Özellikle yakın tarihimizi yeniden yazdırmamızı gerektirecek kadar önemli belgelere-bilgilere sahip olan arşivlerden biri de Avusturya arşivleridir şüphesiz…
Bu arşivleri tanımadan önce birileri bana şimdi burada size yazdıklarımı anlatsalardı, inanır mıydım, bilmiyorum. En azından, çok abarttıklarını söylerdim. Ta ki, Viyana Üniversitesi’nde doktora yaparken, bu arşivlere girip içindekileri görünceye kadar…
Bu arşivlere onca yoğun girmeme ve birçok konu hakkında belge-bilgi toplamış olmama rağmen, hala yeterince tanıdığımı söyleyemem. Ama bildiğim kadarıyla hiçbir Türkiyeli araştırmacı benim kadar buradaki arşivlere vakıf değildir.
Tabii, konumuz bu arşivlere olan hâkimiyetim değil, bu arşivlerin tarihimiz hakkında içerdikleri belgeler-bilgiler ve neden hala bunlara yabancı ve hatta bunlardan habersiz olduğumuz ve dolayısıyla neden hala bunlardan hakkıyla ve layıkıyla istifade edemediğimizdir!
Sözün burasında aklımıza bir soru daha geliyor: Acaba diğer Avrupa ülkelerinin arşivleri de bu kadar zengin mi? Bu soruya cevabım da, tereddütsüz bir şekilde “evet” olacaktır!
Almanya dışındaki ülkelerin arşivlerine hala girmediğim halde böyle bir sonuca varmamın nedeni, bu iki ülkenin arşivlerinden hareketledir. Avrupa ülkeleri, birbirileriyle birçok kez savaşmış olmanın dışında, bir de kendilerinin dışında kalan dünyayı işgal edip sömürgeleştirmek yönünde de amansız ve dahi kanlı bir rekabet içinde olagelmişlerdir. İster diplomatik amaçlı olsun, ister dini, ticari, insani yardım, işgal ve ister sömürü amaçlı olsun, her halükarda temas içinde oldukları ülkeler hakkında çok yönlü bilgiler toplamayı ihmal etmemişlerdir. Deyim yerindeyse, o ülkelerin röntgenlerini çekmişlerdir. Diplomatlar, ajanlar, tüccarlar, misyonerler, öğretmenler ve gezginler bir yandan işlerini yaparken, diğer yandan görüp yaşadıklarını yazıya döküp ulaştırmışlardır. Bu demek değildir ki, her yazdıkları tamamen doğrudur, doğrunun ta kendisidir. Kasten veya bilmeden aktardıkları yanlış bilgiler ve bazen de abarttıkları konular olsa da azdır. Ki bunlar da doğrulara ulaşmamıza engel değildir.
Osmanlı Arşivi de dünyanın sayılı büyük arşivlerindendir, ama içeriğini Avrupa’nın arşivleriyle kıyaslamak mümkün değildir.
Konuyu Avusturya arşiviyle sınırlı tutarak devam edelim.
Aşağı yukarı Osmanlı İmparatorluğu ile aynı dönemde doğan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun büyüklüğü ve nüfuz alanı da Osmanlınınkinden aşağı değildir. Ancak Osmanlılar 1800’lerin sonlarına kadar gayrimüslim ülkelerde mukim elçi bulundurmazken, Avrupa ülkelerinin ilk fırsatta gerçekleştirdikleri bir eylem de Payitaht’ta mukim elçiler ve başka görevliler bulundurmak olmuştur. Hatta bununla yetinmemişler, her biri kendi gücü ve nüfuzu oranında Osmanlı’nın diğer önemli eyaletlerinde ve liman kentlerinde de değişik görev ve sıfatlarla temsilciler bulundurmuşlardır. Bu da özellikle son 200 yılda olmuştur.
Mesela Osmanlıların Avrupa’ya açılmalarının önündeki set olan ve bu nedenle birçok kez savaştığı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Konstantinopolis’te bulundurduğu daimi elçiden ayrı olarak Kudüs’ten Şam’a, Trablus’tan Fas, Tunus ve Cezayir’e ve bir de Balkanlardaki hemen hemen her vilayette konsolosluklar ve değişik temsilcilikler bulundurmuştur.
Bu arşivler de diplomatından ajanına, misyonerinden öğretmenine ve tüccarından seyyahına kadar hepsinin eseridir. Bu arşivleri, yani onların yaptıklarını görüp de çalışkanlıklarına imrenmemek, gıpta etmemek ve takdir etmemek mümkün değil!
Peki, bu arşivler neden bizim için de bir hazine önemindedir ve yakın tarihimizi dahi yeniden yazdırmamızı gerektirecek kadar önemli bilgiler nelerdir?
Sizleri sözünü ettiğim hazinelere ulaştırabilir miyim veya kıyısından köşesinden de olsa gösterebilir miyim, bilmiyorum. Ama evvela Osmanlı ve Avusturya’nın iddiaları ve temsil ettikleri inanç hakkında birkaç söz. İkinci olarak bu arşivleri, diğer bir ifade ile bu hazineleri kendilerine borçlu olduğumuz elçilere dair birkaç cümle…
Osmanlılar kendilerini İslam’ın savunucusu, yayıcısı ve dünyaya nizam veren güç olarak tanımlarken ve bu amaçla Avrupa’ya akınlar düzenlerken, Habsburglar da kendilerini Hristiyanlığın savunucusu ve Hristiyan dünyanın hamisi ve kalesi olarak görmüşlerdir. Tabii, Osmanlıların İslam’ı ve Habsburgların da Hristiyanlığı ne ölçüde temsil ettikleri ve icraatlarının kendi dinleriyle ne kadar örtüştüğü ayrı bir konudur. Fakat her iki tarafın da hareket noktasının din ve din adına olduğu şüphesizdir. Bu özellikleri doğal olarak arşivlerdeki belgelerde de bariz bir şekilde görülebilmektedir. Dolayısıyla onların arşivlerine rengini veren de bu özellikleridir.
Osmanlı-Avusturya diplomatik ilişkileri birbirinden oldukça farklı bir düzeyde seyretmiştir.
Osmanlılar, uluslararası ilişkileri uzun süre geçici elçilikler üzerinden sürdürmüşlerdir. Üçüncü Selim (1789-1807) zamanında ancak daimi elçilik bulundurmaya başlamışlardır. Fakat bunu da sağlıklı bir zemine oturttukları söylenemez. Dolayısıyla gerek geçici ve gerekse daimi elçilerin arşivlerimize katkıları oldukça azdır. Bu katkılardan biri de az sayıdaki sefaretnamelerdir.
Osmanlı cenahı için asıl sorun, ister daimi olsun isterse geçici, elçilerin belki genelinin yetersiz oluşlarıdır. Örneğin, Üçüncü Selim’in Seyyid Ali Efendi’yi daimi elçi olarak Paris’e gönderdiği günlerde Fransa da Mısır’ı işgal etmeye hazırlanıyor. Bütün Avrupa bunu konuşuyorken, elçinin Babıali’ye aksi yönde bilgi vermesi üzerine, Üçüncü Selim de “ne eşek herif imiş” demekten kendisini alamamıştır.
Bu ve benzeri özellikleri nedeniyle arşivlere katkıları bakımından iki ülkenin elçilerini birbiriyle karşılaştıramıyoruz. Çünkü Osmanlı elçilerinin bu bağlamda arşivlerin oluşumunda bir katkıları yoktur. Osmanlıların böyle hayati bir konuyu önemsememeleri de doğal olarak kendilerine çok pahalıya mal olmuştur.
Genelde Avrupalılara ve özelde Avusturyalılara gelince… Elçilik konusunu da başından beri çok ciddiye aldıkları ve bu ihtiyacı giderecek kurumlar oluşturdukları görülmektedir.
Örneğin, ilk daimi elçisini 1510 yılında Babıali’de bulundurmaya başlayan Avusturya, bununla yetinmemiş ve 1754 yılında “Doğu Dilleri Akademisi”ni kurmuştur. Ki bugün dünya çapındaki saygınlığı ile maruf olan “Diplomatische Akademi Wien” de onun devamıdır.
Avusturya, daimi elçilikle de yetinmemiş ve 18. Yüzyıldan itibaren Osmanlının dört bir yerinde peş peşe konsolosluklar ve değişik düzeylerde temsilcilikler açmıştır.
Ki bunların sayısı üç, beş ve on tane ile sınırlı değil. Avusturya’nın sadece Anadolu’daki konsolosluklarının sayısı 19’dur. Osmanlı topraklarındaki konsolosluk sayısı ise 100’den fazladır!
Bunlara bir de sayılarını bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz misyonerleri, öğretmenleri, tüccarları, seyyahları ve ajanları ekleyiniz. Ve hepsinin de hem kutsal bir görev aşkı ve bilinciyle ve hem de birbiriyle uyum içinde hayatın her alanına dair bilgi topladıklarını ve bu bilgilerin çoğunun da şimdi bir adım ötemizde olduğunu düşününüz.
Avusturya’nın ilk daimi elçisini 1510’da atadığını, 1800’lerden itibaren ise Osmanlı Devleti’nin dört bir yerinde 100’ü aşkın konsolosluk açtığını ve bunların 19’unun da Anadolu’da olduğunu yazmıştım önceki bölümde. Konsoloslukların kesin sayısı da 101 adet!
Evet, Osmanlılar 1790’lı yıllara kadar Avrupa’da bir tane bile daimi elçilik bulundurmazken ve bir de ta Kanuni’den itibaren diledikleri veya dileyen Avrupa ülkelerine ticari imtiyazlar verirken, Avrupalılar Osmanlı coğrafyasına konsolosluk- temsilcilik çıkarması yapıyorlardı! Peki, neden?
Gözünüzde şöyle bir canlandırınız: Balkanlar, Arap Dünyası, Kuzey Afrika ve Anadolu… Jeopolitik ve stratejik yönleriyle ve dahi yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla biri diğerinden önemli bölgeler… Hepsi Hasta Adam” teşhisini koydukları Osmanlı’nın elinde idi. Artık o da gidici olduğuna göre, mirasına birilerinin konmasına seyirci kalmak olmazdı! İşte Osmanlı’yı konsolosluklarla, okullarla ve misyonerlerle bir ağ gibi örmelerinin nedeni buydu.
Tabii, ellerine bu fırsatı veren şartları da oluşturuyorlardı… Mesela, 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra mirasta gözü olan ülkeler birbirileriyle konsolosluk açmak yarışına girmişlerdi adeta. Antlaşmanın 61. Maddesi özetle şöyle diyordu: “Osmanlı Devleti, Ermenilerin yoğun olduğu Vilayât-ı Sitte’de reformlar yapacak ve antlaşmada imzası olan ülkelerden İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Rusya bu sürece, yani reformlara nezaret edeceklerdi.”
Avusturya’nın sadece Anadolu’da 19 konsolosluğu olduğunu söylemiştik. Mesela, Rusya’nınki ise 16 tane idi. Ki hala boğuştuğumuz Ermeni Sorunu da Rusların ve bu ülkelerin eseridir. Çünkü Müslümanlarla Ermeniler arasında çıkan ilk şiddet eylemlerinin failleri de Ermeniler değil, Ruslardı.
Sizce sömürgeciliğin ve ifsadın kitabını yazan İngiltere, Fransa ve diğer ülkelerin neler yaptıklarını geçelim bilmeyi, tasavvuru bile olsun, yapabiliyor muyuz? Sizce Osmanlılar, affedilemez zaaflarının ve yanlışlarının bedelini fazlasıyla öderken, bizler bu sürecin sağlıklı bir muhasebesini onca zaman sonra bile yapabiliyor muyuz?
Peki, neden bunların hiçbiri hala mümkün değil? Çünkü biz Müslüman halklar ve ülkeler olarak hala emperyalistlerin zerk ettikleri milliyetçilik ve mezhepçilik girdabında debelenip duruyoruz! Çünkü rejimlerimizin bize dikte ettikleri tarih de onların kalemindendir. Çünkü rejimlerimiz ve anayasalarımız da emperyalistlerin ve onlarla işbirliği yapan milli ve kurucu kahramanlarımızın birer eseridir!
Bizim halimiz, emperyalistlerin sundukları milliyetçilik ve mezhepçilik kadehinden içenlerin kendilerine kolay kolay gelemediklerinin bir resmidir! Üstüne üstlük hala bu gerçekliğimizle yüzleşmeye korkuyoruz! Tabii ki, bu korkumuz, Birinci Dünya Savaşı’nın yenilen tarafı olarak bizim de müstemlekeleştirilmiş ülkelerden biri olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Çok ilginçtir; araştırmacılarımızın, tarihçilerimizin, bugünlerde bizi “Türkiye Yüzyılı” ve “İkinci Yüzyıla Çağrı” gibi merkezinde insan onurunun ve adaletin olmadığı vaatlerle oyalayan siyasilerimizin ve özellikle üniversal ismi ile müsemma olacakları yerde, hala birer askeri kışla ve birer mankurtlaştırma merkezi kalmakta ısrar eden üniversitelerimizin neden kendi gerçekliğimizle yüzleşmekten kaçtıklarına ve neden bu gerçeklere işaret edenleri hep birlikte linç ettiklerine baktığımızda da izler bizi Avrupa arşivlerine götürüyor.
Bu iddialarımı somut örneklerle ispatlamak vacip oldu artık.
Avrupalılar, bir ülkeye ister diplomatik, eğitim, insani yardım, ticaret ve misyonerlik üzerinden girsinler, isterse bunlarla birlikte veya bunlardan sonra oraya girip sömürgeleştirmiş olsunlar, evvelemirde yaptıkları işlerden biri de o ülkenin adeta bir röntgenini çekmektir!
Orada yaşayan halkın-halkların renklerinden tutunuz, onların etnik, dini ve mezhebi aidiyetleri, birbirileri ile olan ilişkileri, karakterleri, zaafları, idari ve dini kurumları, mabet, medrese, okul vb. eğitim kurumlarına ve ülkenin ekonomik, ticari, tarımsal yapısı, bitki örtüsü ve tabii ki, madenlerine kadar aklınıza gelen ne varsa, hakkında bilgi toplayıp kayıt altına almışlardır.
İnsanlarını değerlendirirken iki hususa dikkat etmişlerdir: Birincisi; kendilerine nasıl hizmet ettirirler. İkincisi; oralardaki çıkarlarını kalıcı kılmak için bu insanları birbirilerine karşı nasıl kullanabilirler. Bunun içindir ki, onların gözünde her kavim, her dini topluluk her renk ve her dil aynı zamanda kullanabilecekleri birer sorundur. Ki bunların adını koymaktan da çekinmemişlerdir; Ermeni Sorunu, Arap Sorunu, Kürt Sorunu, Türk Sorunu ve ila ahir. Evet, yanlış okumadınız, Türklerin de sorun olarak tanımlanıp değerlendirildiği olmuştur.
Örneğin, 150 yıldan beridir gündemimizde “sorun” olarak tanımlanan Ermeniler… Müslüman Araplar, Kürtler ve Türkler zaman içinde onların ülkelerini fethettiler, ama kendilerini imha etme yoluna gitmedikleri gibi, onları sorun olarak da görmediler. Ermenileri sorun olarak görenler ve sadece Ermeni oldukları için onları bazen katliamlardan geçirenler ve bazen de sürenler olmuştu, ama bunlar Müslümanlar değil, Sasaniler ve Bizanslılar idi. Ama Avrupalılar Ermenileri bir soruna dönüştürmeyi başarabildiler. Ermeniler olayı soykırım olarak tanımlarken, Türkler de bunun bir mukatele olduğunu söylediler. Oysa Ermeniler kadar Kürtler ve Türkler de birer kurbandırlar; evvela zaaflarının ve saniyen emperyalistlerin birer kurbanı… Bu, benim iddiam değil, sözünü ettiğimiz arşivlerdeki belgelerin söyledikleridir. Çünkü bu arşivlerde hangi ülkelerin Ermenileri şiddete ikna ettiklerini ve ajanları üzerinden bölgede ne gibi olaylar çıkardıklarını öğreniyorsunuz.
Toplumların etnik, dini, mezhebi ve coğrafi aidiyetleri ve bu aidiyetleri kendi çıkarları doğrultusunda değerlendirmek, Avrupalıların olmazsa olmaz politikalarındandır. Ancak sıkça dediğim gibi, diğer konulara da aynı ciddiyetle eğilmişlerdir.
Örneğin, Osmanlıların uluslararası ticareti üzerine tuttukları arşivlerden kim bilir kaç tane doktora tezi çıkar. Eğer gümrük defterleri-sicilleri tutulmuşsa ve bunlar da eğer Mustafa Kemal Atatürk Döneminde imha edilen veya Bulgaristan’a satılan evrakın içinde değilse, hangi ülkelere neleri ihraç ettiğimiz hakkındaki bilgilere ulaşabiliriz belki. Ama 22 milyon kilometre kareye hükmeden Osmanlının uluslararası ticaretle uğraşan ne kadar tüccarı vardı, bunlar hangi ülkelere ne satıyor ve oralardan ne alıyorlardı, bilmiyoruz. Bu ve benzeri bilgiler için de doğru adres yine Avrupa arşivleridir. Mesela, dönemin Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresia, Osmanlı ürünlerine ambargo koymak yerine, üreterek rekabet etme yoluna gitmiş ve bu amaçla maliye memurlarına, Viyana’da mukim Osmanlı tüccarlarını tespit edip, ithal ve ihraç ettikleri ürünler hakkında bilgi toplamalarını emretmiştir. Hazırlanan bu rapora göre, 1776-1777 yılı itibariyle Viyana’da 269 Osmanlı taciri bulunmakta ve-veya ikamet etmektedir. Bunların 169’ı ile yüz yüze görüşüyorlar ve kendilerine aşağı yukarı 20 soru yöneltiyorlar…
Veya bir şehrin tarihi, etnik, coğrafi, ekonomik, askeri, kültürel, dini, tarımsal ve sosyal yapısını mı öğrenmek istiyorsunuz?
Balkanlardaki veya diğer yerlerdeki şehirlerden biri de olabilir, ama Anadolu’nun şehirlerinden Elazığ’ı örnek olarak vereyim. Yani namı diğer Elaziz!
Cumhuriyet döneminde bile böylesine kapsamlı bir çalışma yapılmış mı, bilmiyorum!
Buradaki arşivlerde bulduğum “Mamurat-ul-Aziz” adlı bu rapor, 15 Mart 1897 tarihli olup, 159 sayfadan ve renkli bir haritadan oluşmaktadır. Belediyenin veya valiliğin bu raporu kendi şehirlerine kazandırmaları yönünde bazı girişimlerim oldu, ama boşuna…
İyisi mi, bu yazıyı da anılan “İçindekiler” bölümü ile sonlandıralım:
“Vilayetin yeri ve kuruluşu, Vilayetin konumu – sınırları Tepeler – dağlar… Akarsular… Göller ve bataklık araziler… Klima… Nüfus: 1895 Salnamesi’ne göre Mamuret-ul-Aziz Vilayetİnin milliyet-din, yaş, cinsiyet ve yerleşim birimlerine göre dağılımı İSTATİSTİK… 1895 Salnamesi’ne göre Harput-Mezre nüfusunun milliyet-din, cinsiyet ve yerleşim birimlerine göre dağılımı… Hatırlatma: 6 Vilayette Nüfus dağılımı… Aşiretler… Yezidiler veya Şemsiler (Güneşperestler), Kürtler, Kızılbaş… Bölgede sosyal güvenlik… Bölge Ekonomisi… Değirmenler… Hayvancılık… Ormanlar… Bölgedeki vahşi hayvanlar… Madencilik… Tuzculuk… Bölgenin idari yapısı… 1896 (1312) Salnamesi’ne göre Mamuret-ul-Aziz’in mülki taksimi İSTATİSTİK… Yargı Sistemi… Hapishaneler… Maliye – Finans- Maliye / Gümrük makamları / memurları… Tütün – Tütün kültürü… Siyasi / İdari bölgelerin gelirleri: Harput, Malatya, Dersim… Askeri Sistem: Ordunun bölgedeki dağılımı / konuşlandırılışı… Askeri okul: Rüştiye Mektebi, Askeri Hastaneler… Dini Cemaatler ve Otoriteler: a) Müslümanlar, b) Ermeni-Georgian., c) Ermeni Ortodoks, d) Ermeni Protestan, f) Süryaniler, g) Rum Ortodokslar İSTATİSTİK… Konsolosluklar – Temsilcilikler… Eğitim Sistemi: Okullar: a)Müslüman okulları Ermeniler… Yollar, Köprüler ve yol ücretleri (Prestationlar)… Demiryolları- Projeler… Posta ve Telgraf… Tarımcılık, para ve kredi sistemi… Ölçü ve tartı aletleri… Endüstri ve İşletmecilik… Ticaret ve ulaşım… İhracat… İthalat… Kervancılık / Ticaret. Ulaşım… Kıyım – çatışmalar (Bölgede gıpta edilecek bir barışın hüküm sürdüğü ama bunun nasıl istikrarsızlaştırıldığı anlatılmaktadır)… Harita… 1895-1896 Salnamesi’ne göre yerleşim birimlerindeki nüfus dağılımı (bütün köyler de dâhil olmak üzere Müslüman ve Ermeni nüfusu) İSTATİSTİK…”
Sonuç ve ilgili kurumlara ve araştırmacılara çağrı…
Avrupa’nın arşivlerinin sadece bizim için değil, bir zamanlar işgale, işgallere ve sömürüye uğramış ve bizdeki gibi şimdi okumakta oldukları tarihleri bile sömürgecileri ve sömürge kafalı tarihçileri tarafından yazılan bütün halklar için birer hazine olduğunu bir kez daha belirteyim.
Ancak buradaki asıl sorun, bu hazinelere ulaşamamak değildir. Sorun, bu arşivlerin önemine dair bilinçten yoksunluktur. Çünkü müstemleke ülkelerin tarihçilerinin ve dahi yöneticilerinin büyük bir kısmının zihinleri de sömürgeci düşüncelerle maluldür. Bunun içindir ki, bu müstemleke hallerini emperyalistlerin kendilerine dikte ettikleri milliyetçi söylem, eylem ve politikalarla olağanlaştırıp sürdürmeye özen gösterirler.
Geçelim diğer halkları, daha düne kadar 22 milyon kilometrekarelik bir alana hükmedenlerin torunları olarak Türklerin bile çoğunun bu bilinçten yoksun olmalarının nedeni de budur!
Şu bir gerçektir ki, Türkiye bugün itibariyle hem kendisini ve hem de Osmanlıların bir zamanlar hüküm sürdükleri ve nüfuz ettikleri ülkeleri bu müstemleke halden kurtarabilecek bir potansiyele sahiptir.
Örneğin, özel ve devletin olmak üzere, sayıları 250’yi bulan üniversiteleri var. Araştırma görevlisinden profesörüne kadar sayıları belki 100 bini bulan akademik unvanlı bilim insanları var. Türkiye’nin son yıllarda Asya ve Afrika’dan getirip okuttuğu on binlerce öğrenci, araştırmacı ve akademisyen var.
Sadece üniversiteler bile kendilerini şimdiki mankurtlaştırma merkezi görünümünden kurtarıp, isimlerine yaraşır işler yapsalar, bu halde mi olurduk?
Her üniversitenin kendi bünyesinde oluşturduğu birçok araştırma merkezi var. Ama şahit olduğum kadarıyla bunların çoğu adından öte bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü göz boyamanın dışında ürettikleri bir şey yoktur.
Bildiğimiz gibi, Birinci Dünya Savaşı, imparatorlukların da sonu oldu. Ki bunların en büyüğü de bizim köklerimizin geldiği Osmanlı idi. Yıkılan imparatorlukların bakiyesi üzerine kurulan ülkelere baktığımızda, kendi tarihlerini en ince ayrıntılarına kadar yazdıklarını görüyoruz. Hatta bizim tarihimiz hakkında yazdıkları bile bizim bizzat yazdıklarımızla kıyaslanamayacak kadar çoktur. Yani bizim için hayati derecede önemli olan bir konu gösteremezsiniz ki, onların yazdıkları bizimkinden katbekat fazla olmasın.
500 yüz yıl hüküm sürdüğümüz Balkanları mı dersiniz… Yüzlerce yıl hüküm sürdüğümüz Kuzey Afrika’yı, Arap Yarımadasını, Kafkasları, Anadolu, Bağdat, Basra, Şam ve diğer yerleri mi dersiniz… Hatta ve hatta İstanbul mu dersiniz… Kısacası, bir tane konu bile olsun gösteremezsiniz ki, Batılıların yaptıkları araştırmalar ve ortaya koydukları eserler bizimkinden fazla olmasın…
Şunu da kesin bir şekilde bilelim ve belirtelim ki, bu gerçekliğimizle behemehâl yüzleşmeliyiz. Önlerine Türkiye’nin Yüzyılı hedefini koyanlar da bu gerçekle yüzleşmeden bir şey yapamazlar, ikinci Yüzyıla çağıranlar da…
Peki, sizce Türkiye olarak bu yüzleşmeyi gerçekleştirebilecek miyiz?
Sizler de takdir edersiniz ki, siyaseti ve yöneticileri de bu yüzleşmeye ikna edecek olanlar, haddizatında her şeyin sorgulanabildiği ve her türlü fikrin neşvünema bulduğu, tartışıldığı ve kısaca bilginin ve öğretisinin özgür olduğu ve özgürce tartışıldığı üniversitelerdir. Ama üniversitelerimiz de vesayetle malul oldukları, diplomalarından akademik unvanlarına ve hatta inançlarına kadar her şeylerini kendilerini o makamlara getirenlerin ayaklarına paspas yapan rektörlerin tahakkümünde bulundukları ve beşik ulemasını andıran akademisyenler cirit attıkları sürece ne bu yüzleşmeyi gerçekleştirebileceğiz ve ne de bir adım ötemizde gözlerimizi kamaştıran hazinelere dokunabileceğiz.
Ama zor olsa da er ya da geç bu sömürge zihinlerin üstesinden geleceğimize ve hazinelerimizi elde edeceğimize dair inancım da ümidim de tamdır…
Doğru Haber / Bekir Tank