Tam adı Ebu Abdullah bin Abdullah el-Levattî et-Tancî olan, İslam dünyasının en büyük gezginlerinden biri sayılan İbni Battuta, edebiyatçı dostu Muhammed bin Muhammed bin Cüzeyy el-Kelbî’den aktarıldığına göre, köklü bir ailenin çocuğudur. Fas’ın Tanca kentinde doğan Battuta doğduğu kent olan Tanca’da fıkıh ve edebiyat öğrenimi görmüş, genç yaşta aldığı köklü eğitim onu ileriki yıllarda birçok sarayda kadılık yapacak konuma yükseltmiştir. 14. Asrın dünyasını baştan başa dolaşan ünlü seyyah, gerçekten takdire şayan bilgi ve belgeler sunmaktadır. Battuta’nın oldukça yorucu ve aynı zamanda korkutucu bu seyahatnamesini bir çırpıda okuyacağınızı umuyorum. Zaman zaman korku ve heyecanın doruğa çıktığın bizzat şahitlik edeceksiniz. Böyle bir kitabı daha önce neden okumadığınız için de pişmanlık duyacaksınız.
Kitapta bazı tutarsızlıklara rastlayabilirsiniz. Bundan dolayı Battuta’ya kızmak yerine, biraz da şartları düşünerek ona hak vermek ve onu anlamaya çalışmak gerekir kanaatindeyiz. Yıllarca ülke ülke dolaşıp her şeyi harfi harfine aktarmak veya zihinde tutmak çok da kolay değildir. Diğer taraftan, kaç insan çıkıp da 14. asırda kıtalar dolaşabilirdi? Şöyle de sorabiliriz: Kaç kişi ölümü göze alıp da, bu yolculuğu gerçekleştirebilir? Hele günümüz insanı hız çağında yaşadığı için bunu tam olarak anlayamaz da, anlamaz da. Fakat İbni Battuta bazen yaya, bazen deve, bazen at, çoğunlukla da gemi ve tekne yolculuğu yaparak bu seyahati gerçekleştirmiştir.
Battuta miladi 1325’de doğum yeri olan Tanca’dan yola çıkıyor. İlk iş olarak Beytü’l-Haram’ı haccettikten sonra en yakın ülkelerden yoluna devam ediyor. Yolculuğunun ilk günlerinde şöyle bir anısını anlatıyor: “Aşırı derecede hastalandım Tunus’a vardığımızda iki farklı cemaat birbirleriyle tanışıyor ve kucaklaşıyorlardı ben ise kimseyi tanımıyordum. Bu uzun yolculuğumun başında yüreğimi kaplayan yalnızlık duygusu o kadar gücüme gitti ki, kendimi tutamayıp hüngür hüngür ağladım.” Battuta’nın bedenini kaplayan bu yalnızlık duygusu ileriki zamanlarda yerini, elbette ki daha metanetli bir kişiliğe terk edecektir.
İlk evliliğini burada yani Tunus’ta gerçekleştiren Battuta (1326) kısa süre sonra boşanır. Ardından fazla bir süre geçmeden tekrar evlenir. Okuyucu seyahatnameyi okuduğu zaman Battuta’nın ne kadar çok evlilik yaptığını, ne kadar cariyesinin olduğunu fark edecektir. Bu evliliklerin o günün şartları içinde değerlendirilmesi gerekir. Dolaştığı ülkelerde evlilikler bir yana ama cariyelik oldukça farklı. Bugünün şartlarında bu tür evlilikler ve cariyelik sistemine rastlamak mümkün değil. Dünyanın herhangi bir yerinde uygulanıyor mu, onu da bilmiyorum. Şu bir gerçektir ki, o gün kadın ‘yok’ hükmündedir. Kiminle evleneceği, kime ait olacağı kadına asla sorulmamaktadır. Küfür beldelerinde olduğu gibi, İslam beldelerinde de böyle. Sultanların tasarrufu kadının kaderini tayin ediyor.
Şeyh Battuta seyahati sırasında türbelere, şeyhlere ve onların kerametlerine büyük yer vermektedir. İslam’ın önde gelen şahsiyetlerinin hepsinin kabirlerini ziyaret eder. Tüm gelenek-görenekleri yakından yaşar ve tanık olur. Toplumların ibadet anlayışları, yemek kültürleri ve giyim kuşamlarına yakından tanık olur. Bu kadar da olmaz dedirten birçok farklılığı yakından okuyup, ne kadar heyecan verici olduğunu gözlerinizle görecek, 14. asırda yaşananlara şahit olacaksınız. Şunu da belirtelim. Seyahat namelerde genelde biraz abartılar oluyor. Her türlü olumsuzluklara rağmen Battuta’nın seyahatnamesi birçok tarihçi ve edebiyatçı tarafından kabul görmüş ve övülmüştür. Onun yaşadığı çağ gerçekten zorluklar çağıydı.
Kitabı tanıtırken bize düşen, daha dürüst olup övmede ve yermede dengeli olmamızdır diye düşünüyorum. Onu fikirlerinden veya kabullerinden dolayı suçlamak yerine, anlamaya çalışmalıyız. Çünkü bu kitap, adı üzerinde, bir seyahatnamedir. Defalarca ölümden dönen açlık, yoksulluk ve acı çeken bir Müslüman’ın aktardığı bilgileri yok sayamayız. Hataları ve abartıları varsa (ki var) Allah onu affetsin. Bize düşen görev güzelliklerden yararlanmaktır. Belirtmemiz gereken diğer bir husus da, Yeni Şafak gazetesinin, bu eseri Türkçeye kazandırmakla yaptığı hizmetin takdir edilmesidir. Bununla beraber, kitabın çevirisinde var olan oldukça fazla sayıdaki yazım hatasının bir sonraki baskıda giderilmesini de temenni ederim.
Biz yeniden kitaba dönelim. Battuta seyahati sırasında Dımaşk’ta bulunduğu dönemde ibni Teymiye hakkında bize bilgi veriyor. “Bu kişi ilim ve fende söz sahibi ise de, aklında biraz noksanlık vardı” diyor. Şeyh Battuta’nın, İbni Teymiye’den naklettiği söz şöyle; “Benim şimdi indiğim gibi, muhakkak Cenab-ı Allah da dünyaya iner.” İbni Teymiye böyle diyerek minberin merdivenlerinden iner. Bunun üzerine halk tarafından kadıya şikayet olundu ve yıllarca hapiste yattı. Yani Muhammed Gazali’nin de dediği gibi İbni Teymiye’yi Battuta’dan tanımamız bize İbni Teymiye hakkında olumsuz bir bakış açısı kazandırmamalı. Kıymetli bir değeri, bir hatasından dolayı yok yayamayız. Hatta okuyucuya şöyle bir bilgi vermemiz yerinde olacaktır. İbni Teymiye gibi bir Müslüman alime “aklı biraz noksandı” diyen Battuta, Ka’bu’l-Ahbar söz konusu olunca, ona ‘hazret’ demektedir. Yahudi kültürünü birçok yönleriyle İslam’a taşıyan bu şahsiyeti hiç sorgulamıyor. Soruyu tekrar mı sorsak acaba; kimin aklı noksan? Demek ki o dönemde de tevhidi düşüne ve şirke başkaldıran insanlar yok sayılıyor.
Battuta yine Dımaşk izlenimlerini anlatırken ak minareden [Emeviye Camii] bahseder. Müslim’de geçen bir rivayeti kaydederek, İsa (as)’ın oraya ineceğini aktarır. Dımaşk’tan bir müddet sonra tekrar Mekke’ye geçen Battuta, şimdiye kadar pek duymadığımız bir bilgi nakleder. Günlük namazların dört vaktiyle ilgili bir takım bilgiler verdikten sonra der ki, “ancak akşam namazında her imam kendi cemaatine imametle aynı zamanda namaz kıldırırlar. Bundan dolayı cemaat hangi imama uyacağını şaşırır. Bu uygulama Müslümanların mezhep ve meşrep sayesinde ne hale getirildiğinin bir göstergesi olsa gerek.
Oradan Basra’ya geçen Battuta Rufailerden bir olay anlatır: “Büyük bir ateş yaktılar, ateşin içerisinde yuvarlandılar ağızlarına aldılar fakat hiçbir yerleri yanmadı.” “Ben hayretler içerisinde kaldım” diyor. Basra’yı anlatırken, “burada gördüğüm hurma ağacı kadar hiçbir yerde yok” diyor. Yine Hz. Osman’ın şehit edildiği sırada okuduğu Mushaf’ta kan lekelerinin hala mevcut olduğundan bahsediyor. Buradan Acem’e geçen Battuta Irak ve İran topraklarındaki kutsal yerleri ziyaret ediyor.
Seyyahımız Şiraz hakkında bilgi verirken bir husus dikkatimi çekti ve sizlerle paylaşmak istedim. Şöyle diyor: “Zira orada bir kimsenin oğlu veya zevcesi vefat edince, evindeki odalarda birini türbe yapıp oraya defneder. Ev halkı türbeye bakıp silip süpürerek ve kandillerini yakarak, güya meyyit ölmemiş gibi hareket ederler. Hatta her gün pişirilen yemekten mevtanın hissesini ayırarak, onun hayrına bir fakire verdiklerini anlattılar bana.” Buradan hareketle okuyucunun kafasında bir takım şimşekler çakmıştır. Öyle ya bu kadar sayıda türbe Müslümanların tarihinde nasıl oluştu? Zannediyoruz ki bu bilgiler bize ışık tutacak.
Irak ve Horasan’dan bahsederken zamanın sultanı Ebu Said Bahadır Han’ın adı geçer. Bu zat Tatar asıllıdır. Battuta Türk ve Tatarların kadınlara çok itibar ettiklerini söyler. Bir emirname yazdıklarında “sultanın ve hatunlarının emriyle” ibaresini yazarlar. Gerçekten Türklerle ilgili bölümde Türklerin kadına verdiği değeri uzun uzun anlatıyor gezginimiz. Battuta oradan tekrar Bağdat ve hac için Mekke’ye, daha sonra Yemen’e hareket eder. Mekke’ye vardığında Türkler’le Mekkeliler arasında büyük bir kavga olduğunu anlatır. Yemenle ilgili anısında şeyh Ahmed bin Uceyl’in kerametinden bahseder. Söz konusu şeyh bir gün Zeydiye alimleriyle tartışır, aralarında kaderden söz edilir. “Alimler kader yoktur. Hakikatte mükellef kendi hareketlerini kendi yaratır” demeleri üzerine Şeyh, “eğer dediğiniz gibi ise, yerinizden kalkınız” cevabını verir. Bunlar kalkmak istedikleri halde, kalkamazlar. Şeyh onları o halde bırakarak, zaviyesine girer. Alimler bu şekilde ızdıraplar çekerler. Sonra araya müritler girer alimler tövbe edip bozuk inançlarından vazgeçince şeyh onların ellerinden tutup kaldırır…
Yemenle ilgili çok ilginç hikayeler var bunları tabi ki burada ayrıntılı olarak paylaşamıyorum ama kitabı okuduğunuzda gerçekten beğeneceğinize inanıyorum. Buradan Umman’a geçen İbni Battuta sultanın iyi ahlak sahibi olduğundan bahseder. “Umman sultanının verdiği ziyafetlerde eşek eti yenilir” diyor. “Kendileri helal olduğuna inandıklarından, bu eşek eti çarşılarda dahi satılır. Ancak yabancılardan gizlerler.” Battuta bir gittiği ülkeye ikinci ve üçüncü kez de gidebiliyor bu yüzden bazı bilgiler iç içe girmiş durumdadır.
Türkiye bölümüne övgüyle başlayan Battuta Bilad-ı Rum’u çok methediyor. Şöyle diyor; Cenab-ı Hak, dünyanın öteki ülkelerine ayrı ayrı ihsan ettiği güzellikleri burada topyekûn bir araya getirmiştir. Ahalisi güzel yüzlü ve temiz giyinişlidir. Yemekleri ise çok nefistir. Burada yaşayanlar Allah’ın şefkatli kulları olup, onlar için “Bolluk ve bereket Şam’da, şefkat ise Bilad-ı Rum’dadır” denilmiştir. Gezisine Alanya-Antalya’dan başlayan büyük seyyah Türkiye ile alakalı bahsettiği ilk konu ahiliktir. Ahiliği öve öve bitiremez. “Ben İbn-i Battuta, dünyada bunlardan daha güzel ve daha hayırlı işler yapan kimseler görmedim. Ben de kitabı okuduğumda gerçekten de, ahilik gibi bir yapılanmadan etkilenmemenin mümkün olmadığını kanısına vardım.
Ladik (Denizli)’den bahsederken şöyle diyor; “rivayete göre Germiyanlılar Yezid bin Muaviyenin soyundan gelmektedirler. Kütahya adında bir şehirleri vardır. Türkler buraya “dongozla” yani domuzlar ülkesi de derler.” “Burada Türklerin bayram geleneklerinden bahseden Battuta şimdiki bayramlara pek benzemeyen bilgiler aktarıyor. Buradan hareketle Konya üzerinden Aksaray, Niğde Kayseri, Sivas Amasya, Gümüşhane, Erzincan ve Erzurum’u dolaşıyor. Buradan tekrar Ege’ye geçen Battuta Tire, İzmir, Manisa, Bergama, Balıkesir, Bursa ve İznik sultanlarıyla görüşüyor. Orhan Gazi ile bizzat tanışıyor. Gezdiği yörelerin yemeklerini, meyvelerini, doğal güzelliklerini, nasıl yönetildiğini, sultanların ahlaki durumlarını anlatıyor; hasılı bir çok konuda kayda değer bilgiler veriyor.
Türkiye gezisinden sonra Sinop üzerinden Kırım’a geçen Battuta ilk ulaştığı yer, yani Deşt-i Kıpçak’tan bir olay anlatır ve şöyle der; “Kilisenin duvarlarından birinde başında sarık, belinde kılıç ve elinde bir mızrak bulunan bir Arap tasviri vardı. Resmin önünde ise bir yağ kandili yanmaktaydı. Rahibe, bu kimin resmidir? Diye sorduğum zaman, Peygamber Ali’nindir cevabını alınca hayretler içinde kaldım. Bu nasıl işti ki Hıristiyan mabedinde Hz. Ali’nin tasviri vardı ve ona hürmet ediliyordu.”
Burada sultan Muhammed Özbek hanla görüşen Battuta onun sofrasında bulunuyor. Kırım Türkler’inin at etini rahatlıkla tükettiklerinden bahsediyor. Burada Türklerin katında tatlı şeyler yemek ayıp sayılırmış. Kırım’ın birçok özelliğini anlatan ünlü seyyah Harezm şehrine geçer ve çok alışık olmadığımız bir olayı nakleder: “Dünyada Harezm halkından daha güzel ahlaklı, daha cömert ve yabancılara karşı daha müşfik davranan insanlar görmedim. Namazdaki güzel adetleri ise dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Şöyle ki; Mescitler de bulunan müezzinlerin her biri mescit civarındaki bütün evleri dolaşarak halkı namaza davet ederler. Bir kimse cemaatle namaza gelmediği takdirde, imam efendi o kimseyi cemaat huzurunda döver. Her mescidde namaza gelmeyeni dövmek için bir kamçı asılı durur. Bundan başka cemaatle namazı terk edenden beş dinar da para cezası alınarak, ya mescidin veyahut da fakir fukaranın ihtiyaçlarına sarf edilir.” Daha başka yerlerde cemaatle namazı terk edenlerin öldürüldüğünü okuyacaksınız.
Değerli kardeşler bu tanıtımı daha fazla uzatıp sizin sabrınızı zorlamak istemiyorum. Takdir edersiniz ki beş yüz sayfalık bir eser üç sayfada anlatılamaz maksadımız merak uyandırmaktır. Şeyh Battuta’nın bu seyahatinin asıl Hindistan bölümü var ki dillere destan, gerçekten çok heyecan verici. Bu kadarda olabilir mi? diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Kendini yakan kadınlar. Cezalandırdığı insana insan etli pirinç pilavı yediren sultanlar, yine ceza olarak insana necaset yediren sultanlar. Elimizdeki eser bir macera veya korku romanı değil ama gerçekten okuduğunuzda bize hak vereceksiniz.
Çektiği onca zorluk ve acılara rağmen ülkesine tekrar sağ salim dönmesi olsa olsa Allahın ona bahşettiği bir iyiliktir. Bir örnek verecek olursak Hindistan da bulunduğu sırada kâfirlerin saldırısına uğramaları ve bütün eşya ve mallarına el koymaları kendi ifadesi sadece donlarımız kaldı diyor. Hindular tarafından esir edilişi. Yine Çin’e gitmek istediklerinde bulundukları geminin parçalanması ve tahta parçalarına tutunarak kıyıya zor ulaştıkları vs. Eseri okuduğunuzda ne demek istediğimizi anlayıp hak vereceksiniz. Bu kitap bir seyahatnamedir dolayısıyla okuyucu bu gerçeği aklından çıkarmamalı diyoruz ve faydalı olmasını Rabbimizden niyaz ediyoruz.
Hazırlayan: Ahmed Durmuş