Hangi sözcük aradaki büyük engeli en iyi tarif edebilir emin değilim. Duvar, mesafe, barikat, uçurum, boşluk… Boşluk belki en doğrusu. Sözün boşlukta, karşılıksız kalma hali. Metaforları falan boş verip engel de deyip geçebiliriz belki, tam da kendimiz adına her zaman yaptığımızı yapmış oluruz böylece: Deyip geçmek, yapıp geçmek, kabullenip, boş verip veya boşluğa doğru iteleyip geçmek. Bizi ondan ayrı kılan, ayıran, öteleyen şey galiba en çok da bununla ilgili: “Yaşamak Umrumdadır” diyerek tavrını koyuyor şair; yaşayıp gidenlerden olmayacağına, sürüden ayrılacağına dair ilk sinyallerini vermiştir böylece. Neyi, ne kadar umursadığından bellidir çünkü insanın kıratı. Bize gelince, çoğunlukla bu basit, reel dünyanın insanlarıyızdır; alışkanlıkların, taklitlerin, sosyalleşmelerin, envai sıradanlıkların. İşimizde, ilişkilerimizde, düşüncelerimizde, yaptığımız siyasette, hatta yazdığımız şiirde olsun dünyaya ram olmanın iğretilikleri ziyadesiyle vardır. Olmasaydı ne böyle sağlıklı ne de bu kadar geçimli ve huzur sahibi kimseler olabilirdik. Biz çoğunluk verdiğimiz ödünlerle biz olmayı başarmış kimseleriz. Bürokraside yükselmeyi becerebildiysek şayet bu sayede; siyasette iyi kötü bir yer kapmışsak yine verdiğimiz ödünler sayesinde. Biz “kavganın göbeğinde” yaşamayı göze alacak bir benlik şuuruyla hiç dolmadık. Benliğimiz bizi mahşerin sırat köprüsüne doğru sürüklemiş değildi. İnancımızda da hayatımızda da sosyal böceklere benziyorduk daha çok. Yalnızlığı seçecek büyük hakikatlerimiz hiç olmadı. Yaralarımızla uğraşmaya ise ne takatimiz ne de meylimiz vardı. Hazırdan yemeyi, dil oyunlarıyla oynamayı seviyorduk. Hepimiz birer oyuncuyduk esasen, bunu herkes değil belki ama akıllılarımız gayet iyi biliyordu. Akıllılarımız işini her zaman bilen insanlardı. Her şey bir “ince akıl” meselesiydi nihayet. Bu kadar basitti evet, bu kadar iğreti ve sefil. Hatta bu kadar da dobra. Söylenmeyen, söylenemeyen hakikatler vardı bazı, ama kimse olan konforu bozmak istemiyordu. Kimse kendisini salak yerine koydurmak istemiyordu. Oyunu güzel güzel oynamak en akıllıca tercihti. Yalnızlık bir cehennemdi çünkü. Bizim işimiz, bizim harcımız değildi. Daha saf olanlarımızın hiç hissetmedikleri gizli bir uzlaşma hüküm sürüyordu aramızda. Onlar açısından hakikat ağızdan çıkan şeylerdi hep. Yalanla hakikat arasındaki ince çizginin amellerimizde zuhur ettiğini anlamak istemezlerdi. Oysa amellerimiz ruhumuzun en yalın, en düz aksiydi. Amel planındaki hatalarımız sürgit şeyler olamazdı. Hata yapılırdı, mükemmel varlıklar değildik zira, ama ruhumuz bizi hatalarımızla bırakmazdı da; tövbe eder, hatalardan dönülürdü. Buysa hata konusu değil, ruhumuzdaki sakatlıkla ilgili bir müphemiyet, bedenimizi felç eden bir itikat çarpıklığıydı. Bunun için hakikatler kurduğumuz cümlelerin arasından bizi hal diliyle yalanlayıp durmaktaydı.
Sakatlık içimizde
Büyük resim dedikleri işin gerçeği tam buydu. Hazreti Peygamberin büyük cihat diye ifade ettiği asıl meselenin ta kendisiydi. Kendimizi değiştirmeden dünyayı değiştirmeye dair söylevler veren bizim gibiler büyük resimde sınıfta kalmaya devam ediyorduk. Doğruyla yalan, hakla batıl arasında adeta şekilsiz, ucube varlıklardık. Maddeyle mana arasında bir berzahta yaşıyor, iman bahsi açıldığında kırk dereden su getirmekle kalmıyor, ara formüller bulmakta zihnimizi ustaca çalıştırıyorduk. Şeytan bizi ara formüllerle aldatıyor muydu, bunu bile belki sorma gereği duymuyorduk. Halbuki şeytanın kimi zaman akıl kimi zaman medeniyet kisvesine bürünerek ruhumuzu ifsat etmediği ne malum idi. Sakatlık gayet tabii bizim içimizdeydi. O yüzden konforumuzla imanımız arasında bir seçim yapma ihtiyacını bile aklımıza getirmek istemedik. Tekerimize çomak sokabilecek her türlü düşünceyi, söylemi, hakikati bertaraf etmenin yolunu bulabiliyorduk, bulmak zorundaydık. Hem kapitalist olacaktık hem Müslüman; hem mazlum, mağdur edebiyatı yapacaktık hem de mazlumların sırtına binerek güç devşirmeyi bilecektik. Hem köşe olacak hem de kardeşlik nutukları çekmeye devam edecektik. Her şeye rağmen bizi biz yapan ikilik, tezat işte buydu. Altı kaval, üstü şeşhane misali birtakım varlıklardık. İsmet Özel vaktiyle bunun kriterini en açık ifadelerle ortaya koymuştu: “Modern yaşama biçimi küfr ile iman arasına çizgi çekmeyi bilen hiçbir Müslümanı yozlaştıramaz. Yaşayanlar modern yaşama biçimiyle karşılaşmadan önce de böyle bir çizgiyi hayatlarında önemli saymamış olanlardır.”
Çizgimiz ruhumuzdur
Bütün mesele bu çizgiyi nereye kadar çektiğimizle ilgili. Daha önemlisi, çizgiyi çekmeye gerçek anlamda niyetli olup olmadığımızdır. İsmet Özel’in anlamadığı, belki anlamak bile istemediği şey budur. Çizgiyi çekmekten bizi alıkoyan güç nedir? İsmet Özel bunu anlama ihtiyacını bile duymayacak kadar bulunduğu yerden emin, bir itikat ve dava adamıdır. Onun açısından mesele çizgiyi çekip çekmemektir. İster sosyalist, ister Müslüman ve Türk olsun, insan eni konu koruduğu çizgisiyle vardır. Çizgi yoksa işin içinde başka şeyler vardır. Sulandırma, dejenerasyon, top çevirme, eğip bükmeler vardır. Sosyalist olmak da, Müslüman ve Türk olmak da ancak işte istikamet üzere olmakla temayüz eden, tefrik edilen bir değerlilikle kaim olabilir. Kimlik olmaktan öncesinde bir kişilik ve yaşama halidir. Denebilir ki, ruhumuz çizgimiz, çizgimiz de ruhumuzdur.
Ayrıca, çizgi sahibi olmayı yaratılış ve karakter yapısına bağlamak doğru değil. İlgisiz olmasa bile bu bağlayış işin esasını gözden sakladığı için kandırıcı bir boyut içerir. Oysa işin sırrı gerçek bir iman sahibi olup olmamakta. Bu işin hayat memat meselesi olduğunu idrak edecek bir düzeye gelmedikçe sahicilikten bahsetmek zor. İmanın bir tür olmak ya da olmamak meselesi olduğunu anlamamışsak orada işimiz hakikaten zor. İsmet Özel’in anlamadığı, anlama teşebbüsüne bile ihtiyaç duymadığı çetin problem de bu. O sanıyor ki, iman varken küfrün, şeytanın borusu ötmemelidir. Ötüyorsa, öttürülüyorsa bunun adını koymamız hiç zor olmamalı. Problem imanla ilgili değilse başka ne olabilir? İmanın hakikati karşısında şeytanın gücü, desisesi ne işe yarayabilir? Bir, hadi iki yarar, ama sürgit şeytanın boyunduruğunda bir iman sözkonusu olamaz. Öyleyse problem gayet net olmalı: İmanla küfür arasında çekilmesi gereken çizgiyi çekememiş olanların iradesizlikleriyle ilgili bir teslimiyet meselesi, o kadar. İsmet Özel yine de problemin doğrudan adını koyma derdinde biri olmamıştır, bunun için fıkıh hükümleriyle konuşacak, tekfir mekanizmasını kullanacak falan değildir. Fitneye meydan vermeme, İslami geleneği lüzumsuzca örselememe feraseti onu başka kapılar açmaya zorlar. Daha yapıcı, daha uyarıcı bir dile ihtiyaç vardır. Derdini bir taraftan şiiriyle anlatmaktadır ama modern zamanların insanı için bu tabiatıyla yeterli olmaz. Düşünce ve eylem şart hale gelmektedir. Ne var ki İsmet Özel, aradığı doğruluğu ve İslami doğrultuyu Müslüman camia arasında da bulamayacaktır. Şahsi ikbal kaygısı burada da her şeyin önüne geçmiş gözükür. İman hakikatiyle temayüz eden gerçek dava adamlığı, bu minval omuz omuza yürünecek kimseler, “tevarüs edilmemiş asalet”e talip ruh ve düşünce akrabaları kalmamış, bir serapla karşı karşıya olduğunu fark etmiştir. İsmet Özel en nihayetinde Müslüman toplumu kendi tarihi misyonuyla yüz yüze getirmenin, bu yolla bir şuur ve ruh tazelenmesi yapmanın yolunu arayacak, böylece Türklük konusunu gündeme getirecektir. Türklük emperyalizme karşı barbarlığın asaletidir, kavi duruş ve itaatsizliktir; ancak işin temelinde doğrudan söylenmeyen iman hakikati vardır. O yüzden İsmet Özel’in Türklük konusunda söyledikleri, çizgi meselesiyle ilgili soruya verilmiş bir cevaptan başka bir şey sanılmamalı. Türklük üzerine yaptığı her tarif, her niteleme özünde bir iman vurgusu içerir. Cihattan, mücadele eyleminden söz ederken arka planda aslında hep bir “iman edin” çağrısı yatar. Kur’an’ı Kerimdeki “Ey iman edenler, (…) iman edin” ayetiyle mütenasip şekilde, Müslümanları iman etmeye çağırır. Türklüğü gerçek anlamda yeniden tarihi misyonuna kavuşturacak olan şey iman etmeyi başarmaktır. Belki medeniyetin konformizmi Türklüğün yiğit, savaşçı karakterini de nispeten dejenere etmiş olabilir, ancak problem her halükarda imana dairdir. Küfre tabii olmama konusunda sağlam bir kararlılık ve iradeye ihtiyaç duyma meselesidir. İrade bittabi gerçek bir imandan tezahür edecektir. Hakiki bir sorgulama için bile iman kuvveti gerekir. Ancak, “aynada iskeletini/görmeye kadar varan kaç/kaç kişi var şunun şurasında”; dolayısıyla iyimser olabilmek epeyce zordur.
Bu toprağın Donkişot’u
İsmet Özel tevarüs edilmemiş asaletiyle bu toprakların Donkişot’u olmayı göze almış bir şair, bir dava ve kavga adamı olarak çağımızın gerçek bir kahramanıdır. Yalnızlığı da egosu da kahramanlığıyla mücessem bir dünya güzelidir. “Kalın Türk” olarak bize ayar verme, bizi tarih sahnesine çıkarma çabası ne kadar gereken karşılığı bulmamış olursa olsun, çektiği çizgiyle ruh topraklarımızda bir İsmet Özel nüvesi hep olacaktır. Şiirine şapka çıkarıp durmaktan geri kalmadıkları halde kavgasına iştirak etme cesaretini gösteremeyen entelektüel, yazar çizer güruhla arasındaki asalet farkı, bu toprakların kaderini tayin edecek olan büyük ruhun olmazsa olmazıdır. İmanın hakikati bir insanı, bir milleti kahraman yapabildiği ölçüde anlamını bulur. Değilse orada anlaşılmaya değer bir varoluştan bahsetmemize gerek bile kalmayacaktır.
İsmet Özel bizi şiiriyle ve yalnızlığıyla büyülemiş güzel, bir o kadar da büyük adamdır. O şiirin, o yalnızlığın sahici varisleri olabilecek miyiz, bugün evvelemirde kendimize ve her Müslümana sorulması gerekenlerden biri budur.
Açık Görüş / Ali K. Metin