İslam, tarihi yorumlamak için değil tarihi bizatihi yazmak, belirlemek için Rabbimiz tarafından kullarına bildirilmiş hayat nizamının adıdır. İslam doğru anlaşılıp doğru temsil edildiğinde, yeryüzünde tarihin yönü Allah’ın ölçüleri doğrultusunda Müslümanlar tarafından belirlenmiştir.
İslam arızi olan değil esas olandır, mahkûm değil hâkim olandır, tâbi olan değil tâbi olunandır.Evet, İslam, tarihe maruz kalmak için değil, tarihi belirlemek için vardır. Nitekim Rabbimiz, İslam ümmetini insanlığa şahit olmakla, yeryüzünü halifeliğiyle mükellef kılmıştır. Tabi İslam’ın bu niteliğinin kuvveden fiile çıkması, kendilerini İslam’a nisbet eden ve İslam’ı temsil durumunda olan Müslümanların İslam’ı doğru kavrayıp kavramamasıyla ilgili bir husustur.
İslam ne zamanki bu niteliğiyle anlaşılmış ve temsil edilmişse, gündemi belirleyen ve tarihe yön veren değerler bütünü olarak tarih sahnesinde yer almıştır. Bu temsil İslam’ın asli hüviyetine ne oranda mutabık olabilmişse, tabii ki temsiliyet de o oranda sağlıklı ve etkili olmuştur.
Ne var ki özellikle son iki asırdır Müslümanların tarih sahnesinden çekilmesi ve tarih yapan temel bir aktör olmaktan uzaklaşıp tarihe maruz kalan, edilgen topluluklara dönüşmeleri sorunundan söz etmek mümkündür.
Batılılaşma (bâtıllaşma) rüzgârlarının etkisiyle, çeşitli zaaflarla malul olsa da nihayetinde belirleyici kimlik olarak görülen İslami aidiyetin zayıflatılması ve yine sorunlu ve sembolik de olsa var olan Müslümanların siyasi birliğinin emperyalizm ve içerideki işbirlikçilerinin askeri ve politik manevralarıyla ortadan kaldırılması, Müslümanların tarih yapan/yazan aktör olmaktan uzaklaşıp tarihe maruz kalan aktör olmaları neticesini doğuran son kırılmalar olmuştur.
İki asırdır süregelen bu durumu aşmak ve İslam’ın yeryüzünde hak ve ona dayalı adaleti egemen kılma perspektifinin gerektirdiği şekilde Müslümanların yeniden tarihe dönmesi ve tarihe yön vermeleri hususunda İslam coğrafyasının hemen her bölgesinde arayışlar, çabalar söz konusu oldu, olmakta. 19. asır ve sonrası ortaya konulan ve “İslami hareket” kavramsallaştırması altında birleştirilmesi mümkün olan tüm çaba ve mücadeleler, temelde bu gayeye matuf olagelmiştir.
Tabi emperyalizm/siyonizm ve onların yerel uzantıları durumundaki müstemleke rejim ve yönetimleri, İslam’ın ve Müslümanların belirleyici aktör olarak tarih sahnesine yeniden dönmemesi için çeşitli engeller çıkarmakta, planlar yapıp stratejiler uygulamakta.
Askeri/fiili işgaller, katliamlar, temelde bir egemenlik öğretisi olan İslam’ı toplumların algısında bir mâbed dini”ne indirgemeye yönelik saptırma stratejileri, Müslümanları kendi iç sorunlarıyla meşgul etme planları… Tüm bunlar, İslam’ın ve Müslümanların yeniden tarih sahnesine çıkmasını, dünyaya nizam vermesini engellemeye matuf girişimler.
Küresel istikbarın ve yerel uzantılarının tüm bu strateji ve çabaları karşısında İslam’ın asli aktör olarak tarih sahnesine çıkması yönünde geçmişten bugüne çeşitli coğrafyalarda çabalar gösterildi, mücadele hatları oluşturuldu. İslam’ın asli hüviyetiyle anlaşılması, yeryüzünde yegâne hak egemenlik öğretisi olarak bu iddiasıyla tarihi yeniden şekillendirmesi noktasında birçok kazanımlar elde edildi.
19. asır sonları ve 20. asır bu konuda önemli mesafelerin alındığı zaman dilimleri oldu“Tanrı’nın ölümü”nü ilan eden Batı pozitivizmini de şaşırtacak ve hayal kırıklığına uğratacak derecede küresel düzeyde İslami uyanış dalgası yaşandı.
20. asrın sonları ve içinde bulunduğumuz 21. asır sürecinde Batı modernizminin bu dalga karşısında kendi “hakikat iddiası”nı da terkedip tüm hakikat ve hâkimiyet iddialarını göreceliliğe mahkûm ederek etkisizleştirme stratejisinin ürünü olan postmodern felsefe, ne yazık ki İslami uyanış dalgasını da zayıflatacak etkiler üretti.
Tabii ki bu etki, bizatihi postmodernizmin ortaya çıkardığı bir netice olmaktan ziyade, istikamet ve sâbite bilincini diri tutma mükellefiyetinde zaaf yaşayan hareketlerin kendilerini sürece maruz bırakmasının ürünüydü.
Zira, Maide sûresi 105. ayette Rabbimizin buyurduğu üzere, “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın, siz doğru yolda olduğunuz müddetçe sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır ve O, size yapmakta olduklarınızı bildirecektir.” Oysa İslam arızi değil asıl olandır, yeryüzündeki yegâne hak din/hayat nizamıdır ve dolayısıyla kendisini İslam’a nisbet eden fert ve toplulukların her halükârda bu bilinç üzere bulunmaları ve bu bilinç üzere hareket etmeleri gerekir.
Nitekim İslam dâvâsının önderleri Nebiler (a.s.) hep bu bilinç ve duruşla hareket etmişler ve bu sebeple de tarihin nesnesi değil öznesi olmuşlardır.
Nebilerin kıssalarında yer alan, egemen otoritelere karşı “Bana karşı elinizden geleni yapın, ben de yapmaktayım” meydan okuması, maddi güce değil, asıl olanla arızi olanı doğru konumlandırmaya dayalı imani duruşa dayanmaktadır. Kalem sûresi 8-9. ayetlerde bildirildiği üzere, karşılıklı ilkesel tavizlerle uzlaşma talebinin, bir avuç müminden değil Mekke otoritesinden gelmiş olması ve tabii ki reddedilmesi hakeza.
İşte tarihin nesnesi değil öznesi olmak ancak bu duruşla mümkündür. Firavunlardan değil, Âlemlerin Rabbi Allah’tan korkmak, Kahhar olanın, külli şey’in kadir olanın ancak O olduğu bilincine sahip olmak, güçlü ordularla tehdit edildiğinde “Bize Allah yeter, o ne güzel vekildir” diyebilmek, o şuurla hareket edebilmek…
İşte üç aya yakın bir süredir Gazze’de ortaya konulan izzetli direniş, mübarek cihad, Müslümanların tarihe maruz kalmak yerine, Allah için, hak ve adalet için tarih sahnesine çıkması ve tarih yazması anlamında son derece önemli, öğretici, diriltici bir ameliyedir.
Evet, Gazzeli Müslümanlar, çocuğundan, kadınına, yaşlısından mücahidine gerçek anamda tarih yazmaktadırlar. Bu öyle bir tarih yazımıdır ki, sadece Müslüman toplulukları değil, dünya halklarını da diriltmekte, İslam’ı, olması gerektiği üzere insanlığın birincil gündemi haline getirmektedir.
Bunu da tıpkı Rasulullah ve ilk neslin Medine’de muhatap oldukları Ahzab Savaşı’na benzer bir kuşatma ve onun da ötesinde işgal ve soykırım saldırıları altında başarmaktadırlar.
Tesbit Doğru, “Gibi”si Fazla
Aksa Tufanı cihadının başladığı 7 Ekim ve siyonist işgal rejiminin savaşa savaşla değil tam anlamıyla bir soykırım saldırısıyla karşılık verdiği üç aya yakın sürede yaşananlarla ilgili çokça dile getirilen önemli bir tesbit var. Birçokyorumcunun paylaştığı bir kanaat olarak medyada sıkça dillendirilen bu tesbit, bu süreçte“İsrail’in örgüt gibi, Hamas’ın ise devlet gibi hareket ettiğini” ifade ediyor.
“Gibi” kaydı dışında hakikaten çok isabetli bir tesbit. Gerek savaş alanında, gerek diplomatik alanda, gerekse esirler konusundaki tutumlara bakıldığında, gerçekten de siyonist işgal rejiminin tam mânâsıyla bir terör örgütü niteliğinde hareket ettiğini, buna mukabil Hamas’ın devlet aklı ve ahlakıyla hareket ettiğini görmekteyiz.
İşgal rejimi üç ayı yakın süredir kasten ve doğrudan hiçbir ayrım gözetmeden sivillerin bulunduğu mesken, okul, hastane gibi mekânları hedef alıp katliamlarla dehşet saçarak Gazze’yi insansızlaştırmaya yönelik bir terör estirmektedir. Kaldı ki siyonist işgal rejimi bu terör politikasını kuruluşundan günümüze, hatta daha öncesinde, sonradan “devlet”i teşkil edecek olan Haganah, Irgun gibi örgütler eliyle bir asırdır sürdürmektedir. Dolayısıyla “İsrail bir terörörgütüdür” tesbiti, bir slogandan ibaret değil, gerçeğin ta kendisidir. Terör örgütleri tarafından kurulan bir terör rejimi…
Nitekim gerçekleştirilen esir takaslarında örgüt ve devlet farkını tüm dünya çok net bir şekilde gözlemleme imkânı buldu. Terör örgütü siyonist rejim, Filistinli esirleri, onlara her türlü zulüm ve işkenceyi yapmış, elini-kolunu kırmış vb şekilde bırakırken, devlet aklıyla hareket eden Hamas, esirlere İslam’ın öğrettiği şekilde son derece insani, ahlaki çerçevede muamelede bulunmuş, onları kendilerine hayran bırakacak şekilde misafir etmiş olarak sağlıkları ve moralleri yerinde serbest bırakmıştır.
Tüm dünyada canlı yayınlarla izlenen bu iki tutum, Hamas ve askeri kanadı el-Kassam Tugayları ile İslami Cihad / Kudüs Tugayları gibi diğer cihad hareketlerinin, bölge ve dünya halkları nezdinde İslam’ı güzel bir şekilde temsilini ifade etmektedir.
Gerek cihad hareketlerinin bu ahlaki tutumları, gerekse Gazze halkının metanet ve izzeti sayesinde şimdilerde tüm dünya halkları nezdinde İslam ve Müslümanlara yönelik ilgi ve sempati ciddi bir artış trendi gösterirken, birkaç asırdır dünyadaki egemen algı ve kültürü teşkil ve temsil eden Batı ise, her yönüyle çöküş trendi yaşamaktadır.
Gazze cihadı ve onun karşısında savaş yerine soykırıma yönelen siyonist işgal rejiminin dünya tarihinde eşine çok az rastlanmış olan vahşeti, bu vahşetin fiili ortağı olan ABD ve Avrupa’nın temsil ettiği ve iki asırdır insanlığa “muasır medeniyet” olarak pazarladığı tümalgı, yaklaşım, söylem ve sloganların bir maskeden ibaret olduğunu bir kez daha, fakat çok güçlü bir şekilde ortaya çıkarmış durumdadır.
“Amerikan rüyası” denilen şeyin nasıl bir kâbus olduğunu özellikle genç nesiller çok açık şekilde görmüş oldu. Bizzat ABD’de yapılan araştırmalar, ABD’de genç kuşağın siyonist rejimin gerçekleştirdiği soykırımın doğrudan paydaşı olan kendi devletlerinin bu vahşi, kanlı politikalarına karşı çıkmakta olduğunu ve Filistinlilerin haklı dâvâsının yanında yer almaya başladıklarını göstermektedir. ABD, Avrupa ülkeleri, Avustralya gibi dünyanın çeşitli bölgelerinde, Gazzelilerin metanet ve tevekkülünden etkilenerek İslam’ı araştırmaya başlayan, gözyaşları içinde Kur’an’dan ayetler okuyup imanını izhar eden insanlara tanıklık ediyoruz.
Dünya genelinde olduğu gibi, İslam coğrafyasında da birçok insan Gazzelilerin iman, teslimiyet ve tevekkülünü hayranlıkla takip ediyor, anlamaya çalışıyor, Gazzeliler gibi olabilme çabasına yöneliyor. Gazze cihadı, siyasi ve askeri yönden olduğu gibi, sosyal ve ahlaki yönden de İslam’ın dünya halkları nezdinde tarih sahnesine yeniden dönüşü ve tarih yazmaya başlamasının miladı haline geliyor. Bu güzel ve örnek temsiliyetin yanında, askeri olarak da Allah’ın inayetiyle “ahzab ehli”nin planlarını başlarına geçiren, onları sahada perişan eden amansız bir direniş ortaya konuluyor. Bizzat siyonist eski genelkurmay başkanı Dan Halutz, Hamas karşısında yenilmiş olduklarını dile getiriyor. Batılı yayın organlarında da sıkça siyonist işgal rejiminin savaşı kaybetmiş olduğu dile getiriliyor. Örneğin İngiliz Guardian gazetesi, “İsrail savaşı kaybetti, ancak Netanyahu ve radikal kabinesi bunu kabul etmek istemiyor” tesbitinde bulunuyor.
Hamas, son iki haftadır siyonist işgal rejimi ve aracı ülkeler tarafından dillendirilmekte olan yeni bir esir takası ve bu çerçevede geçici ateşkes taleplerini kesin bir dille reddediyor ve siyonist saldırganlık ve işgal son bulmadıkça herhangi bir anlaşmanın söz konusu olamayacağını ifade ediyor.
Üç aya yakındır ortaya koyduğu onca vahşete ve yaptığı soykırıma rağmen sahada meşum hedeflerini gerçekleştiremeyen, bilakis çok ağır kayıplar vermeye devam eden siyonist işgal rejimi, tam anlamıyla bir vahşet sarmalına girmiş bulunuyor. Bu vahşeti de hem kendisini hem de efendisi Batı emperyalizmini varoluşsal bir krize sürüklüyor, iki asırlık allı boncuklu “uygarlık” anlatısı, binlerce çocuk bedeniyle birlikte Gazze’deki enkazlara gömülüyor.
Batı, bir yalan ve vahşet “uygarlığı” olarak iki asırdır egemen aktör olarak bulunduğu tarih sahnesinden irtifa kaybederek düşüşe geçerken, bir avuç Gazzeli, çocuğundan kadınına, yaşlısından mücahidine İslam’ı yeniden tarih sahnesinin egemen aktörü kılacak iradeyi ortaya koyarak hepimize örneklik ve öncülük ediyor.
İktibas Dergisi Ocak Sayısı Yorumu