksadın insanların aşırı faize dayalı tefecilikle sömürülmesi olduğu şeklinde bir gerekçe icat edilmiştir. Sonra usury (paranın kullanımı karşılığı ödenen fiyat) ve interest (paradan mahrum kalınan süre karşılığında hak edilen gelir) ayrımına gidilerek yasak gevşetilmiş ve ilk kez 1574 yılında Cenevre’de faize resmen izin verilmiştir. Görüldüğü üzere, Hıristiyanlıkta da bizzat eyleme, yani faizin, (negatif nitelikli) iktisadi karakterine değil, dikkatler kavram tartışmasına çekilmiş ve yasağın asıl gayesi göz ardı edilerek faizciliğin önü açılmıştır. İslam tarihinde de benzer bir süreç yaşanmış ve halen de yaşanmaktadır.”[3]
Konuyla ilgili olarak, akademisyen Osman Durmaz da, “ribâ” ile “faiz” kelimeleri üzerinden yapılan kelime oyunu ve laf cambazlığıyla, Kur’an’da “Allah ve Rasulü ile savaşmak” olarak nitelenen faizi meşrulaştırmaya çalışanların nasıl bir batı taklitçiliğiyle mâlul olduklarını ifade etmek üzere “Benzer şekilde İngilizcede çoğunlukla ribâ, usury (fahiş faiz, tefecilik) kelimesi ile karşılanırken faiz, interest kelimesi ile ifade edilmektedir”[4] tesbitini yapmakta ve şöyle devam etmektedir:
“İslam dünyasında faiz ve ribâ şeklindeki ayrımı esas alan görüşler, özellikle19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlamış olup nispeten yenidir. İlk olarak, bu görüşlerin Hıristiyan batıda faiz ve ribânın ayrılarak, faizin meşrulaştırılmış olmasıyla benzerlik arz ettiğini belirtmek gereklidir. Zira faiz yasağını yumuşatmaya yönelik olarak, dinen yasaklanmış olan faizin günümüzdeki faizden farklı olduğu şeklindeki görüşler ilk defa Hıristiyan batıda ortaya çıkmıştır. Avrupa’da sanayinin gelişmesi ve buna bağlı olarak ticaret hacminin genişlemesinin sonucu olarak ödünç sermaye ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Haçlı seferlerini finanse etme ve bizzat iş kurma gibi konularda kilise erbabının da ödünç sermaye ihtiyacı hasıl olmuştu. Sonraki süreçte geniş bir servete ulaşan kilise kendisi de ödünç vermeye başlamıştı. Bu gibi gelişmeler karşısında Hıristiyanlar, dinlerinde var olan faiz yasağını aşamalı olarak gevşeterek nihayetinde faizin dinen meşru olduğu noktasına gelmişlerdir. Nitekim Fransız ihtilali sonrasında faizli işlemlere belli oranlarla sınırlı da olsa resmen izin verilmiştir. Hıristiyan dünyasında faizin meşrulaştırılmasında tüketim amaçlı verilen ödünç ile ticari amaçlı verilen ödüncü farklı görerek birbirinden ayrı kavramlar olarak değerlendirme etkili bir yol olmuştur. Tüketim ödüncü ribâ olarak isimlendirilerek reddedilirken, ticari ödünç ise faiz olarak isimlendirilerek meşru görülmüştür. Müslümanlar arasında faiz ve ribâ şeklinde bir ayrımın ilk olarak kim tarafından ortaya atıldığını tespit etmek güçtür. Bununla birlikte Müslümanların yaşadıkları ülkelerin kapitalist sistem ile etkileşimleriyle doğru orantılı bir şekilde bu yönde görüşlerin ortaya atılmaya başlandığı gözlenmektedir. Bu çerçevede Hindistan’da, İngiliz işgali sonrası oluşan iktisadi yapı içerisindeki Seyyid Ahmed Han (ö. 1315/1898), ribâyı tefecilik olarak tercüme etme yoluna gitmiştir. Ona göre, ribâ yasağı yalnızca ihtiyaç sahibi yoksul kimselere verilen borçlarla ilgilidir.”[5]
Yine dikkat çekici bir husus da şudur ki, nasıl ki Osmanlı’nın son döneminde, Rabbimizin son derece ağır ifadelerle vaz ettiği faiz yasağını tıpkı batılıların “usury” ve “interest” kelimeleri ile yaptığı gibi laf cambazlığıyla aşabilmek için Kur’an’ın kullandığı “ribâ” kelimesinin yanına ikinci bir terim olarak “faiz” kelimesi konularak “kitabına uydurma” ameliyesi gerçekleştirilmişse, aynı ameliye Arap dünyasında “fâide” kelimesiyle gerçekleştirilmiştir.[6]
Oysa çok basit bir dil kuralı olarak ifade etmek gerekir ki, herhangi bir nesne veya durumu tanımlayan kelimeyi değiştirmekle o nesne veya durum, mahiyet değişimine uğramaz. Bunun en bilinen örnekleri, Kur’an’daki karşılığı “Salat” olan ibâdet Farsça “Namaz”, “Sıyam” olan ibâdet yine Farsça “Oruç” olarak adlandırılmış olsa ve Türkçe’de de bu şekilde karşılık bulsa da, o ibâdetlerin mahiyeti değişmemiş, bu kelimelerle aynı ibâdet kastedilmiş, kastedilmektedir. Dolayısıyla asıl olan, tanımlanan/isimlendirilen nesne veya durumun mahiyetidir. Aynı mahiyete farklı isim vererek onu mahiyet olarak da farklı göstermeye çalışmak tek kelimeyle kelime oyunu, laf cambazlığıdır. Rabbimizin Arapça “ribâ” kelimesiyle ifade edip bildirdiği bir haramla ilgili, yine Arapça’dan “faiz” kelimesini alarak kelime oyunuyla Rabbani hükümlerde gedik açmaya çalışmak, Kur’an’a muttaki bir bilinçle değil, tam olarak “kitabına uydurma” dalaletiyle yaklaşmanın ifadesi ve neticesidir.
Kapitalizme teolojik hizmet ameliyesi olarak bazı aklı evvellerce “ribâ”dan farklı gösterilmeye çalışılan “banka faizi”nin bütün özellikleriyle “ribâ” olduğu apaçık ortadadır. Servet Bayındır’ın isabetli tanımıyla, ribâ; “Aynı niteliğe sahip iki malın, farklı miktarlarda mübadele edilmesidir.” Banka faizine baktığımız zaman, aynı tanımın içine girdiğini görüyoruz. Dolayısıyla ortada bir mahiyet farkından söz etmek mümkün değildir, ki “ribâ” ve “faiz” ayrımı makul ve meşru olsun. Ribâ/faiz borç para vererek para kazanmaktır, kardın (karzın/borcun), karşılığında para kazanmak, verilen paranın artması için verilmesidir. İslam kard-ı haseni emreder, zekat ve infakla zenginden yoksula kaynak transferiyle adil paylaşımı, kapitalizm ise faizli kredi/borç sistemi üzerinden servetin tekelleşmesini, yoksuldan zengine kaynak transferini öngörür. Banka faizi de, tefeci faizi de aynı işlemi ifade eder ve aynı işlevi görür. Allah için, bir karşılık beklemeden borç vermek kard-ı hasen,[7] paradan para kazanmak için borç vermek ise kard-ı seyyiedir. Bugün kapitalist sistemin “kredi” sistemi ki, kredi kelimesi Kur’an’da “kard-ı hasen” terkibinde kullanılan kard kelimesinden alınmıştır, kard-ı seyyiedir.
Ücretsiz Teolojik Hizmet!
Makale serimizin ilk yazısında “kapitalizme teolojik hizmeti”ni kısaca söz konusu ettiğimiz bir “meal”de, faizi meşrulaştırmak için batıdan ithal bildik kelime cambazlığıyla önce “ribâ” ile “faiz” ayrımı yapılarak, bu kelime cambazlığının üzerine bir de hiçbir ilmi düzey ve değeri bulunmayan argümanlar eklenerek, kapitalist yığma ve yağmanın, insanlığı borçlandırarak köleleştirme ameliyesinin katalizörü bankalara şu şekilde teolojik hizmet sunulmaktan geri kalınmıyor: “Ribâ, ‘haksız fazlalık’ demektir. Bankacılık sistemindeki ‘faiz’ de bir fazlalık olmakla birlikte; yapılan işlerin önemli bir kısmı ‘haksız fazlalık’ kapsamına girmediği için, faize konu olan her işlemi ribâ olarak tanımlamak doğru değildir. Zira her fazlalık, ‘haksız fazlalık’ değildir. Tıpkı alım ve satım arasındaki kârdan doğan fark/fazlalık veya vade farkından doğan fark gibi. Ayrıca, ribâ sözcüğüne ‘faiz’ anlamı vermek doğru değildir. Ribâ, özetle: ne mal ne de hizmet olarak bir karşılığa dayanmayan ‘fazladan’ bir kazançtır; ‘haksız’ fazlalık demektir. Oysaki bankacılık sisteminde kullanılan krediye karşılık alınan faiz; bir ‘hizmet karşılığı’ alınan ücrettir. Diğer bir deyimle, ribâ: ‘haksız fazlalık’, faiz ise bir ‘hizmete karşılık ortaya çıkan fazlalık’tır. Verilen hizmete karşılık alınan ücrettir.”[8]
“Kur’an’ın Türkçe Çevirisi” olma iddiasındaki bir kitabın bu kadar pespaye, düzeysiz argümanlar içeriyor olması, “Kur’an meali” konusunda son yıllarda yaşanan irtifa kaybının acı bir misali olarak, Kur’an meali okuyucuları açısından daha dikkatli ve seçici olunması gerektiğini ikaz edici ibretlik bir duruma da işaret etmektedir. Bu dikkat ve seçicilik aktif hale getirilmediği takdirde ilk yazıda söz ettiğimiz “meal üzerinden muharref din inşası” ameliyesinin etkilerinin artarak devam edeceği bilinmelidir. “Bankacılık sisteminde kullanılan krediye karşılık alınan faiz; bir ‘hizmet karşılığı’ alınan ücrettir” gibi bir argümanla (!) banka faizini ribâ kapsamından çıkarıp meşrulaştırmak tam anlamıyla dinini örümcek yuvası üzerine kurmakla eşdeğer bir dayanaksızlık, tutarsızlık, keyfilik demektir. Sadece şu soru, bu argümanı tuzla buz etmeye yeterlidir: Diyelim ki bankalar verdikleri hizmetin karşılığını alıyor, peki bankalara paralarını, başkalarına borç verilsin ve artsın diye verenler hangi hizmetlerinin karşılığını alıyor? Hem banka “hizmet veriyor” da, tefeci vermiyor mu?
Kur’an’ı bir defa olsun okuyan herkesin kabul ve ifade edeceği üzere, Kur’an’ın bütününde ifadesini güçlü şekilde bulan iktisadi ilke; servetin tekelleşmesinin zemmedilip, tabana yayılmasının, paylaşımının öngörülmesi ve iktisadi nizâmı bu temel ilke üzerine bina eden ölçülerdir. Rabbimizin Haşr Sûresi 7. ayetteki[9] “…Öyle ki bu mallar ve servet, sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet/güç olmasın…” emri, İslam’ın iktisadi nizamının üzerine kurulduğu “tekelleşmeye karşı paylaşım” ilkesini özetleyici niteliktedir. Bu ilke, serveti tekelleştiren faizin yasaklanması ve buna karşılık servet vergisi demek olan zekâtın emredilmesi ve yanı sıra infakın sürekli teşviki ve haksız kazancın tüm yollarının yasaklanması ile iktisadi nizâma dönüştürülmüştür.
Bir “meal” yazarının bu temel gerçeği yok sayarak, ayetler üzerinde bildik kelime cambazlığı üzerinden ve hiçbir ilmi değer ve düzeyi olmayan, tabiri caizse ipe-sapa gelmez argümanlar üzerinden, bugün kapitalist yağma ve yığmanın temel aracı olan banka faizini meşrulaştırmaya çalışması cehalet değilse, en asgari olarak “kitabına uydurma” ameliyesi olarak tanımlanabilir. Bu zat ve benzerleri, şu yaşadığımız salgın döneminde dahi, toplumlarda yoksulluk zirveye ulaşmış halde iken bankaların sürekli yüzde 200’lerde, 300’lerde “kâr” oranı açıklamaya devam ettiğini bilmiyor olamazlar. Aynı şekilde, bankalar, borsalar ve banka faizi ile borsa işlemleri üzerine kurulu küresel ve yerel kapitalist düzende, bu çarklar, bu düzenekler üzerinden her geçen yıl zenginlerin daha da zenginleştiğini, yoksulların ise daha da yoksullaştığını bilmiyor olabilirler mi? Bugün yeryüzünde ve kapitalist düzenin bir parçası olan Türkiye’de egemen olan, banka faizi üzerine kurulu düzenin, şairin dediği gibi “Bir kişiye dokuz pul, dokuz kişiye bir pul” zulmünü üretip sürdürdüğünü, her geçen gün daha da derinleştirdiğini görmüyorlar mı? Bir soru daha: Bu temel gerçeği bilmeyen, görmeyen bir kimsenin meal yazma hakkı var mıdır?
Son olarak bir hususa daha işaret edip makaleyi neticelendirmek istiyorum. Söz konusu “meal” yazarı ve benzerleri, banka faizini meşrulaştırmaya çalışarak kapitalist yağma ve yığma düzeninin ana kurumları olan bankalara ücretsiz teoloji hizmeti verme uğruna Allah’ın ayetleri üzerinde laf cambazlığı yapıp, bu uğurda banka faizinin, Bakara 275’ten 280. ayetlere kadar konu edilen, “Allah ve Rasulü ile savaşmak” olarak nitelenen ribâdan farklı (!) olduğunu söylemek için kırk kirli dereden bulanık su taşıma zahmetine (!) girerken, 280. ayeti[10] hiç okumazlar mı, bankalara ve banka faizine bir de bu ayet penceresinden bakmak akıllarına niçin gelmez? Gelmez, zira onlar Kur’an’a muttaki bilinçle, onun ölçü ve hükümlerine ittiba etmek gayesiyle değil, maalesef “kitabına uydurmak” önyargısıyla yaklaşmaktadırlar. Meşrulaştırmaya çalıştıkları bankaların, vahşi kapitalizmin vahşi kurumları olarak, insanları faizli kredi üzerinden nasıl köleleştirdiklerini, hayatları bankalara taksit ödemekle geçen bu modern köleler arasından işini kaybeden, işyeri, işletmesi iflas eden olduğunda onlara kolaylık sağlamak ne kelime, icra takipleriyle, borcu sürekli katlayıp aman vermeyerek insanların varına-yoğuna çöktüklerini bilmiyor olabilirler mi?
Meseleyi ve meramımızı anlatmak için bu kadarı yeterli olsa gerektir. Rabbimizin Bakara 256. ayette bildirdiği üzere, doğruluk ve eğrilik birbirinden kesin olarak ayrılmıştır, insana düşen doğruluktan, yani Âlemlerin Rabbi’nin yol göstericiliğinden yana tutum almaktır. İnsan için kopmayan sağlam kulp yalnızca budur. Doğruluk ortada iken eğrilikten yana tercihte bulunmak veya doğrulukla eğriliği sentezlemeye, doğruluğun içine eğrilik katmaya kalkışmak, dünya ve âhirette ziyana düçar olmak demektir. Takva ile Rabbimizin rızasını aramak yerine, tuğyana ve neticesinde ziyana düşmek demektir. Ki her insan bu duruma düşmekten titizlikle sakınmalı, düşmüş ise nasuh tevbesi ile bu durumdan vaz geçip halini ıslah etmelidir.
Bu üçüncü makaleyle yazı serimizi bitireceğimizi düşünmüştük, lakin yazının hacmi gereği, kapitalizme/modernizme teolojik hizmetin bir diğer boyutu olan, kapitalizmin/modernizmin kadını nesneleştirme ve onun üzerinden aileyi, toplumu atomize ederek kolayca sevk ve idare etme politikasına karşı kadının özne oluşunu, erkekle birlikte yeryüzünün halifesi olma konumunu temsil eden tesettür/başörtüsü konusundaki modernist yaklaşımlara değinemedik. İnşallah sonraki makaleyi bu önemli konuya ayıralım ve yazı serimize o makaleyle son verelim.
Dipnotlar:
[1] “Bu, kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır. Muttakiler için yol göstericidir.” (Bakara, 2/2)
[2] “Batı”yı bir coğrafya değil, yaklaşım ve paradigma karşılığında kullandığımızı ve yeryüzünde insan hevasına dayalı egemenlik iddiasıyla tağutlaşan, Allah’ın kullarına tahakküm kurmaya çalışan tüm emperyalist güçlere karşılık dile getirdiğimizi belirtmekte fayda görüyoruz.
[3] Prof. Dr. Servet Bayındır, Faizin Tanımı Meselesi, https://www.iktisad.org.tr/faizin-tanimi-meselesi, 9 Kasım 2018
[4] Osman Durmaz (Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi, Temel İslam Bilimleri Bölümü, İslam Hukuku Anabilim Dalı, Araştırma Görevlisi, Faiz ve Ribâ Üzerine Çağdaş Tartışmalar: Fazlurrahman Örneği, Marife Dini Araştırmalar Dergisi, Sayı: 20, Yaz 2020, Sh. 295
[5] Osman Durmaz, A.g.m., Sh. 297-298
[6] Mustafa İslamoğlu’nun konuyla ilgili verdiği şu dipnot bilgisi de kayda değerdir: “Ribâ: Sözlükte artma, yükselme, fazlalaşma, nema, yükseğe çıkma, bedeni serpilip gelişme anlamlarına gelir. Faiz, taşan, kabaran anlamlarına gelir. Aslında ribâya ‘faiz’ denmesi, kanaatimizce 19. yüzyıldaki buhran sırasında devletin ribâ ile borçlanmasına karşılık oluşacak dînî tepkileri bloke etmek için düşünülmüş bir semantik hile idi. Bu ribâlı borçlanmanın Osmanlı için sonun başlangıcı olduğu tarihi bir hakikattir.” (Nüzul Sırasına Göre Hayat Kitabı Kur’an / Gerekçeli Meal-Tefsir, Sh. 772, Düşün Yayınları)
[7] “Şüphesiz sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar ve Allah’a güzel borç verenler var ya, onların (mükafatları) kat kat artırılır ve onlar için değerli bir ecir vardır.” (Hadîd, 57/18), “…Öyleyse Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah’a güzel bir borç verin. Hayır olarak kendiniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz. Allah’tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Müzzemmil, 73/20)
[8] Erhan Aktaş, Kerim Kur’an Türkçe Çeviri, Bakara 275. ayet dipnotu
[9] “Allah’ın o fethedilen şehir halkından Rasûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Rasûl’e, akrabalığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Öyle ki bu mallar ve servet sizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet/güç olmasın. Rasûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezası (ikâbı) pek şiddetli olandır.” (Haşr, 59/7)
[10] “Eğer borçlu zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre verin. Borcu sadaka olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.” (Bakara, 2/280)
Şükrü Hüseyinoğlu / İktibas Dergisi Şubat Sayısı