“Batıla Benzemenin Hükmü”
(‘Batıla Benzemek mi’ Dediniz?…)
Hemen herkes hatırlayacaktır başlıktaki ifadeyi; ‘’İslam’da Batıla Benzemenin Hükmü’’… Buradan mülhem attık başlığı. Aynı şekilde Ali Rıza Demircan’a ait bir de kitap var malumunuz. Orada işlenen konu ‘Men teşebbehe bikavmin fehüve minhüm’ hadisini (Ebu Davud) inceleyen, oradan hareketle Müslüman ahalinin serencamını ve hal-i pür melalini şerh eden ve dahi eleştiren bir çerçevedeydi. Lakin bakış açısı daha ziyade kılık kıyafet, fiziki bir kıyas sadedinde sergilenmişti. O zamanlar bir getirisi de vardı itiraf etmek gerekirse bu tarz yaklaşımların. Ve fakat mezkur hadisle ilgili eksik rivayet ve bağlamından koparılmış olması gibi hususlar (Mirza Tokpınar, HTD 2005/3. Cilt, sayı 2) ise dikkate alınmamıştır, dikkat de çekmemiştir o hengamede!
Lakin işte o gözlerden kaçırılan, kritik eşik aşıldığında eleştiri konusu yapılan hususlar da doğal olarak çorap söküğü gibi sökün etmiş, kanıksanır, uygulanır olmuştur. Asıl dikkate alınması gereken, sakınılması ve uzak durulması istenen durumlar gözlerden kaçırıldığı için, kısaca meseleye tersinden yaklaşıldığı için istenen sonuçlar devşirilemediği gibi hassasiyet yitimi, muarızına benzemede sınır tanımama gibi durumlar hasıl olmuştur. ‘Sonradan görme’ ifadesi tam da bu durumu ifade ediyor desek yeridir.
Yani bataklığın kendisi değil, sivrisinek hedef alındığında hem kat’i sonuç almak mümkün olamayacağı gibi hem de zaman ve emek yitimi söz konusu olmaktadır, peşi sıra gelen ‘umutsuzluk’ öldürücü darbesi de cabası olarak…
‘Atı alan Üsküdar’ı geçti’ söylemi işte bu manada o kritik eşiği, onun aşıldığının resmi olarak kullanılabilir. Ne umduk ne bulduk! Saç sakal ile başlayıp kılık kıyafete indirgenen, oradan da hayatın içinde üç beş duruma endekslenen bakış açısı, hedefi vuramadığı gibi çok daha geri durumlara düşüşü de engelleyememiştir. Ameliyatlık vak’aya pansuman önerilmesi, uygulanması gibi bir durumla karşı karşıyayız kısaca.
Asli ve ilkesel bir duruş ve bakış ilk elde başvurulması, üzerinde titizlenilmesi gereken hususlar iken gidip teferruat kabilinden, örfî sayılabilecek, insani ilişkilerin ve durumların bir uzantısı görülebilecek, ibaha alanına girecek hususları öne çıkarıp oradan bir cephe açtığını düşünmek, getirisi bir tarafa götürüsü çok olacak bir stratejik hata, hatta ötesinde hayat memat meselesi görülebilecek bir durumdur. Bugünkü hal ve gidişatımızın da fotoğrafı, röntgenidir bu, desek hata etmiş olmayız.
Bugün batıla, batılla tesmiye olunan genel anlamıyla batılılara benzemeyen bir yerimiz kalmış mı? Merhum Akif’in ‘ahlakını değil tekniğini alalım’ dediği durum da aynıyla buna kıyas edilebilir, lakin durum bundan daha vahim aslında. Zihnen benzeme ve eş beslenme beraberinde fikrî benzemeyi, oradan da hal ve tavırlara sirayeti getirmiştir. Müslümanım diyenlerin bugün handiyse isimlerinden ve ‘domuz hassasiyetlerinden!’ öte bir durum kalmamıştır. Tüm bunlara rağmen, çalınan minarenin kılıfı işlevi gören ‘şefaat, fırkai naciye, (la ilahe illallah) diyen -önünde sonunda- cennete girecek vb. algı deformesi durumlara sarılıp dön baba dönelim, zevk-ü sefa eldim, dünyamızı yaşayalım modunda, her yol angara zehabında, ne yardan ne serden geçmeden hayatın akışına kendilerini bırakmış durumdadırlar. Düşünsenize zina eder, gusül abdestini eksik etmez; içki içer, domuz eti yemez! Üç beş ritüeli, birkaç özel gün ve gecesi, Cuma ve bayram günleri serenomileri, Kur’an hatim ve terennümleri artık bu Müslümanım diyen kitleye yetip de artmaktadır bile! Bunlar Müslüman olabilmenin ve kalabilmenin alameti farikası olarak görülmekte ve yeter bir durum olarak addedilmektedir. Oysa İslam, yapılması gerekenler yanında en az onlar kadar önemli ve öncelikli olan yapılmaması gerekenleri, sakınılması gereken durumları da bittamam beyan etmiştir. Ne eksik, ne fazla! İşte bunların tamamına teslim olup şeksiz şüphesiz bir iman ile bunların ikrar ve tasdiklerinin yanında kulun hayatında yansımalarının, uygulamalarının -salih amel- da görülmesi, şahitliği istenmektedir.
Bugün ‘batıla benzemek’ bırakınız kılık kıyafeti, sakalı bıyığı aynıyla özdeşleşmiş bir haleti ruhiye ve dünyevi meşguliyet, ahiretin ertelenip o uzak durulması emredilen şeytani vasıfların, tutumların aynıya vaki olduğu da bir gerçekliktir. Tüm bunlara rağmen sırf bir iddia ile, ‘müslümanım’ beyanı ile nasıl bir ayrıcalık, iltimas, koruma ve kollanma beklenmektedir, hayret ötesi bir durumdur. Zihinsel kirlilik, algı ilgi tutulması yanında idraklerin de dumura uğradığı bir vasatla karşı karşıyayız. Bu durum firavunun ahaliyi, kitleyi, köle kıldığı israiloğullarını ahmaklaştırması; akıllarını başlarından, fikirlerini zihinlerinden ve dillerinden, idraklerini kalplerinden söküp aldığı durumla bire bir örtüşmektedir.
Şöyle çok derinlere inmeden efkarı umumiye, ahvali kitleye bakıldığında çok net biçimde görülecektir ki Müslümanım diyenlere bir ‘öteki’, bir ‘düşman’ lüzumu yoktur; kendi kendilerine yetmekte ve artmaktadırlar zira! Örneğin el’an sürmekte olan İsrail terör taifesinin dünyanın, özellikle Müslümanım diyenlerin gözlerinin içine baka baka haremi ismetlerine tecavüzü, katliamları ulu orta, ayan beyan görülür, yaşanırken tutup Şii-Sünni kamplaşma fitnesine odun taşımaya devam etmektedir bu kitle. Bu nasıl bir aymazlıktır. Bu, batıla benzemenin daniskası değil midir? Keza aynı Sünni çerçevede, ‘sayın bakalım ayrılık noktalarınızı’ desek, çoğunun ağzının açık kalacağı bir biçimde aynı caminin içinde farklı imamı(!) taklit eden kitle birbirine giriyor, canhıraş bir şekilde saldırıyor sözüm ona ‘din kardeşine!’, üstelik ortak düşman(lar) onlara bakıp/gülüp dururken, güle oynaya müslüman coğrafyalarında zulüm işlerken! Bu, müslümanlık mıdır? Bu fitne değil midir; sözüm ona inandık denilen Kur’an, ‘fitne kıtalden kötüdür!’ diye ferman buyurmuşken…
Allah’ın indirdiği din yetmezmiş gibi, onda -haşa- bir eksiklik varmış gibi tüm beşeri ideolojilere ram olup onlardan medet umar hale gelmek -ki bu, hem kendi dininin hem de beşeri o dinlerin farkında olmamak, bilgisinden uzak kalmak anlamına gelir- ya da dinin bir kısmını alıp bir kısmına şüphe duyarcasına kör-sağır-dilsiz kesilmek şu son zamanların aymazlığı olsa gerek. Gerçi hiçbir şey bir anda olmuyor; bu, yılların birikmiş ihmal ve ihlallerinin bir uzantısı ve sonucudur. Kaderimiz değil yani; ellerimizle işlediklerimizin başımıza gelmesi! M. İkbal’in; ‘Gafletle geçirilen bir an, menzilden bin yıl uzakta patlar!’ sözünün muktezası gereği…
Merhum E. Özkan’ın da; ‘Müslümanım dediğimiz halde şayet sosyalist veya kapitalist (tüm beşeri ideolojilerin, MB) fikirler bizi yönlendiriyorsa bu fikirlerin ajanı olmaktan kurtulamayız.’ (İnanmak ve Yaşamak/Ajan-Ajanlık) sözünde karşılığını bulan ve elan yaşanan bu hal-i pür melalimiz gibi… Üstelik bu ajanlık, temsiliyet, taşeronluk -gönüllü ve gönülsüz fark etmez- hem işverenin hanesine bonuslar yazarken, bizden çok şeyler götürdüğünü ve bu ajanlık vazifesi sebebiyle peşi sıra sürüklenen kitlenin de kullanıma sunulması vebalini, tüm giderlerin de bu müsaitlerin sırtına yüklendiği gerçeğini bilelim, unutmayalım. Ki görüp duruyor, yaşayıp gidiyoruz!
Dünyevileşme, sekülerizm bir başka bab! Laiklik, demokrasi, hümanizm, insan hakları, evrensel hukuk, uluslararası sözleşmeler diğer bab! Al birini, vur ötekine! Bunlar almış başını gidiyor, Müslüman coğrafyaları kuşatmış tahakküm ediyor! Sonra da ‘batıla benzemenin hükmü’ soruluyor! Ölümlerden ölüm beğen; olmadı sıtmaya av veya tav ol! Bunlardan hangisi insanlığa bir nefes aldırmış, huzur sunmuş! Hangisi dünyaya sulh-ü salah getirmiş de; ahirete de, oradaki hesaba da bir teminat sunsun!
Şöyle bir düşünelim, Mekke’ye risalet dönemine bir dönerek bakalım; o günkü şartlarda inananla inanmayanlar arasında, Ebu Cehil’le örneğin Hz. Ömer arasındaki farklar ne idi? Benzeyen, benzemeyen yönleri nelerdi? Keza Medine’de de bu şekilsel açıdan bakınca farklı ne vardı? Hemen hiç! Hz. Peygambere dair söylenen, bazen renkler üzerindeki kısmi tasarruf, bazen sakalın kısaltılması, saçın uzatılması tarzında farklılaşma göstergesi… Bunun dışında kılık kıyafet, şekil şemail açısından o kadar çok benzerlik var ki izahtan varestedir. Günlük hayatın çoğu alanındaki temas ve kesişmeler hiç de azımsanmayacak kadar benzer. İşte tam bu noktada kastedilen ‘benzememe’ uyarısı daha farklı ve üst, aslî konularda, ‘içerik, anlam ve duruş-düşünüş, form değil norm (o norm ki formunu da kendi belirleyecektir), perestiş konu ve makamları, helaller-haramlar, ibadî sorumluluk ve uygulamalar, algı ve anlayışlar, ilah-rab-ahiret-risalet- kitap-din-hukuk-ahlak-şirk ve küfür-fitne vb. kavramlar, ‘darun nedve’ gibi kurum ve yapılanmalar ve bunların uygulamaları, tağuttan teberri gibi hayata renk veren, anlam veren, kişi ile kişilik arası irtibatın tesis edileceği ana hususlar olduğu görülecektir.
İşte o ilk kurucu nesil bu farklılığı, farkındalığı ortaya koyabildikleri için bir ayrışma, safların belirlenmesi, Ebu Cehil gibi müstekbir taifenin düşmanlığı tezahür etmiş, ortaya bir liyakat çerçevesinde duruş ve duyarlılık (duygusundan ameline) konularak o ‘benzememe’ hassasiyeti ve dolayısıyla o yeni normun getirdiği form çerçevesinde bir sürece girilmiştir. İşte o malumunuz (boykot günlerinden hicretine, bey’atlardan cehde-cihada-kıtale varan ve akabinde Medine İslam devletine açılan) aşamalar yaşanmıştır. Mekkeli müşriklerin din ve ibadet algısına getirdikleri dezenformasyon sonrası oluşturdukları ‘atalar kültü’, şirk ve sömürü düzeni, Yahudi ve Hıristiyanlar’ın geçirdikleri evrim ve başkalaşım, din-risalet-ahiret-özellikle kitaplarına olan elleriyle yazmaları yaklaşımları asıl kınanan, uzak durulması salık verilen, ‘onlar gibi olmama/benzememe konusunda sıkı ve tekrarlı uyarılar söz konusu olan’ durumlardır.
Sonra ne olduysa oldu, köprülerin altından çok sular aktı, batıl bir şekilde rövanşını alma noktasında avantajlar kazandı -ki bu da müslümanım diyenlerin asıl-usul ilişkisini kesme ve koparma, dünyaya dalanlarla beraber dalma, muktesebata katıştırılan cürufatın farkına varamama/müsaitlik vb.- ve bugünlere evrildik. ‘Benzememe’ hükmünden elimizde kala kala şekil şemail kaldı, o da ne kadar başarılabiliyorsa! Başarılabildiğini söylemek mümkün mü?! Ne yazık ki değil! Zaten o ana unsurlarda hassasiyet kalmayınca geriye ne kalır ki?!
Mesela ibadet algımıza bakalım (nüsuk-ibadet olgularına), geriye ne kalmış? O formel ritüel göstergeler/imge ve imajlar, ‘mış’ gibi yaklaşımlar, adet ve alışkanlık kabilinden yaklaşımlar dışında bir esinti var mı?! Sadra şifa, ağyara mesaj/şahitlik serdedecek bir seviye, içerik, hayata renk/anlam katacak bir done, o benzemememiz salık verilenlerden ayırt edilmeye yarayacak bir alamet-i farika kalmış mı?!
Bakara 120. ayetin çok mu’cizevi şekilde beyan ettiği gibi (ki başlı başına bir konu ele alınıp analiz etmeyi, tefekkürü gerektirmektedir) ‘bize gelen ilimden sonra’ ne yapıp etmişiz, onlar yol yordamını bulup bize o algıyı yutturmuşlar ve ‘onların hevesine uymuşuz’ sonra da ‘ne dostumuz kalmış ne yardımcımız, Allah’tan başka’; üstelik onlara da yaranamadık, yaranamıyoruz ‘ta ki onların dinlerine tâbi olana kadar’! Bu vasatta ‘Allah’ın yardımını hak etmediğimiz’ ve kendi yapıp ettiklerimizin sonuçlarını önümüzde bulduğumuz çok aşikar değil mi?! Lakin bizler için yine de başka gidilecek kapı, arzuhal sunulacak bir merci, af ve tövbe dilenip sığınılacak bir makam, kulluk edilip yardım istenilecek bir ilah/rab/ma’bud yoktur, olamaz! Düştüğümüz yer de burası, kalkacağımız yer de!..
Benzedik… Benzetildik… Biz istedik; bunlar da başımıza geldi! Rabbimiz sonuçlarını yarattı, biz O’nun yaratışına rıza göstermediğimiz için! Şimdi de güneşin batıdan doğmasını bekliyoruz! Vicdanların en dar yerine hapsedilen din olgusu, insanoğlunun içgüdüsel ihtiyaçlarından olduğu için, yeri beşeri olanlarca, hiç boşluk kabul etmeden ve zaman kaybetmeden, eş zamanlı olarak beşerin heva ve hevesince, kuruntularıyla ve beşer sayısınca doldurulmuş, olmadı o helvadan putlar yenilip yerine yenileri, son sürümleri piyasaya sürülmüş ve insanoğlu bu güdülerle güdülür olmuştur! Bu keşmekeşte, bırakın at izinin it izine karışmasını, itlerin izleri birbirine karışınca başkalaşım da, öteki bildiğine benzemek de, sonradan görme olarak onu geçmek de vak’ay-ı adiyeden olmuştur!
Kimde, hangi konuda, ne hassasiyet kaldı! İstisnalar adı üstünde kaideyi bozmamaya devam etmekteler! Mevzu bahis edilen hadisin esasında sakındırdığı, önceki olumsuz örneklerde olduğu gibi din diyanet bozulmuş (Kitabın mehcur bırakılması!), yerine kulun işine gelenler(!) ikame edilmiş, ahiret ertelenmiş, resul örnek alınmaktan terk edilmiş, hesap kitap unutulmuş, şeytan ve avanesinin ayak izleri -ki aynıyla benzemekten söz edilen batılın tamamı- takip edilir olmuş, daha ne olsun?! Sonra siz kalkın şekil şemail yönünden benzemeye takılın kalın! Gerçi o seviye de aranır oldu artık ya neyse! Hani o göstergeler elle tutulur kalabilseydi keşke?! Örneğin tesettür, kılık kıyafet ölçeğinde, o benzemekten sakındırıldığımız batıla/batılılara nal toplatırız artık!
Allah’ı hakkıyla takdir edememekten resul tasavvuruna, Kur’anla ilişkilerden ahiret inancına, İslam’ın şartını beşe kilitleyip imanın şartlarını tahsise kadar hemen her alanda bir dezenforme, başkalaşım ve sahih bilgi-birikim-bilinç yoksulluğu ve yoksunluğu yaşamaktadır bugün Müslümanım diyenler! Her gelen gün geçeni de aratmaktadır!
Dip dalga ve eskiye nazaran bir farkındalık, fikrî donanım artışı gibi umut aşılayıcı söylemler de bu ters akışı ne durdurabilmekte ve ne de aslına irca edebilecek nitel ve nicel kabiliyette bulunmamaktadır. Olanlarsa herhalde ‘kendini korumakla’ kifayet ediyor -bu da bir seviyedir tabi- olsa gerek!
Şimdi malum hadisi olanca hassasiyetle yeniden dikkate alıp kritik etme zamanıdır. Hz. Resulün sözü söylediği vasat ve şartlar dikkate alınarak ‘murad’, ‘sebebi vürud’ göz önünde bulundurularak gerekli kıyas yapılmalı ve o ‘fehüve minhüm’ uyarısından sakınmak gerekmektedir. Bu Yahudileşme ve Hıristiyanlaşma temayülü asıl sakındırılan husustur, unutulmamalı, hep hatırlanmalıdır!
Mustafa Bozacıoğlu / İktibas Dergisi Kasım Sayısı