Ercümend Özkan, Beklenen Kasırga, İktibas, sayı 164, Ağustos 1992.
Allah elçilerini küfür ortamlarında göndermiş ve görevlendirmiştir. Elçiler, Allah’ın kendileriyle gönderdikleri mesajı bu ortama rağmen; bu ortamla uzlaşmadan, uyuşmadan, ortama uymadan açıklamışlar ve gerek toplumdaki insanları, gerekse yöneticileri bu mesajın bütününe çağırmışlardır. Elçiler, kendileriyle gönderilen mesajı asla saklayamazlardı ve saklamamışlardır. Kendilerine geldiği gibi topluma ve fertlere açıklamışlardır. Bu metod, hiçbir peygamberde farklı olmamış, farklılaşmamıştır.
Hz. Muhammed (s.a.v) kendisiyle gönderilen mesajı (çağrıyı) içinden seçilerek gönderildiği topluma, fertlerine ve yöneticilerine, kendisine geldiği gibi açıklamış ve onları çağırmıştır. Bu çağrı, Kureyş toplumu tarafından önce önemsenmemiş, sonra asabiyet belirtileri ile karşılamış, daha sonra ise uzlaşma, uyuşma, anlaşmaya yönelen Kureyş, Hz. Muhammed’e; “Sen soyunu sopunu bildiğimiz ileri gelenlerimizin çocuğusun. Neden bizimle anlaşmıyor, uyuşmuyor ve uzlaşmıyor da bizleri, yani kavminin, kabilenin ileri gelenlerini yanında görmek istemiyorsun. Böylesi iyi mi oluyor? Bizimle uzlaşmadığın ve anlaşmadığın için senin yanında ancak kimsenin önemsemediği birkaç köle ve birkaç delikanlı geliyor. Bunları da kimse adam yerine koymuyor. Halbuki sen akıllı bir insansın. Bizimle anlaşsan, uzlaşsan da biz kavminin ileri gelenleri, senin yanında olsak ve sana senin çağrına bakanlar bizleri yanında görünce onlar da senin çağrına uysalar ve senin yanına gelseler. Böyle yapman halinde herkesi daha kısa zamanda yanında bulacak ve muradın neyse ona kavuşacaksın.” diyorlardı. Bu cümleden olarak da ona kendileriyle nasıl uzlaşacağını açıklayarak “Bir gün senin Allah’ına, bir gün de bizlerin putlarına taparak bu işi çözelim ve aramızdaki çekişme kalksın!” diyorlardı. O zaman Kureyş’in içinde beliren çekişme sona erer, niza son bulur ve nifak kaldırılmış olur diyerek, peygamberi suçladıkları “nifak çıkarıcılıktan” da kurtarmayı öneriyorlardı. Zira gerçekten bütün Arab yarımadasında kabileler arasında Kureyş ikiye ayrılmıştı. Kureyş’in arasında nifak çıkmış deniliyordu. Bunu Kureyş kendisi bizzat yayıyor ve Hz. Muhammed’e “Sen baba ile oğulun, kardeş ile kardeşin arasını ayırdın. Kavmini bölüyor, nifak çıkarıyorsun!” diyorlardı. Bunu işitenler de aynı şeyi yayıyor ve giderek bu haber bütün yarımadayı kaplıyordu.
Kureyş; Allah’ı biliyordu. Kur’an’ın da ifade ettiği gibi “Yağmuru kim yağdırıyor?” desen, ‘Allah’ diyorlardı. (Ankebut 29/63), (Mü’min 23/84-89) Evet, Kureyş Allah’ı biliyor ve inanıyordu. Fakat bu inanç öyle bir inançtı ki Kureyş’in inancındaki Allah hemen bütünüyle işlerinden el çekmiş veya çektirilmiş, âdetâ hayatın dışına itilmiş, köşesinde oturan ve doğrudan kullarıyla ilişkisini, bütün yetkilerini Kureyş’in kendisine ‘velî’ ittihaz ettiği putlara devretmiştir. Kureyş, bu putlar ‘veliler’ tarafından işleri Allah’a vekaleten görülen, kervanları tehlikelerden korunan, ticaretleri kârlı kılınan bir toplum haline gelmişti. Bu ‘veliler’ yani putlar günlük yaşantılarında Kureyş’in her şeyleri idi. Onlara sığınıyorlar, onların önünde fal okları çekiyorlar, onlara kurban kesiyorlardı. Bütün itibarı bu putlara gösteriyorlar, onlara tazim ediyorlar, onları kutsuyorlardı.
Kureyş bu yüzden müşrik idi. Zira Allah’a ait işler için başka veliler ittihaz etmişlerdi. Bunların ileri gelenlerinin isimleri Hubel, Lât, Menat, Uzzâ idi. Giderek her kabilenin, birinci dereceden sahiplendiği kabile velileri (putları) olmaya başlamıştı. Allah sanki her kabileye kendine vekaleten sahiplenmesi gereken birer velî tayin ve tahsis etmişti.
İşte elleriyle yaptıkları ve varsanılarıyla Allah’ın velisi saydıkları bu putların hiçbir şeye kâdir olmadığını belirten Allah’ın elçisine karşı çıkıyorlar ve her zaman ve zeminde insanoğlunun gösterdiği gerekçeleri gerekçe göstererek “Atalarımızı üzerinde yürür bulduğumuz yolda yürümek bize senin gösterdiğin yolda yürümekten daha sevimli geliyor” diyorlardı. Seninle beraber olmaktan ve senin önerdiğin üzerinde olmaktansa, ileri gelenlerimizle birlikte bulunmak daha doğru görünüyor bize diyorlardı. Allah da cevaben “Ataları akletmemiş olsalar da mı? (yine onların yolunda yürümek istiyorlar)” (Maide 5/104) Bunun üzerine atalarına hakaret ettirmeyeceklerini, böyle söylemesine imkan vererek kendilerini küçük düşürmesine müsaade etmeyeceklerini belirtiyorlar ve tedbirler de alıyorlardı. Ki Ebu Talib Şi’binde başta peygamber, ona inananlar ve hatta onu koruyan benî Hâşim’e mensub kimselere de bir nevi ekonomik, sosyal, siyâsi ve ticari ambargo uyguluyorlardı. Bu üç yıl kadar sürmüş ve özellikle Müslümanlar çok sıkıntılı günler geçirmişlerdi.
Allah’ın elçisine yaptıkları uzlaşma teklifi ile çok cömert davrandıklarını da sanan Kureyş, bakın sizler azıcık olmanıza, bizim gibi inananlar ezici bir çoğunluğa da sahip olmamıza rağmen bakın nasıl anlayış gösteriyor ve size diyoruz ki, “Gelin bir gün hep birlikte sizin Allah’ınıza, bir gün de bizim putlarımıza tapalım.” Böylece de Kureyş arasında hasıl olan ayrılığı giderelim. Ve badiyede artık Kureyş kendi arasında birliği yeniden kurmuş, anlaşmışlar dedirtelim de kavmimizin adı kötüye çıkmaktan kurtulsun diyorlardı.
Peygambere yapılan teklif ‘sevimli’ gibi idi. Zira o kadarcık mevcudiyetinizle size yarı yarıya ortaklık teklif edilmesi ve bunun karşılığında bütün Kureyş’in ileri gelenlerini yanında bulmak az bir şey değildi. Bu teklifi takiben nâzil olduğu söylenen “Az daha onlara meyledecektin, Allah seni sağlamlaştırmasaydı!” (İsra 17/74) buyurmaktadır.
O gün olduğu gibi bugün de kim istemez ki toplumun önde gelenleri kendi çağrısının yanında bulunsun, çağrısına icabet etsin. Bunu elbette ki herkes ister. Zaten amacı da bu değil midir çağrı sahibi olmanın! Lâkin insanlar yanınızda bulunmayı, çağrınıza kulak vermeyi size ucuza maletmek istememektedir(!) Mesajınızdan taviz vermenizi, ortaya koyduğunuz doğruların bazılarından vazgeçmenizi, onların bir kısmını olsun, içinde bulunduğunuz toplumun yanlışlarıyla değiştirmenizi istemekte ve ancak bu tavizler karşılığında yanınızda bulunmayı önermektedirler. Böylece mesajınızın safiyetini bozmak, sizi üzerinize varıldıkça bazı doğrularınızdan anlaşmak, uzlaşmak için vazgeçebileceğinizi diğer insanlara bu suretle anlatmak, göstermek ve “nasıl tutarsız birisi olduğunuzu” kendi elinizle açığa vurdurmak amacıyla bunu yapmaktadırlar. Zaten doğrularınızın bir kısmından vazgeçiyor oluşunuz, diğerlerinden de vazgeçebilir bulunuşunuzun en geçerli delili sayılacaktır insanlar nezdinde.
İşte bu noktada Allah Resulüne Kâfirûn suresini indirmiş ve onu sağlamlaştırmıştır. Bu sure ile resulüne buyurmaktadır ki: “De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam, tapmıyorum. Sizler de benim taptığıma tapmıyorsunuz.” (109/1-2-3) Biz diyoruz ki burada bir durum tesbiti söz konusudur. Yani Allah elçisine mevcut durumu ifadelendirmesini buyurmakta ve şu andaki durum odur ki sizler benim taptığıma tapmıyorsunuz, ben de sizlerin tapmakta olduklarınıza tapmıyorum. Yani herkes bunu böyle bilsin. Siz de ben de bu durumu tesbit edelim. Devamla Allah “Ben (bundan sonra da) sizlerin taptıklarınıza tapacak değilim. (Bunu böyle bilin) Bugün tapmıyorum, daha sonra da tapmayacağım.” (109/4) Durum öyle gösteriyor ki, “Sizler de benim taptığıma (yalnız O’na; tek başına O’na) tapmayacaksınız.” (Tutumunuz öyle gösteriyor) (109/5) Durum böyle olduğuna, şu andaki hâliniz de gösterdiğine göre, istikbalde de böyle davranacağınıza göre, “Sizin dininiz sizin, benim dinim de benimdir.” (109/6) (Siz dininize sahip çıkıyorsunuz, ben de dinime sahip çıkıyorum. Siz dininize inanıyorsunuz, ben de dinime inanıyorum, inanacağım).
Kendisine sahip olduğu imkanları aşan bir uzlaşma teklifi ile gelenlere Allah yukarıda alıntıladığımız sure ile cevap vermesini istemektedir elçisinden. Ki Kureyşliler ümitlerini kessinler ve uzlaşmayı akıllarından çıkarsınlar. Evet ümitlerini kessinler ve benim elçimle gönderdiklerimi kabul edersiniz ya da yine bunu kabul edersiniz; sizler için başka bir yol kalmamıştır. Elçimle uzlaşabileceğinizi de sanmayın. O, meyletse bile biz ona izin vermeyiz, müsaade etmeyiz sizlerin tekliflerine sevimli bakmasını, buyurmaktadır.
Bu açıklamaya çalıştığımız hususlar onu göstermektedir ki Allah’ın elçileri için tek yol bulunmaktadır: O da, kendilerine tebliğ edilenlerin tümüne teslim olmak ve insanların da ivazsız, garazsız teslim olmaları için çağrıda bulunmak. Başka bir şık söz konusu değildir. Bu mükellefiyet yalnız Allah’ın elçisi ve elçileri için değil, onlara tâbi olan ümmetleri için de geçerlidir. Zira Kur’an peygamberlere gönderilmekle birlikte yalnız peygamberleri değil, onlara inananları da ilzam eden bir Kitab’ın adıdır.
Bu noktada Bedir gününü hatırlamamak elde değildir. Bedir, Müslümanların ilk defa kâfirlerle karşı karşıya geldiği, fiilî savaş hali ile karşılaştığı günün adıdır. Bu günde, Bedir Günü’nde peygamberimizin ellerini açarak Allah’a: “Allahım!.. Bugün Sen bizi galip getirmezsen, yeryüzünde Senin adın anılmaz olur. Bizi bugün (ilk imtihanımızda) muzaffer kıl! Sana sığınıyor ve Senin yardımına muhtaç olduğumuzu belirtiyoruz!” diyordu. Bu demektir ki gerçekten ilk imtihan önemlidir. Bu imtihana girenler için önemlidir, hasımlar için önemlidir. İmtihan olanların ayaklarının yer tutması, kendilerine güven gelmesi bakımından önemli olduğu gibi, hasımları için de önemlidir. Önemsiz gördükleri ve hiçbir şeye saymadıkları hasımlarının sandıkları gibi tabansız olmadıklarını, çok şey olduklarını göreceklerdir. Yılgınlık gelecektir hasımlara. Her bakımdan önemlidir ‘ilk imtihan’.
Elbette ki asırlardan beri aslından saptırılarak yaşanan Allah’ın dini İslam, belki ilk defadır aslına irca edilerek Kur’an’ın ahlak edinilmesine yönelik olarak anlaşılma ve yaşanılma aşamasına gelmiş ve bu tutmuştur. Geniş gençlik kesimlerinde tutmuş, yapılmakta, keyfiyetini gün geçtikçe artırmakta ve kökleşmektedir. Böylesi bir ortamda hasımların almakta olduğu tedbirler de daha tutarlı daha yok edici boyutlarda olmaktadır.
Hepimiz yakînen bilmekteyiz ki asırlardır İslam’a karşı tutturulan yol, yani onu insanların gözünden düşürme, insanları ondan soğutma yolu esas itibariyle terk edilmiş ve gelişmeler karşısında yeni yollar aranmış ve bulunmuştur da. Bu yeni yol İslâm’ı İslâm’la engelleme, savma, savuşturma yoludur. Biz buna kısaca ‘İslamizasyon’ demekteyiz ki herkes de böyle bilmektedir bu yolun adını.
Bu yeni yol ‘İslamizasyon’ geleneksel İslam’ı yanına alıp Kur’an İslamı’nın önüne dikmektir. Bu yeni politikalara kadar siyâsî rejimler mevcut İslam’ı (geleneksel İslam’ı) karşısına alır ve onunla kendisi mücadele ederdi. Değişen yeni metodla ise artık siyâsî rejim bu geleneksel kesimi yanına alıp, Kur’an İslamı’nın üzerine salmakta, bunu planlamaktadır. Bu yeni planla, müslümanları karşı karşıya getirmeyi, müslümanları müslümanlarla savmayı ve engellemeyi öngörmektedirler. Bir yandan kullanabilecekleri kitlelerle birlikte görünmeyi hedefleyen siyâsî rejim, diğer yandan ve el altından Kur’an Müslümanlığına karşı yanına aldıklarını kışkırtacak ve üzerlerine yürütecektir. Şimdiye kadar siyasi parti halinde siyaset sahnesinde roller almasına imkan verdikleri kesimlerden, bu partinin yanında veya dışında olmakla birlikte esas bakımından onlardan farkı bulunmayan şu veya bu isimle teşkilatlanmalarına göz yumdukları ve hattâ destekledikleri çeşitli tarikat ve teşkilatları daha organize olmuş vaziyette siyaset sahnesinde görmeyi istemektedirler.
Herkes görmektedir ki ANAP belli bir dönemin siyâsî boşluğunu doldurmakla görevlendirilmiş bir siyasi parti olarak misyonunu yerine getirmiş ve son seçimlerle de görüldüğü gibi kendi işgal ettiği alanda büyük bir boşluğun doğması kaçınılmaz sonuna gelmiştir. Yine DYP, AP’nin devamı olarak son seçimlerle siyaset sahnesinde yine başrole soyunmuş ve fakat aradan geçen 250 gün, geriye kalan 250 günün de göstergesi olarak bir büyük hayal kırıklığının başrol oyuncusu olmuştur. Diğer yandan RP, 23 yıldan beri siyâsî hayatta uzlaşmacı, ne istediğini bilmiyor oluşlarıyla kendisine bel bağlayanları inkısara uğratmış, kendi arasında bile kamuoyundaki mesajına uygunluk göstermemişliği sonucu bitmiştir. SHP’ye gelince, sağcı mı, solcu mu olduğundan kuşkuya düşülmüştür, adetâ hünsa görünümünde bir yapıya dönüşmüştür. SP ise zaten dünyada solculuğun rafa kalktığı bir dönemde bahtsızlığı yaşamaktadır. HEP ile MÇP’ye gelince ‘şovenistlik’, milliyetçilik her ne kadar dünyada yeniden alevlenmiş ise de Türkiye’de iflasını ilan etmişliğin temsil ettiği iki küçük siyasi parti olarak ancak koltuk değneği ile ayakta durabilir durumdadırlar.
Velhâsıl Türkiye’de Kemalist rejim iflas etmiş, onun merkez edinildiği sağ veya solundaki kanatları da birlikte iflas ettirmiştir. Evet Türkiye’de büyük bir siyâsî boşluk yaşanmaktadır. Bu belki hiçbir zaman bugünkü kadar aşikâr olmamış, açıkça ortaya çıkmamıştı.
İşte bu noktada siyâsî gündemi yakinen takip edenler açıkça görüyorlar ki yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız tehlikelerin daha büyüğü, “ittifak rüzgârları”ndan daha büyüğü “kasırgalar”ın yaklaştığının işaretleri görünmektedir. Ortalıkta estirilen hava onu göstermektedir ki pek uzak değil, belki kısa bir süre sonra böylesi bir “kasırga” koparılacağa benzemektedir. “Olimpos Dağı’ndaki kasırga tanrıları”, bunun hesaplarını yapmaktadırlar. Onların yeryüzündeki sözcüleri, rüzgâr tanrılarının neler hesapladıklarıyla ilgili bilgiler sızdırmaktadırlar.
“İttifak rüzgârları”ndan alınan sonuçların da kendilerini iştahlandırdığını gördüğümüz bu rüzgâr tanrıları “kasırga” estirdiklerinde nasıl önünde hiçbir şey bırakmadan her şeyi silip süpüreceklerinin hesaplarıyla meşgul görünüyorlar.
Bu kasırganın süvarisi, yakında koparılacak kasırga ile Türkiye’deki siyâsî rejime taze kan olacak, bir an daha terbiyelenmiş laik-demokrasiye bağlanan serum olacaktır; (farkında olsun veya olmasın) hesaplanan budur. Bu münasebetle belirtmenin yeridir ki bu rejimin en ciddi alternatifi olan Kur’an müslümanlığını da yanına yedeklemeyi amaçlamaktadır kasırganın süvarisi. Zira bu kasırgayı planlayanlardaki asıl hedef budur. Belki süvarinin bundan haberi bile yoktur. Fakat onun haberi olsun veya olmasın önüne paket olarak konulan hedefin içindeki en önemli unsur budur.
Daha şimdiden “Müslümanların kendilerini filan partide ifadelendirdiğinden, Müslümanlarla ters düşmemek için bu partiye karşı olmamak, fakat içine girerek bunları yönlendirmek”ten bahsedenlerden tutunuz da, eli kalem tutan entellerine, içinde bulunduruldukları şartlardan zaman zaman şikayetlenen, daha ferahlama ihtiyacı duyan orta yükseklikteki namazlı bürokratlara kadar nice insanın bu kasırga tarafından önüne katılıp götürüleceği kesimler olarak göründüğünü, kasırgayı estirmeyi hesaplayanların hesaplarının böyle olduğunu açıkça belirtmekte zaruret görüyoruz. Radikal geçinen nice yayınevi ve çevrelerinin epeyden beri kasırga süvarisi ile yakın olduklarını veya süvarinin yakınlık kurmaya çalıştığını bilenlerin sayısı hiç de az değildir. İçinde bulundukları kitlenin sıkıntılarını da taşımak zorunda kalan nice kimsenin bu kasırgaya bel bağlamışlık görüntüsü insanı üzüyor.
Biz bir müslüman olarak diyoruz ve bütün bu hesaplarda adı geçenlere duyurmak istiyoruz ki, gün sanki “Bedir Günü”dür. Evet bu kasırga estiğinde önüne katılıp gidenler geleneksel kesim olursa bunda şaşılacak bir şey göremiyoruz.
Lâkin bugüne kadar kendilerini Kur’an İslamı’nın rayında seyrediyor gören müslümanları da bu kasırganın sürükleyip götürdükleri arasında görürsek buna acırız, üzülürüz ve Rabbimiz Allah’a sığınarak deriz ki: “Ya rabbî!.. Gün bugündür. Kur’an’a yönelmiş ve yalnız Sana kul olmayı şiar edinmiş bu insanları bu kasırganın telef etmesinden Sen koru! Senin lütfunla asırlardan beri ilk defa türeyen ve çoğalan Kur’an müslümanlarına Sen acı. Onlar bu kasırgada telef olurlarsa bu dünyada Senin adını yüceltecek, anacak kimse kalmaz Ya rabbî!..”
Evet: Bizi, Yaradan’a iltica ederek O’na kulluk etmeye, Kitab’ı Kur’an’ı ahlak edinmeye yönelmiş müslümanlar olarak varlığımızı korumasını yine O’ndan istiyor ve bekliyoruz. Bu rejime ve temsil ettiği tâguta teslim olmamaya kararlı kullarının sayısını daha çok görmekten Rabbimizin de hoşnût olacağını biliyoruz. Daha şimdiden, kasırga esmeye başlamadan bu sakîn yolun önünde yürüyenleri de tıpkı Nuh (a.s.)’ın oğlunu uyardığı gibi uyarıyor ve “Tufan kopacak, gel gemiye bin ve kurtul…” diyoruz. Bize uyarmaktan başka ne düşer ki!..
Şâhîd ol Ya Rabbi!.. Biz kullarını uyarıyoruz ve uyardık. Yalnızca Sana kulluk edenleri, tâğuta ayak uydurmamalarını, “yalnız Senden yardım istemelerini söylüyoruz. Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu, gazaba uğrayanların ve sapmışların yolunu değil!..” Amîn (Fatiha 1/5-6-7)
Kasırga on yıl sonra artık beklenen olmaktan çıkıp bizzat gerçekleşmiş, adeta hortum olmuş, onsekiz yıldır dindar kesimleri hatta radikal diye bilinen kişi ve çevreleri bile içine alıp savurup fırlatmış, halen de fırlatmaktadır. Önünde durabilene aşk olsun. Geçen zaman zarfında başlangıçta yağmurda bile beraber yürüyen iki dindar kesimden biri diğerini yok etmiş, rejimin zinde güçleri yeniden toparlanmış ve taze kan sağlamışlardır. Sistem bu minval üzre yoluna daha bir oturmuş, yenilenmiş olarak devam etmektedir. Fakat bu süre zarfında sisteme karşıt ve alternatif bir seçenek, çözüm de üretilememiştir. Umut her zaman olmakla beraber, meçhul bir bahara kalmış görünmektedir.