Sunumuna selamlama ile başlayan Zeynel Furkan, bu akşamki konunun günümüze ve yol açtığı sorunlara dair bir içeriğinin olmadığını, bunun ikinci bir aşama olarak başka bir dersin konusu olabileceğini, bugün kavramın tanımı ve tarihi, kökleri üzerinde durmayı amaçladıklarını belirtti. Konuşmacı sunumunu şu şekilde sürdürdü:
Konumuz “Ulus’un” oluşumundaki tarihsel temellerin dayanak noktalarıdır. Bu çalışma yapılırken ulus-ulusçuluk ve ulus-devlet kavramlarının oluşumundaki tarihsel süreç ve en sonunda bu kavramların etkilerine dair tespitler de bulunulacaktır. Çalışma, Ulus’a dair her hangi bir çözüm önerisi değil, sadece tespit merkezli olduğunu en başta belirtip, çalışmanın bu çerçeve de değerlendirilmesi gerektiğini söylemeliyiz.
Ulus bir anda ortaya çıkmış, tanımı keskin hatlarla yapılabilecek bir kavram değildir. Ulus, Avrupa da 15. yy da coğrafi keşifler, Rönesans, reform ve 16.17.18. asırlarla devam eden aydınlanma süreci ile ortaya çıkmış bir vakanın adıdır. Semeresini de 1789 Fransız Devrimi ile vermiştir. Ulusu anlatmak için ilk önce ulus öncesi sürecin ne olduğunu bilmemiz, bizlerin ulusu daha iyi kavramamızı sağlayacaktır; ancak konuya geçmeden önce inceleyeceğimiz konu tarihi bir yapı olduğu için anlatılan konu muhakeme edilirken, değinilen dönemin siyasal iktidarı ve içinde bulunduğu zamanın hâkim gücünün etkileri göz önünde bulundurulmalıdır.
Ulus öncesi:
Konumuz ulus olduğu için, ulusun ortaya çıktığı topraklar olan batının ulus öncesi dönemine kısaca değineceğiz.
Batı kendisini eski yunan ile başlatır ve temellerini burada ortaya atılan felsefeye (antik) dayandırır. Bu dönem İ.Ö 6yy’a tekabül eder. Çünkü daha öncesi mitler ve efsaneler dönemidir batılılara göre. Bunu belirtmemin nedeni Ulus’u ortaya atan modern-batılı paradigmanın kendisini oluştururken başlangıç safhasında “asla dönüş, köklere dönüş” sloganıyla ortaya çıkmasıdır –ki bu kök maddi olanı öncelemedir.
Batılı, Thales, Pisagor, Demokritos vs. filozofların doğa olaylarını inceleyip, bu olayları mitlere, efsane ve tanrılara dayandırmadan açıklamaya başlamaları ile süreci başlatıp; daha kompleks hale gelerek Sokrates, Eflatun (Platon) ile devam edip Aristo ile kendilerine göre sistemleşen felsefeyi kendilerine referans noktası olarak almıştır. Kendilerini bu döneme dayandırmalarının sebeplerinden biri ise: Mücadele edip, 18.yy’ın sonunda iktidarını devirdikleri “Kilise ve Aristokrasinin” asırlarca sürdürdükleri egemenliklerine temel olarak, Aristo mantığını referans alması idi. Ulusu doğuran modernite kitlelere, Kilisenin Aristo’yu yanlış tanıdığını ve onun klasik mantık yöntemini çarpıttığını gösterip, Avrupalıya 250 yıl boyunca bir nevi, asla dönüş, gerçek Aristo’ya dönüş çağrısı yapmıştır. Bunun adına Radikal-Fundemantalist Antik-Grekcilik diyebiliriz.
Aristo’dan sonra batı, adına Hellenizm (İ.Ö 2 ve 3 yy) çağı dedikleri bir döneme girmiştir. Bu dönemde, İskender kendilerince bilinen tüm kadim dünyayı Makedonya’dan, Hindistan’a oradan Mısır’a kadar feth edince, bu bölgedeki sınırlar kalkmış, bölgeler arası ticaret ve etkileşim artmış, süreç fikri olarak doğu-batı sentezi tasavvurların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Enteresandır günümüzün post-modernleri eski yunanda, Aristo’ya kadar olan süreci Modernizm’e Aristo’dan sonra başlayan hellenizm sürecini de post-modernizm’e benzeterek ulus’a yaptıkları gibi kendilerine tarihi meşruiyet kazandıracak tarihsel hafıza veya altyapı oluşturmaya çalışmışlardır.
Süreç Roma İmparatorluğunun dünyaya yayılması ve kendileri haricinde herkesi barbar kabul ederek; refahı, barışı ve medeniyeti getirmek için tüm Avrupa, Ortadoğu, Kuzey Afrika’yı topraklarına katmasıyla devam etmiştir. Daha sonra roma 4 yy. da Hristiyanlığı pagan dini ile karıştırarak resmi din kabul etti. Batı ve Doğu olmak üzere ikiye ayrıldıktan sonra Batı Romanın yıkılması ile 4 yy ile 17 yy. ın sonuna kadar egemen olacak Aristokrasi ve Kilise Kurumu güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Batılılar bu döneme Karanlık Çağ dediler. O dönem Avrupa’sında ki egemen fikir ise sorgulanamaz skolâstik felsefeydi. Bu iki kurum Rönesans ve reform hareketi ile başlayacak olan isyana kadar sorgulanmadı ve 250 yıllık kanlı savaşlar sonunda yenilerek, yerini Modernizm’e “laiklik” anlaşması ile bırakarak insanların “ulus” olmasını izledi.
Ulusun siyasal temelleri:
15. Yy da Rönesans döneminde İtalya’da yaşamış olan Makyavel şunları yazar ki; aşağıda ki alıntı onun döneminden daha önce dillendirilen fikirler değildi. Nitekim Makyavel’den önce bütün siyasi edebiyat hatta Batılıların kendilerini dayandırdıkları Aristo’dan Eflatun’a ve ortaçağa kadar tüm dönemlerde egemenlik, iktidar veya devlet bir araçtır. Bütün bunlar pratikte yapılamasa da teoride “adalet, iyi hayat, tanrı gibi ideallerin hayata geçirilmesi için araçtı, ancak 15. Yy da bir şeyler Makyavel ile değişmeye başladı. Şöyle diyor:
“ Devlet adamının görevi iktidarın alınması, tutulması ve yayılmasıdır. Devlet mekanizmasının ahlak ve dinden farklı bir değerler sistemi vardır. Ahlaken veya dinen kötü sayılan hususlar devlet mekanizmasının işleyişinde işe yarayıp iyi hizmet ediyorlarsa iyi sayılabilirler. Bu anlamda siyasi bir rakibi zehirlemek eğer iktidar mekanizmasında işleri çözüyorsa ahlaki ve dini değerler açısından bu kötü; ancak devlet mekanizması değerleri açısından bu iyidir.”
Bu alıntısı yapılan pasaj batıda o dönemde Kilise ve aristokrasinin iktidarına karşı bir isyan çağrısı demekti. Çünkü ahlaki ve dini –ki bunlar aristokrasi ve kilisenin iktidar araçları idi.- değerleri bir kenara koyup alternatif bir değerler silsilesi ortaya çıkarıyordu. Bu alternatif değerleri uygulayacak toplumun adı kilisenin vasıflandırdığı “hristiyan kul” değil, yeni laik değerleri olan bir “ulus” olmalıydı. Ancak bu sayede Kilisenin fikri ve bedeni iktidarı devrilebilirdi. Burada görebileceğiniz gibi “ulus” kavramının laik temsilcileri ile Aristokrasi-Kilise ittifakı arasında gerçekleşecek mücadelenin temelleri yavaş yavaş atılmaya başlamıştır.
Modernite’ye ait değerler 15. Yy da ortaya çıkmaya başladığında toplumların her türlü insani ihtiyaçları üzerinde baskı yapan kilise ve aristokrat feodaller tarafından sömürülen bir Avrupa insanı tipolojisi vardır. Modernite’nin başarıya ulaşıp kendini kitlelere kabul ettirmeye başlamasının en büyük sebeplerinden biri, Kilise ve Aristokrasi’nin insanlar üzerinde ki acımasız baskılarıdır.
Coğrafi keşiflerle zenginleşip iktidardan pay almak isteyen burjuva kesimi şiddetle aristokrasi ve kilise tarafından reddedilmiştir. Yeni keşfedilen coğrafyaların zenginliği ile burjuva güçlendikçe, kilise ve aristokrasi kan kaybederek toprağa ve tarıma dayalı zenginlikleri önemini yitirecek; meta, para ve mal cinsinden nesneler ölçü ve güçlülük göstergesi olmaya başlayacaktır. Tam bu noktada özellikle dinin değerleri burjuvazinin güçlenmesini engelleyici faktördü. Örneğin: Faiz, burjuva için piyasada ki ticaretinde en büyük zenginlik kaynaklarından biri iken Katolik kilisesine göre faiz yasaktı. Bunun dışında boşanmak, zina vs yasaktı. Kendisini kısıtlayan bu yapıdan sıyrılıp, siyasi iktidar mekanizmasında bir güç olmak isteyen burjuva, feodal aristokrasinin en büyük düşmanı olan merkezi krallıklarla iş birliğine giderek kilise ve aristokrasinin gücünü kırmış, daha sonrada kralları tasfiye ederek kendi modern ulus-devletini oluşturmaya başlamıştır. “Piyasayı ele geçiren kapital beyleri; piyasalarını genişletmenin, özel mülk edinmenin ve bunun hukuksal tabanını oluşturmanın gereği olarak devleti, erki ve hukuku ele geçirmeliydi. İşte bu isteğin arkasına özgür teşebbüs, özel mülkiyet, özgür insan, demokrasi ve eşitlik söylemleriyle özgür ve eşit olmak isteyen köylü sınıfı denilebilecek kesimleri de yanlarına alarak devlete başkaldırışlarının ve devrimlerinin sonucu olarak kapitalizm devlete yine bu gerekçelerle hakim olmuştu. Kapitalizm Avrupa’da krallara “Size saygımız var, gerçekten soylusunuz ama devleti halkla beraber biz yöneteceğiz, siz yiyin, için yatın. Saraylarınız da sizin olsun ama halka biz muhatap oluruz “ diyerek kralları pasifize edip devlet erkini parlamentoları kullanarak ele geçirmişlerdi.” (Ayhan Öztürk /17.02.2010 milliyet)
Bu süreç her yönden güçlü olan bir yapının (Kilise-Aristokrasi), alttan gelen bir hareket tarafından (Brujuvazi) her türlü alanda yenilgiye uğratılması süreciydi. 250 yıl boyunca Avrupa da Kilise ve Aristokrasi iktidarını kaybetmemek için yıllarca mücadele etmiş, yüzyıllara yayılan savaşlar, engizisyonlar da diri diri yakılan bilim adamları, kendilerine büyücülük ve cadılık atfedilip yakılan insanlar; her türlü baskı ve işkenceye rağmen kilisenin egemenliğini yıkma savaşından vazgeçmemişlerdir. Burada gerçekleşen şey toplumsal dönüşümün tam anlamıyla sarih bir şekilde gerçekleşmesiydi. O dönemde ki insanlar özelde de filozof, bilim adamı ve hristiyanlıktaki alternatif mezhep kurucuları her türlü baskıya rağmen direnmişler, entellektüelleri Decartes, Spinoza, Hobbes, Locke, Volter vs. amiyane tabirle kendi dönemlerinde kelle koltukta öldürülme tehditlerine rağmen kendi düşünce dünyalarından taviz vermemişlerdir. Bunu belirtmemin sebebi bir hayranlık vesilesi değil, bir dönüşümün nasıl gerçekleştiğini belirtmek ve alınabilecek dersleri çıkartmaktır.
Merkezi krallık içinde yaşayan halkın, kilise ile bağı kopunca din ulusallaşmaya başlayarak, halkların artık yeniden tanımlanması için yeni bir tanımlamaya ihtiyaç vardı ki, “nation” “ulus” kavramı tam da seküler, laik yapıyı monte etmek için oluşturulacak insan tipini tanımlıyordu. Ganimet babından el konulan kilise malları ile merkezi devlet ve brujuvazi daha da güçlendikçe artan üretimle Avrupa da ki Pazar sahalarının sınırlarını ulus-devletler ile çizerek, brujuvazi kapitalizm denen yeni bir sürece evrilmeye başladı. Dün feodal beyler, imparatorlukların sınırlarını koruyan bekçilerken, gelinen süreçte güçlenen ve kapitalistleşen burjuvalar için bekçiler ise yavaş yavaş 18 yy’da oluşum temellerini attıkları ulus ve ulus-devletler olmuştur.
Ulus Aşaması:
Ulus olmak bir toprağa bağlılık ile başlar ve bu bilinçte sizi yurttaş yapar. Burjuvazi bu sıralamada ilk önce modern-seküler devleti kurar, ikinci aşamada devlet tebaasından ulusu ortaya çıkarır en sonunda da ulus olan kitleler yurttaş olarak vatandaşlık bilincine eriştirilirler. Jan Jak Rousse yurttaşlıkla ilgili şunları söyler:
“Yurttaşları yaratırsanız muhtaç olacağınız her şeye sahipsiniz; onlar olmadan alçalmış kölelerden başkasına sahip olmayacaksınız.”
Bu söz aslında ulus-devlet kurucularının insanlara ve toplumlara nasıl baktıklarına dair ipucu veren en sarih ifadelerden biridir. Metayı, parayı veya değer atfedilen şeyi her türlü meşru veya gayri meşru yollarla biriktirerek güç kazanan, yapının özgürlük vaatleri ile arkasına aldıkları kitlelere kiliseyi devirdikten sonra neler yaşatacaklarının küçük bir ipucuydu.
Kilisenin dini değerlerinden arındırılıp, sekülerleştirilerek mobilize edilen insan topluluklarının işçi, memur vs. olup kendilerine hizmet edebilmeleri için ulus olup yurttaşlık bilincine ulaşmaları gerekiyordu. Toplumların ulus olabilme sürecini hızlandırmak için sosyolojiyi yani toplum bilimini kurdular ve aşamalar halinde gelişen insan topluluklarının en mükemmel ve en ileri toplumsal birlikteliğine de “ulus” adını vererek bunu bilimsel bir kisveye büründürdüler.
Oluşturulan ulusun insanlar nazarında meşruiyeti için tarihsel bir hafıza gerektiğinden, modern-tarih bilimini kurarak, 19 yy da ulus-merkezli tarih yazıcılığı ortaya çıktı. Kurdukları literatürde tarih bilimi objektif ve tarafsızdı!
Nitekim modern-tarih, devletlerin gelecek nesillerini iyi bir vatandaş yapmak ve ulus bilinci ile yetiştirmek için, öğrencilere okullar da öğretilmesini istedikleri en önemli derstir. 1919-1922 yılları arası Türkiye de “Kurtuluş Savaşı”- adı verilip okullarda böyle gösterilirken, Yunanistan da bu yılların ve bu savaşın okullarda öğrencilere aktarımı Türkiye’dekinden çok farklı olduğu su götürmez bir gerçektir. Tam bu noktada Yunanlıların mı yoksa Türkiye’nin mi tarih öğretimi gerçeklere daha yakındır sorusu ortaya çıkmaktadır. Hangi geçmiş, kime göre doğru vs. sorular kafaları meşgul etmeye başlar. Türkiye’de ve Yunanistan da insanlara ulus olma bilinci kazandırmak için tarihi kendilerine göre yorumlamaları, bugün dünyanın her hangi bir yerinde, her hangi bir ulus-devletin ulus oluşturmak için yaptığı bir vakadır.
Toplumların ulus olduktan sonra sözde köklerinin araştırılması için antropolojiyi kurarak “ırk” araştırması yapıp, oluşturulan yapay tarihi hafızaya sözde genetik kodlar oluşturuldu.
Nietzsche’nin “artık Tanrı öldü.” Diye bir sözü vardır. Bunu söylerken bir tanrının daha önceden var olup 19 yy. da hayatını kaybettiğini kastetmiyor. Modern çağda ve uluslar için tanrı hükmü geçerliliğini kaybetmiş, laik-seküler yaşam ortaya çıkmıştır. İnsanları bir arada tutan bağ artık din değil ulus olma bağıydı. Tanrı ölmüştü; çünkü insan, tanrıyı tahtından ederek kâinatın kural koyucu merkezi haline gelmişti. Artık tanrıyı hayatında öldüren “ulus” için yukarıda da bahsedildiği gibi kurmaca tarih, felsefe mit ve efsane alanları oluşturuldu. Böylelikle ulus olmak zorunlu, gelişimsel bir süreç olarak benimsenerek kabul edildi.
Artık “Ulus” olan batılı insan, yurttaşlık bilinci kazanarak, dini de hayatından öteleyip kendince modern ulus-devlet aşamasına geçmesi artık bir zorunluluk haline gelmişti. Görevleri ise dünyanın geri kalmış (!) diğer topluluklarına medeniyeti getirip, onlara ulus olma bilincini öğretmekti. 19 yy ve 20 yy da ulus olma aşamasını tamamlayan batılı insanın sömürgeleştirip, zulmetmediği coğrafya dünyada neredeyse kalmadı. Dünyada sömürge rekabetine giren batılı ulus-devletler, iki defa dünya savaşına sebep olmuşlar ve gayri resmi rakamlara göre 100 milyonun üstünde insanın ölümüne sebep olmuşlardır. Sömürgeleştirdikleri coğrafyalardan 1945’ten sonra yavaş yavaş çekilirken, bölgelerini bölüp parçalayarak ayırdıkları insanların, pazarı ve sermaye dolaşımını tehdit etmemeleri için kapitalist pazarın bekçisi olan, sınırları cetvellerle çizilen ulus-devletlerin hegemonyasın da yaşamaları sağlandı. Doğu da özelikle de İslam Coğrafyası’nda uluslaştırılan insanların toprakları, batıdaki modern ulus-devletlerin paylaşım, nüfuz ve menfaatlerine göre yapay sınırlara bölünerek, yapay ulus-devletler oluşturuldu. Batılıların işgal ettikleri topraklardan çekilirken, hemen akabinde eski yapının dağılıp yerini ulus-devlete bırakması, aslında sistemli bir yapının izleri gibi görünmektedir. Bölgeye gir, insanları parçala, uluslaştır… Daha sonra da gerekli kurumları oluştur, ufalanmış halde ve birbiri ile devamlı sorunu olan ulus-devletlere, menfaatlerinin ve pazarlarının teminatı olarak bölgeleri teslim et.
Dünya da ulus bilinci ile beraber siyasal hayatta da liberal-demokrasi, komünizm, faşizm, sosyalizm gibi vs. kavramlar ortaya çıktı -ki bunların hepsi kapitalizmin öz çocukları idi. Bunların içinden sadece liberal-demokrasi sadık evlatken, diğerleri haşara çocuklardı; çünkü haşara çocukların hâkim olduğu ulus-devletlerde, kapitalistlerin Pazar ve sermayeleri, bazen aşırılığa kaçarak tehdit edilirken, sadık çocuğu olan liberal-demokrasinin egemen olduğu ulus-devletler ise dünya ekonomisine çabuk entegre olabiliyorlar ve menfaatlerine bir zarar gelmiyordu. Örneğin faşizmin kontrolden çıkması ve pazarın tehdit edilmesi yüzünden, liberal-demokrat ve komünist sistemin ittifakı ile 1939-1945’deki 2. Dünya savaşında faşizm yani özelde de nazi Almanya’sı yenilgiye uğratıldı. 1989’dan sonra komünizm tasfiye edilerek, tek sadık çocuk Liberal-demokrasinin dünyaya varis olduğu ilan edildi.
Ulus olmak demek beraberinde her türlü farklılığın bastırılıp, tek tipleşmeyi beraberinde getiren bir süreci doğurmaktadır ki baskın çıkıp kendi ulus tanımlamasını egemen kılmaya çalışan topluluk, diğer farklı kültür ve dilleri yok edip, asimile etmek için elinden geleni yapmaktadır. Örneğin bir ulus tek bir dili kullanmalıdır ki ulusun fertleri rahatlıkla anlaşılabilsin. Bu durum da farklı dillerin toplumdan tasfiyesi anlamına gelmektedir. Ulusun ana dili haricinde kamusal alanda konuşulan her farklı dil, ulusun bütünlüğünü tehdit edeceğinden, farklı olan dillerin yok edilip, yok sayılma sürecini beraberinde getirecektir.
Modern düzenin, en masum ve baskının en az olduğu yönetim biçimi liberal-demokrat sistemdir. O da sizi nimetlerinden faydalandırmak için ulus olmanızı ön şart koşmaktadır. Ulus’un içine dâhil olduğunuzda, bir yurttaş ve vatandaş hüviyetini kazanarak, liberal-demokrasinin nimetlerinden faydalana biliyorsunuz. Henüz ulus olamamış, kendi tanımlamaları ile geri kalmış bir topluluksanız, yurttaşlık bilincine erişemediğiniz için herhangi bir demokratik haktan (!) faydalanamıyorsunuz. Bunu batıdaki kendi teorisyenleri ve kurucuları söylemektedir -ki Biraz yukarıda alıntıladığımız J.J. Rousse’nin sözü herhalde yine burada meseleyi özetlemektedir.
Ulus’luk İçin Biz:
1789 Fransız İhtilali (revolution of the freedom of humanity) ile dünyaya eşitlik, ulus, hürriyet gibi kavramlar yayılmaya başlayınca, Osmanlı’nın çok kültürlü yapısını etkileyip, devleti zor durumda bırakmaya başlayınca Osmanlı devlet adamları bir araya gelir ve Fransa’daki olayları kritik ederler. Söz bu ihtilal ile ortaya çıkan hürriyet kavramına gelince, Osmanlı devlet adamları ellerini sakallarına atarak bu da nedir ve ne manaya gelir ki diye konuşmaya başlarlar. Bu belki şu an için tuhaf gelebilir; ama ihtilalle yayılan kavramların aslında ilk ortaya çıktığından Müslümanlar da bir karşılığının olmadığını gösterir. Örneğin hürriyet veya hür kelime olarak elbette biliniyordu; ancak kullanıldığı alan sadece bir kölenin efendisinden azat edilmesiydi ve azat edilen köleye “hür” denirdi. Hürriyet kelimesini duyduklarında ise Fransa’daki insanların hepsinin köle olup azat edilmesi olarak anladılar. Nitekim olayları araştırdıklarında ihtilal sırasında ayaklanan insanların kiliseleri ateşe verdiklerini duyunca, kavramı tanrıya baş kaldırıp, tanrıya asi olma hali olarak anlamışlardır. Kısaca biz de Hürriyet ilk girdiğinde Tanrıya kul olan insanların tanrıya baş kaldırması olarak algılandı. Bu durumdan yola çıkarak nation yani ulus kavramını duyduklarında ise bunun Müslümanların kullandıkları dilde her hangi bir karşılığı yoktu. ( O dönemdeki Müslümanların kafa karışıklığını bir düşünün?) Özetle ortaya çıkan ve yukarda bahsi geçen kavramların Osmanlı’da ve genel olarak tüm İslam dünyasında herhangi bir karşılığı olmadığı için insanlara fikri olarak bir cinnet hali geçirtiyor.
Bernard Lewisten bir alıntı yapalım:
“
19. yy ve 20. yy da İslam âlemine gelen batılılar, eski zamanların yunan ve Perslileri gibi değillerdi. Veya işgalciler olarak gelip daha sonra da düşmanlara karşı İslam’ın en ateşli ve güçlü savunucuları olan Türkler ve Moğollar gibi rahlenin başına oturtulup İslam dininin öğretileceği öğrencilerde değillerdi. Avrupa’dan gelenler, İslam âlemine bir yabancı olarak gelmişler, Müslümanların dinini de kültürünü de reddedip her yönden kendi egemenliklerini kurmuşlardır. Bu kez fethe uğrayan ya da yakın gelecekte ki bir fetih korkusu içinde yaşamaya başlayan ve hayatta kalabilmek için dünyanın yeni efendileri olan batılıların hayat tarzını öğrenmek zorunda kalan İslam’ın kendisi olmuştur.
Bernard Lewis burada öznel’de olsa kısmi olarak haklı olduğu tespitleri vardır. 18. Ve 19. yy dan öncede İslam dünyası kaba güçle hem Moğolların hem de haçlıların işgaline uğramıştır; ancak İslam dünyasında insanların kendi kavramları ve tanımları olduğu için Moğollar işgallerinden 50 yıl sonra Müslüman olmuş, batılı haçlılar ise geldikleri gibi geri dönmüşlerdir. 18 ve 19 yy da batılılar tıpkı diğer işgaller gibi kaba kuvvetle tüm doğuyu ve İslam dünyasını işgal ettiler. Ancak bu işgal diğer öncekiler gibi sadece kaba kuvvetle değil, zihinleri de işgal etmeye başlayınca, yenilgiyi kabullenmeye başlayan Müslümanlar, batılıların kavram ve tanımlamaları ile dünyayı anlamlandırmaya başladılar. Kaba kuvvet ve güç sayısal rakamlarla, bazen teknik terimlerle ifade edilip zaman zaman toplumların eline geçirdikleri kısa süreli bir üstünlüktür. İslam dünyası haçlıların ve Moğolların işgaline uğradığı zamanda kaba güç olarak geriydiler; ancak zihin ve tanımlamaları kendilerini işgal eden güçten daha üstün olduğu için, işgale yeltenen güçler çok fazla tutunamadılar. 19.yy da doğuya gelen batılılar İslam dünyasına gelip işgale başladıklarında, hayatın her alanında Müslümanlara meydan okudular, bu meydan okuyuş askeri alandan, felsefe ve düşünce dünyasına kadar her alanda dönemin Müslümanlarını felce uğrattı. İslam dünyası, batılı adamın paradigmasını ve hayatı anlamlandırma kalıplarını kabullenmeye başlamış oldu.
Bu durumla ilgili anekdot aktaralım: Gazali, İbn Rüşd vs gibi İslam dünyasında ki düşünürler zaman zaman günümüzde eleştirilirler. Yaşadıkları dönem Moğol baskı ve işgali bir yandan, haçlı baskısı bir yandan İslam dünyasını sıkıştırdığı bir zaman dilimidir. Ancak bu dönemki düşünürlerin eserlerinde bu sıkıntılara dair bir şey yazdıklarını görmezsiniz. Hatta günümüzün Müslümanları bu durumu sıklıkla eleştiriler. Tam bu nokta da şunu söyleyelim: Aslında o dönemki düşünürlerin tartışma ve eserlerinde bu konuların olmaması, kendilerine olan güvenlerini gösterir. Açıp baktığınız zaman o dönemin eserlerine Müslümanların kendi inşa dilleri, kendi kavramları, kendi tanımlamaları vardır. Bilimi ve felsefeyi kendi kavramları ile yaptıklarından, farkında oldukları şey sayısal üstünlükle gelen işgalcilerin İslam dünyasında kalıcı olamayacaklarıydı. Ne Moğollar ne de haçlıların İslam dünyasına karşı zihni olarak hiçbir meydan okuması olamamıştır. 19. Yy da gelenlerde tıpkı Moğol ve haçlılar gibi İslam dünyasını talan etmiştir; yalnız bu sefer roller değişmiş ilmi ve fikri olarak meydan okuyan İslam dünyası gitmiş, bunun yerine yetersizliğinden savunmaya geçip, meydan okuyan işgalcilerin zihin dünyasını kabullenmeye başlayan bir İslam dünyası portresi ortaya çıkmıştır.
Sürecin sonunda Kurulan ulus-devletlerde iktidarı ele geçiren yönetim veya anlayışın, yaptığı ilk şey Tarihe el atıp kendi penceresinden bir tarih yazıcılığı yapmaktır. Bunda ki amaç ise kitlelerin oluşturulmak istenen ulus kimliğini kolayca kabul edebilmeleri için bir tarihsel alt yapı ve hafıza oluşturmaktır. Bununla ilgili küçük bir örnek verdikten sonra konuya devam edelim. Cumhuriyet devrinde yaşamış olan tarihçi Ahmet Refik zaman zaman Osmanlıyı öven yazılar yazınca Mustafa Kemal tarafından Çankaya’ya çağırılır ve Ahmet Refik’e özetle şöyle söylenir:
“Biz yeni bir tarih anlayışı yaratıp, toplumda ulus kimliği oluşturmaya çalışıyoruz. Eskiyi övme ve bu süreçte yanımızda ol.”
1923’de cumhuriyet ilan edildiğinde yapılan ilk iş diğer ulus-devletlerde olduğu gibi resmi tarih anlayışı oluşturmak oldu. Resmi tarihi kısaca, oluşturulan ulusa bir kimlik, aidiyet kazandırmak için oluşturulan tarih anlayışı diye tanımlayabiliriz.
Türkiye’deki resmi tarihin amacı: “İslam öncesi dönemlere dayanan güçlü bir ulusal bilinç oluşturmak ve bu bilinci doğa yasalarına dayandırmak.” Bu tanım 1930’lu yıllarda gerçekleştirilen Türk Tarih kongrelerinin amaç metinlerinde geçmektedir. Kongrelerden öncede resmi tarih tezleri oluşturması için 1931’de Türk Tarih Kurumu ve dilin ulus için sadeleştirilmesi görevini üstlenen Türk Dil Kurumu 1932’de kuruldu.
Cumhuriyet, kurulduktan sonra kendi tarihini yazmaya girişiyor. Bu tarihin iki temel ihtiyaca cevap vermesi bekleniyor. Cumhuriyetin yeniliği, imparatorluk modeli bir devletin yerine bir ulus-devlet şeklinde kendini inşa etmesi. Birinci ihtiyaç bu ulus-devletin ulusunu oluşturmak. İkincisi ise, ise Türklerin Anadolu’nun yerli halkı olduğunu ispatlamak. 1930’larda Atatürk’ün önderliğinde oluşturulan Türk Tarih Tezi, bu iki ihtiyaca cevap vermek için geliştirilmiştir. Bu Tez’in iki temel iddiası vardır. Birincisi, Türklerin 5 bin yıllık çok eski bir ulus olması. İkincisi, Anadolu’da yaşayan Hititlerin, Romalıların atası Etrüsklerin Türk olduğu ve dolayısıyla bu toprakların eskiden beri Türklere ait olması. (Mümtaer Türköne/Ergenekon destanı kime ait 22/02/2009/Zaman)
1932 ve 1937 İki defa Resmi Türk Tarih Kongreleri yapıldı. Amaç en yalın şekli ile yeni kurulan Cumhuriyete ulus yaratmak. Batıdaki Nation kelimesinin karşılığı olarak ulus kelimesi Moğolcadan alındı. Her ne kadar anlam kayması da olsa “nation” kelimesini karşılamak için ümmet kelimesinin farklı bir türevi olan millet kelimesi kullanılmış olsa da bu kelime fazla İslami bulunduğu için terk edilmiş ve ulus kelimesinde karar kılınmıştır.
Cumhuriyet ulusu oluşturmak için destansı tarih anlayışını benimsemiştir. Özellikle kongrelerde ulusun kökleri eski çağlara dayandırılmıştır ki bu dönemde destan, kahraman, mit ve yeni olgular yaratmak çok kolaydır. “5 bin yıl öncesine giderek, birkaç yıl öncesinin Osmanlı’sını reddetmek, yeni bir ulusun yaratılacağı çok uzak bir geçmişin belirsizliğine sığınmak ve oradan istediğiniz her şeyi çıkartmak mümkündü. 5 bin yıl öncesi esaslı hiçbir bilginin olmadığı, dolayısıyla kolaylıkla yeni baştan yazılabilecek kadar karanlıktı”. (Mümtaer Türköne/Ergenekon destanı kime ait 22/02/2009/Zaman)
Kongrelerde hakim olan hava iki tür ulusçuluk arasında gidip gelmiştir. Bunlardan birincisi:
İradi ulusçuluk: Vatandaşlığın eşitliği, eşit hak ve yurttaşlığa dayalı Fransız ihtilalinin oluşturduğu ulusal egemenlik anlayışına dayalı yaklaşım.
Organik ulusçuluk: Alman idealizminden doğan, ulusu ortak bir kültür ve tarih bilinci olan doğal bir evrimsel toplum süreci olarak gören anlayış.
Her iki yaklaşıma dikkat ettiğinizde Türkiye’de yapılanın iki anlayışın karışımı, sentez bir ulusçuluk olduğunu görürsünüz.
Ulusçuluk için ilk önce yapılması gerekenler: dilin kendilerince Türkçeleşmesi, eğitimin laikleşmesi, devletin batılı bir altyapıda inşa edilmesiydi. Tüm bunların yanında ilginç olan ulus oluşturma çalışmaları yapılırken ulusçuluğun ateşli savunucularının Türk olmamasıdır. Örneğin Tekin-Alp (mohiz kohen) Yahudi’dir, Ahmet Ağaoğlu Rusya’dan göçmüş ve o da Yahudi kökenlidir, yine Ziya Gökalp Diyarbakırlı bir zaza’dır, TDK’nın başına geçirilen Agop Dilaçar bir Ermenidir. Edebiyatçı Türkçü Halide Edip Yahudidir, Tarihçi Fuat Köprülü Macar kökenlidir. Bu noktada bizleri insanların kavimleri ilgilendirmese de bir anekdot olması bakımdan bu durum biraz ilginçtir. Batılı manada ulusçuluk şeması ve tanımı yeni cumhuriyet yönetimi için bir sorundu çünkü İslam’ın kendisi ulusçuluğun dünyevi teorileri ile çelişmekteydi. Bunu iyi okudukları için ulus inşa etmenin yolunun ilk önce toplumdan ve devletten İslam karakterinin atılmasından geçtiğini anladıklarından, toplumun kendisine referans aldığı İslamı tasfiye etmek için bilinen Türk devrim ve İnkılâpları yapılmıştır. Bu dönemde tarih yeniden yazılırken içinde bolca hayal ürünü olan 5000 yıllık Türk tarihi tezi, yine güneş-dil teorisi gibi iddiaların anlamlı bir biçimde, kronoloji bozulmadan metodik ve ilimsel bir şekilde yapılması gerektiğinden Ankara da ki Dil-Tarih ve Coğrafya kuruldu. Bu süreçte Cumhuriyet tarihçileri Osmanlı tarihçilerini mehhiyecilik, yalakalık, yanlılıkla suçlarken, aslında kendileri de farklı davranmayarak yeni Türk tarihi kurgulayıp efsanecilik ve methiyecilik yapmışlardır.
Bol bol efsane, mit teori kurgulanmıştır. Irk sorunu için kafatasları ölçülmeye başlamış, bu dönemde Mimar Sinan Ermenidir söylemi ortaya çıkınca, Mimar Sinan’ın kabri açılıp kemikleri ölçülmüş, kemikleri tekrar mezarına koyulurken, kafatası ileride açılması düşünülen Türk ırkının geçmişinin sergileneceği müzede sergilenmesi düşünülmüş ve Dil-tarih coğrafya da saklanmıştır. Müze açılmayınca Mimar Sinan’ın kafatası kaybolmuştur.
Yaşanan tüm ulusçuluk çalışmalarında Cumhuriyet tarihçileri Osmanlı devletini ulusçuluk akımını anlamamakla suçlarlar, böylece ulus olamayan Osmanlı’nın, zamanın gerisinde kalmakla itham ederler; ama ulusçuluk akımının Avrupa da ortaya çıkınca çok milletli Osmanlı’yı parçaladığını da kendileri yazdıkları kitaplarda belirtirler. Aslında burada büyük bir ikilem mevcuttur. Nasıl oluyor da Osmanlı ulusçuluğu benimseyip hem gelişecekti derken aynı zamanda Osmanlıyı parçalıyordu.
Özetle tüm konuyu toparlarsak Ulus, insan toplumlarını sonradan/yeniden oluşturan, seküler bir kimlik ile tanımlama sürecinin adıdır. Kökenleri ise Avrupa da gelişmeye başlayan burjuva sınıfının kilise ve aristokrasiden iktidarı devralma sürecinde toplumları kontrol altında tutmak için kapitalizme dönüşme sürecindedir.
Mesele Ulus olmak insanoğlunun kaçınılmaz bir kaderimidir, yoksa insanlığın bedeninden sökülüp atılması gereken bir zincir midir? Modenizm’in Post-Modenizm’e evrildiği günümüzde ulus kavramı hangi aşamaya geçmiştir? Gibi soruların doğru cevaplanabilmesi, bizlerin yaşadığımız sıkıntılı dönemleri daha rahat atlatmamızı sağlayacak temel sorulardandır.
Program ‘iyi akşamlar’ temennileri ile tamamlandı.