Hepimiz zaman zaman hayatımıza dair değerleri kaybettiğimizden dem vurup şikayetçi oluyoruz. Söyleme biçimlerimize bakılınca bir doğal afetten bahsettiğimiz düşünülebilir rahatlıkla. Sanki yer yarılıyor ve bizim bazı değerlerimizi yutuveriyor. Sel geliyor önüne katıp götürüveriyor.
‘Değerler erozyonu’ diyoruz hatta bu duruma. Rüzgara, yele kaptırıyoruz sanki değerlerimizi. Öyle olmadığı aşikar ama biz görmemeyi, hiç o tarafa bakmamayı tercih ediyoruz. İşimize öyle geliyor. Değerleri yaşatacak olan insanlar değilmiş gibi davranıyor, başımızı kuma gömüyoruz. Hayatımız değişsin, yaşama kültürümüz değişsin, kullandığımız eşya ve araçlar değişsin, şehirler ve mekanlar değişsin, tutkularımız ve arzularımız değişsin, alışkanlık ve bağımlılıklarımız değişsin ama değerlerimiz hiç değişmesin diye bekliyoruz. Öyle olmasını umuyoruz. Herhalde değerlerin insanlar olmaksızın hayatiyetlerini sürdürebileceklerini sanıyoruz. Velev ki öyle olsun, velev ki en canlı halleriyle yaşamaya devam etsin bu değerler… Çoktan başka bir hayatı, başka duygu ve düşüncelerle, başka arzu ve tutkularla yaşayan bu yabancı insanlarla nerede, nasıl bir irtibat, bir ünsiyet kurabilirler ki?
“İnsanlar kendilerini satın aldıkları metalarda tanımaktadır; ruhlarını otomobillerinde, müzik setlerinde, içten-katlı evlerinde, mutfak donatımında bulmaktadır. Bireyi toplumuna bağlayan düzeneğin kendisi değişmiş ve toplumsal denetim üretmiş olduğu yeni gereksinimlerde demirlemiştir” diyor Herbert Marcuse, ‘Tek Boyutlu İnsan’ adını verdiği eserinde.
Geçmişte Jules Verne okuyan çocuklar için gelecek heyecan verici belirsizliklerle dolu bir kurguydu. Şimdi Jules Verne okuma yaşına gelen çocuklar için belirsizliklerle dolu olan gelecek değil geçmiş… Şimdiki çocuklar için geçmiş uzak, hayali, fantastik ya da ürkütücü bir kurgudan ibaret… “Bir varmış, bir yokmuş” diye başlayan bir masal… Geçmiş dediysek çok uzak bir geçmiş değil; mesela kendi anne babalarının çocuk olduğu zamanlar… Şimdiki çocuklarla anne babalarının çocuklukları arasındaki uçurumu anlatmaya ‘kuşak farkı’ nitelemesi kâfi gelmez; iki ayrı dünya, iki ayrı gezegenden söz ediyoruz adeta. Bugünün dünyasında önceki ve sonraki kuşakların birbirini anlayamıyor olmasına şaşırmamak gerekir belki de. Aynı dünyada hiç beraber yaşamadılar, yaşamıyorlar çünkü onlar!
Renkler ve zevkler geçmişte suhuletle olmak kaydıyla rahatlıkla tartışılabilirdi. Çünkü insanlar başka insanların kendilerine benzemezliklerine karşı tahammül sahibiydi. Şimdi o tahammül olmadığı gibi, hususen sözü edilebilecek bir renk ve zevk olduğu da söylenemez. Hepimiz küresel zevk ve renk tekellerinin kurduğu endüstriden satın alıp yakıştırıyor, takıp takıştırıyoruz hayatımıza giydirdiğimiz her türlü kılık kıyafeti. Çarşı pazardır artık bizim insanlığımızın her türlü renk ve zevk tedarik merkezi.
“Reklamlar, tüketim toplumunda yaşayan her birimize, fazladan bir şey daha satın alarak kendimizi ve hayatlarımızı değiştirme teklifi sunar. Alacağımız bu fazlalık bizi reklama göre daha zengin biri yapacaktır. Bunu alınca cebimizdeki para azalmış olsa bile… Ve bu değişime bizi ikna etmek için, bu değişimi bizzat yaşayan, dolayısıyla gıpta edilen insanları gösterirler. Bu gıpta edilir hal o cazibeyi yaratır ve reklamcılık dediğimiz ise bu cazibeyi yaratma sürecidir” diyor John Berger, herkesin farkında olması gereken kitabı ‘Görme Biçimleri’nde.
“Hayatımızda satın aldıklarımız ve satın almayı istediklerimiz dışında ne kadar az şey kaldı, farkında mısınız?” diye sordu beyaz saçlı adam. Etrafta bu soruya cevap verecek hiç kimse yoktu.
Yeni Şafak / Gökhan Özcan