‘Allah’ın yardımı’ (nasrullah), Kur’an’ın, kendisine iman eden mü’minleri kesin bir biçimde inanmaya davet ettiği bir iman konusudur. ‘Allah’ın yardımı’ elbette gaybî bir meseledir, dolayısıyla inançla ilgilidir. Gaybîdir, fakat hayâlî değildir, kendine has yöntemlerle tezahür eder, müşahede edilebilir. Allah’ın yardım edeceğini, yine Allah’ın bizzat kendisi bildirmektedir, bunun için iman etmeyi gerektirir. ‘Allah’ın yardımı’nın gerçekleşmesi için elbette birtakım koşullar vardır. Zira Allah’ın yardımı şartsız, kuralsız değildir. Herkes için de geçerli değildir. Mü’min olmak Allah’ın yardımına layık olabilmenin ön şartıdır.
Allah’ın yardımı her konuda olabilir. Çünkü kullar her konuda Allah’a muhtaçtırlar. Kullar fakîr, O ise zengin (ğanî)dir. ‘Ğaniyyün ani’l-alemîn’dir. Yani, Kendisi’nin dışında ‘âlem’ olarak adlandırılan varlık kategorilerinden hiçbirine bağımlı/muhtaç değildir. O’nun yardım gereksinimi olamaz. Ama yaratılmışların tamamı, bir biçimde Allah’ın yardımına muhtaçtır. Aslında genel anlamda Allah’ın, yarattığı bütün canlıların rızkını temin etmesi, yaşamlarını sürdürebilecekleri organları ve en uygun ortamı yaratmış olması onlara yardım olarak düşünülebilir. Bununla beraber Kur’an’da ‘Allah’ın yardımı’ dendiğinde daha farklı bir ilahî müdahale kast edilmektedir. Öznesi Allah, nesnesi insan olan ilahi yardımın alanı daha çok siyasi, toplumsal ve ideolojiktir.
‘Allah kime yardım eder?’ sorusunu Kur’an, “Allah dilediğine yardım eder.” (30/Rum, 5) şeklinde cevaplamaktadır. Çünkü Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf sahibidir. Hiç kimse O’nu, bu tasarrufu dolayısıyla hesaba çekme güç ve kudretine malik değildir. Fakat, “Allah dilediğine yardım eder” ayeti, bizim anladığımız bir lisanla ‘keyfiliği’, haklı veya haksız ayrımı yapmaksızın, rastgele yardım eder anlamını ihtiva etmemektedir. Bunun anlamı, Allah kime yardım edeceğini çok iyi bilir demektir. O, kime yardım edeceği konusunda kimseye danışmaz. Zira O her şeyin künhüne vakıftır. Hem zahiri, hem bâtını; hem evveli hem de ahiri bilen yalnızca O’dur. Dolayısıyla “dilediğine yardım eder” demek, “O, kime yardım edeceğini çok iyi bilir, yardıma gerçekten müstehak olanlara yardım eder demektir.” Kısacası sünnetullah’da keyfilik, sorumsuzluk, haklı-haksız ayrımı yapmamak kesinlikle söz konusu değildir.
“Allah dilediğini yardımı ile güçlendirir.” (3/Al-i İmran, 13) Allah’ın, yardımı ile güçlendirdiği kimseler elbette mü’minlerdir. O, kafirlere karşı mü’minlere yardım etmekte, mü’minlerden yana tavır koymaktadır. Allah kafirlere yardım etmez. Şu halde, “Allah dilediğine yardım eder” ayeti ile “Allah dilediğini yardımı ile güçlendirir” ayeti aynı şeyden bahsetmekte ve ‘Allah’ın dilediği’ kimselerin mü’minler olduğunu anlatmaktadır.
Allah, hem Rasullere, hem de mü’minlere, gerek bu dünyada, gerekse ahirette yardım edeceğini açıkça bildirmektedir. (40/Mü’min, 51) Ama ‘Allah’ın yardımı’ dendiği zaman, bilhassa bu dünyada iken, kafir topluluklara karşı mü’minlere yardım edilmesi akla gelir ve Kur’an bu müjdeyi vermektedir: “Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin. Onları hüsrana uğratsın. Onlara karşı size yardım etsin. Mü’min bir toplumun kalplerine şifa versin.” (9/Tevbe, 14). Görüldüğü gibi buradaki yardım, alelade, sıradan bir yardım olmayıp, ideolojik ve siyasidir. Biraz daha açmak gerekirse: Allah’ın vaadettiği yardım, mü’minleri açlıktan kurtarmak, susuzluklarını gidermek, fakirken zengin etmek kabilinden değildir. Bundan daha öte bir şeydir. Vaadedilen yardım, mü’minleri kafirlere karşı korumak, zalimlerin zulmünden, askeri ve siyasi saldırılarından, baskılarından korumak, dağılıp yok olmalarını engellemek, tevhidî duruşlarını muhafaza etmek şeklinde bir yardımdır. Yani, tevhidle şirkin mücadelesinde, muvahhidleri kollamak, onları güçlendirmektir. Hem Tevbe suresinin geneli, hem de 14. ayetin sıyak ve sıbakı dikkatli şekilde okunduğunda, kafirlerin mü’minler tarafından hor ve hakir kılınması istenmektedir. Hz. Peygamber’i yurdundan çıkartan ve mü’minlere karşı savaş başlatmış bir toplumla savaşmaları mü’minlere emredilmiştir. İşte bu savaş ortamında Allah mü’minlere yardım etme sözü vermektedir.
Eğer Allah’ın mü’minlere yardımı söz konusu olmasaydı, Kur’an geçmişteki kimi mü’minlerin “Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et!” duasına yer vermezdi. (2/Bakara, 250, 286; 3/Al-i İmran, 147) Al-i İmran suresinin 146 ve 147. ayetlerinde, daha önceki nice peygamberin ve beraberindeki mü’minlerin Allah yolunda savaştıkları ve fakat, başlarına gelenden dolayı asla gevşeyip zaaf göstermedikleri, boyun eğmedikleri, bilakis sabrettikleri anlatılmakta ve şöyle demekten başka marifet bilmedikleri hikaye edilmektedir:
“Onların sözleri şöyle demekten ibaret oldu: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki haddi aşmalarımızı bağışla. Ayaklarımızı sabit kıl (kaydırma). Kafirler(den oluşan şu) kavme karşı bize yardım et!” (3/ Al-i İmran, 147). 148. Ayette, Allah’ın onların dualarını kabul ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü Allah onlara hem dünya nimetini, hem de ahiret sevabını vermiştir.
Bu ayette geçen, önceki mü’minlerin yaptığı bildirilen dua, sanki İslamî hareketin tüzüğü gibidir. Mü’minlerin Rablerinden ‘yardım’ olarak istedikleri, herhangi bir dünyevi çıkar, mevcut siyasi yapı içinde bir pay edinme, zenginlik, refah düzeylerinin artırılması, ticaretlerinin daha da kârlı olması, çocuklarının ‘iyi bir gelecek elde etmesi’ gibi, ‘lüküs hayat’a yönelik talepler değildi. İsteklerini şematize edersek: günahlarının bağışlanması; haddi aşmalarının bağışlanması (yani haddi aşmama temennisi); ayaklarının iman üzre sabit kalması ve nihayet kafirler topluluğuna karşı yardım görmeleri. Bu talepler çağımız müslümanına, İslami düşünüşün esas problemlerinin nerede yattığını gösterecek, paha biçilmez değerde mesajlar içermektedir. Aynı zamanda, Allah’dan yardım görmeyen ‘müslümanların’ da, neden yardım görmediklerinin cevabını burada bulmaları mümkündür. 146. Ayette, nice peygamberin ve beraberindeki mü’minlerin Allah yolunda savaştıkları ama bu uğurda başlarına gelenlerden dolayı zaaf göstermedikleri, boyun eğmedikleri anlatılmaktadır. Onların bu duruşu ile, 147. ayette sıralanan taleplerini birleştirdiğimiz vakit, Allah’ın yardımının ne olduğu, bizim de Allah’dan yardım talebinde bulunurken, ne istememiz gerektiği konusu yeteri kadar aydınlanmaktadır.
Bakara suresinin 250. ayeti de, gerek içerik, gerekse üslup olarak Al-i İmran suresi 148. ayetin sanki tefsiri gibidir. 148. Ayetteki ‘savaşan mü’minler’ bu ayette Tâlût ve askerleri, savaşılanlar da Câlût ve ordusu olarak somutlaşmaktadır. Mü’minler yine burada da Allah’dan sabır dilemekteler; ayaklarının kaymaması, sabit kılınması için Allah’a yalvarmaktalar ve nihayet “Kafirler(den oluşan şu) kavme karşı” Allah’dan yardım istemektedirler. Nihayet duaları kabul olunmuş ve Allah’ın izniyle onları yenmişlerdir. Bu olay anlatılırken 249. ayette Tâlût’un askerleri içinde bulunan bazı mü’minlerin söylediği şu sözlere yer verilmektedir:
“Nice az bir topluluk, sayıca daha çok topluluğa karşı Allah’ın izniyle gâlip gelmiştir. Allah elbette sabredenlerle beraberdir.” (2/Bakara, 249). İşte Allah’ın yardımı bunun için istenmektedir. Allah’ın yardımı, az bir topluluğun kendilerinden sayıca ve güç bakımından üstün nice toplumlara galip gelmeleri şeklinde tecelli etmektedir. Allah’ın yardımı geldiği zaman, niceliksel üstünlükler hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Peygamberlerin yaptığı gibi Mü’minler de ancak Allah’dan yardım talep ederler, başka bir seçenekleri zaten yoktur. Allah’ın dışında ne sığınacak bir merci, ne yardım edecek bir kurtarıcı vardır. Yardım sadece Allah katındandır. (3/Al-i İmran, 126; 8/Enfal, 10) Allah’dan başka kuvvet de yoktur, yardımcı da… (86/Tarık, 10) Fatiha suresi bu anlamda sanki bir taahhüdname gibidir: “Allahım! Yalnızca Sana ibadet ederiz ve yalnızca Senden yardım dileriz.” Mü’minler kafirlerin yalanlamasına karşı ve bozguncuların ifsadına karşı Allah’dan yardım dilemek zorundadırlar. Nuh peygamber de, kavminin tekzibine karşı Rabbin’den yardım istemişti. Allah’ın yardımı ona gemi olarak gelmişti ve Nuh’un gemisini hiçbir şeye benzetemeyen azgın/kafir kavmi, Nuh’a yapılan yardımın bir gereği olarak sularda boğulup gitmişti. (23/Mü’minun, 26) Kur’an’ın tanıklığına göre, Nuh’un ardından gelen bir peygamberin yaptığı da, tıpkı selefi gibi, kafir kavminin tekzibine karşı Rabbi’nden yardım istemek olmuştu. (23/Mü’minun, 29) Onlar da ‘Peygambere yapılan yardım’ olarak bir sayha ile helak edilmişlerdi. (23/Mü’minun, 40-41). Daha sonra gönderilen Lut Peygamber’in de yaptığı, kafirlikte sınır tanımayan, ahlaksızlığın zirvesine ulaşan kavmine karşı Allah’ın yardım etmesini talep etmek olmuştu. (29/Ankebut, 30) Lut’un duası mucibince ‘Allah’ın yardımı’ geldiğinde ise Lut kavmi, artık yaşamıyordu. (29/Ankebut, 31-35).
Yukarıda açıkça geçtiği gibi, peygamberlere yardım eden Allah, mü’minlere de yardım edicidir. Bu, geçmişte böyleydi, şimdi de böyledir ve kıyamete kadar da böyle olacaktır. Zira Allah’ın sünnetinde bir değişiklik yoktur. Allah’ın yardım edeceğine kesinkes iman etmek gerekmektedir. Bu o kadar kesin ki, Kur’an, Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyi kafirlere (12/Yusuf, 87) ve sapmışlara has (15/Hıcr, 56) bir nitelik olarak tanımlar. Mü’minler mutlaka Rableri’ne bel bağlamak ve O’nun rahmetinin kuşatıcılığına inanmak zorundadırlar. Kur’an, Allah’ın yardımından umut kesenleri çok çarpıcı bir temsille anlatır:
“Her kim dünyada ve ahirette Allah’ın kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa, herhangi bir yolla göğe ulaşmayı denesin ve orada yol alsın. Ve baksın, bu hilesi onun öfkesini giderecek mi?” (22/Hacc, 15) Bu kavram yazısı, ayetteki kelimelerin çözümlemesini yapmaya elverişli değildir. Bu ayetin meali verilirken düşülen yanlışları tek tek göstermek de* bu yazının sınırlarını aşıcı niteliktedir. Bunun yerine, ayetin gerçek mesajının ne olduğuna dikkat çekmek yerinde olacaktır. Bizce bu mesaj şudur:
Allah size hem bu dünyada, hem de ahirette yardım edecektir. Allah vadinde durandır. O’nun bu vaadine inanmak ve güvenmek zorundasınız. Eğer Allah’ın yardımından umudunu keseniniz varsa, o halde haydi göklere çıksın, göklerde yol alsın ve kendisine yardım edecek başka bir ilah, başka bir güç/otorite var mı, araştırsın. Ama boşuna, böyle bir ilah, güç ve otorite yoktur. Allah’ın dışında, size yardım edebilecek bir başka kimse yoktur. Ancak Allah yardım eder. Allah’ın dışında bir başka yardımcı bulunmadığına göre, Allah’ın mutlak hakimiyetini kabul edip, O’na boyun eğmek zorundasınız. Onun emir ve yasaklarına teslim olmak zorundasınız. Yardımı da ancak O’ndan bekleyebilirsiniz.
Peki, Allah’ın yardımı ne zaman gelir? Allah’ın yardımı haktır ve gerçektir, fakat bu, durduk yerde ve hiçbir bedel ödemeden sahip olunan bir hak değildir. Her şeyin bir bedeli olduğu gibi, Allah’ın yardımının da bedeli vardır ve bunu Kur’an açıklamaktadır. Allah’ın, yardımı şartlıdır: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar.” (47/Muhammed, 7) “Allah’ın yardımı” tabirinin, “ayakların sağlam tutulması” mefhumu ile birlikte anılması ne kadar manidardır! Bu ayet Medine’de nazil olmuş olan muhammed suresinin, kafirlerle savaşı emreden ilk ayetlerindendir. Bundan önceki ilk altı ayet ve sonraki 4 ayet, Allah’ın mü’minlere yardımının ne türde olduğunu yeterince anlatmaktadır. Bu yardım, siyasi-ideolojik bir yardımdır, egemenlik yardımıdır. Mü’minlere yardım vaadeden Allah, kafirlerin hakkının yıkım olduğunu, çünkü onların, Allah’ın inzal ettiklerini çirkin bulduklarını beyan etmekte, Allah’ın da onların amellerini boşa çıkarttığını duyurmaktadır. Ayrıca bunların benzerlerinin önceden de gelip geçtiği hatırlatılmaktadır. Sonuç olarak, mü’minlerin Mevla’sı Allah’dır, kafirlerin ise mevlası yoktur!
Şimdi bu ayet Allah’ın yardımının ön şartını belirlemiştir. Bu, mü’minlerin Allah’a, yani Allah’ın dinine yardım etmeleridir. Allah’ın indirdiklerinin en yüce olması için yapılan bütün çabalardır. Kısacası, peygamberler seviyesindeki bir kulluk ve teslimiyettir. Allah’ın yardımı bu şekilde hak edilebilir.
Bu şartlı yardım, Hac suresinin 39-40. ayetlerinde biraz daha açıklanmaktadır:
“Kendileriyle savaşanlara, zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaşmaları için) izin verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye kâdirdir. Onlar haksız yere, sırf ‘Rabbimiz Allah’dır’ inancında oldukları için yurtlarından çıkartılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir kısmıyla [kafirleri mü’minler eliyle] defetmeseydi, içlerinde Allah’ın adı çokça anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Kendisine yardım edene Allah mutlak surette yardım edicidir. Elbette Allah güçlüdür, yücedir.” (22/Hac, 39-40)
Bu ayetlerde, Muhammed suresinin 7. ayetine paralel bir üslupla, Allah’ın, O’na yardım edene yardım edeceği haber verilmektedir. Şu halde her iki ayetten anlaşılan anlam, Allah’ın yardımının şartlı olduğudur ve şart, mü’minlerin Allah’ın dini uğrunda ‘yardım’ sözcüğüyle açıklanabilen bir çaba içine girmeleridir. Allah rızası için, Allah’ın dini yüce olsun için ne kadar çaba harcanırsa, Allah da o kadar yardım edecektir.
İşte burası, kendilerini Allah’ın yardımına almaya namzed gören insanların, pek fazla kafa yormak istemedikleri önemli bir noktadır. Kendilerine yardım edilmediğini bilen insanlar ilk olarak, bu iki ayette öne çıkartılan şartı, ‘Allah’ın dinine yardım’ şartını ne kadar yerine getirdiklerine bakmak zorundadırlar. Allah’ın, vaadinde durmaması söz konusu olamayacağına göre, eksikliği insanlar kendi sîretlerinde aramalıdırlar. Bu eksikliğin, Allah’ın dini uğrunda mücadele etmek olarak tespit edileceğinde kuşku yoktur. Hak edilmeyen bir şeyi beklemek ise mü’minlerin hasleti olamaz.
‘Allah’a yardım’ kavramı Kur’an’ın bir başka yerinde “Allah’ın yardımcıları” (ensarullah) mefhumu ile ifade edilmektedir. İlkin İsa Peygamber, etrafındaki insanlara seslenerek, kimin İsa’nın yanında Allah’ın yardımcıları olabileceğini sormuş, Havariler de “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” diyerek Allah yolunda mücadele etmeye söz vermişlerdir. (3/Al-i İmran, 52). Kur’an, İsa’nın Havarileriyle olan bu diyaloğunu ve Havarilerin taahhüdlerini hatırlatarak Muhammed (a.s.)a iman eden mü’minlerin de tıpkı Havariler gibi Allah’ın yardımcıları olmalarını talep eder. Son söz olarak da, Allah’ın, iman edenleri düşmanlarına karşı desteklediğini ve onlara galip geldiklerini bildirir. (61/Saf, 14). “Allah’ın yardımcıları” ifadesi elbette mecazidir, Allah’ın yardımcıya ihtiyacı yoktur. Allah’ın dini uğrunda dimdik ayakta kalmak, Peygamberin safında yer almak, imanından ölünceye dek vaz geçmemek, dinin tebliği için çalışmak “Allah’ın yardımcısı” olmak demektir.
Peki, Allah’ın yardımı, Allah’ın yardımını hak eden insanlara hemen gelir mi? Bunun belli bir vakti var mıdır? Elbette bunun bilgisi tamamen ve sadece Allah katındadır. Kimin, ne zaman, ne kadar yardımı hak ettiğine ancak Allah karar verir. Fakat kuşkusuz burada insanları yanıltan bazı faktörler vardır. Bunlardan birisi, insanların aslında hiçbir şey, ya da fazla bir şey yapmadıkları halde, Allah’ın yardımına layık oldukları kanaatine sahip olmalarıdır. Günümüz dünyasında müslümanların hali bu minvaldedir. Fiziki, sayısal (demografik) ve parasal varlıkları ile hiç de uyumlu bir ‘varlık’ gösteremeyen koskoca bir ‘islam dünyası’(!), hiçbir risk altına girmeden bütün işlerini tamamen Allah’a havale etmiş vaziyettedir. ‘Mübarek gün ve gecelerde’, Cuma hutbelerinde, hatta yemeklerin ardından, tokluktan geniren, bir ‘hocaefendi’nin yaptığı dualarda, ‘devam-ı devlet’, ‘nasib-i cennet’ gibi bütün zorlu işler Allah’a havale edilmektedir. Kendilerinin yaptığı ise biraz göz yaşı, biraz sızlanma, biraz da (kafirlere) yalvarma ve özür dilemeden ibarettir. Yani Allah’a yalvarma ile kafirlere yalvarma birbirine karışmış durumdadır. Böyle bir durumda Allah’dan yardım beklemek, en hafif deyimle abestir.
Tam bu noktada Kur’an bizi yine uyarmaktadır: “Yoksa siz, sizden önce yaşamış kavimlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokundu ve öylesine sarsıldılar ki, Rasul ve beraberindeki mü’minler ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler! Dikkat edin, Allah’ın yardımı yakındır!” (2/Bakara, 214).
Bu ayet düz bir mantıkla, sanki Allah, siz de acı çekin öyle cenneti vereyim diyor şeklinde anlaşılamaz. Ayetin mesajı, önceki kavimler gibi Allah’ın dini uğrunda her türlü sıkıntıya göğüs germenin gerektiğidir. Bu işin doğasında bu vardır. Küfürle iman, tevhidle şirk daima mücadele halinde olmuştur. Müslümanların, kafirlerin tasallutundan tamamen emin oldukları dönem neredeyse hiç olmamıştır. Dolayısıyla mü’min olmak, dayanıklı olmayı gerektirmektedir.
Tam bu noktada insanları, Allah’ın yardımı konusunda şüpheye düşüren ikinci bir faktör gündeme gelmelidir, o da insanların aceleciliğidir. Yukarıdaki ayet bize sabrı, tahammülü, dayanmayı öğretmektedir. Bizim, ‘biz şunları şunları yaptık, Allah neden hala yardım etmiyor?’ gibi haddi aşan bir söz söylemeye hakkımız yoktur. Zira, yaptık zannettiğimiz görevlerimizi bir de Kur’an’a sormalı, Kur’an’dan onay almalıyız. Bunların yeterli olup olmadıklarına Allah karar verecektir. Bu O’na ait bir iştir. İnsanlar acele etmemeyi, teenni ile hareket etmeyi, işlerin sonucunun tamamen Allah’ın elinde olduğunu bilmelidirler. Bize düşen kulluğumuzu mükemmel şekilde yerine getirmek olmalıdır.
Kur’an’ın bildirdiğine göre, Rasullerin tam ümitsizlik anı, Allah’ın yardımının geldiği andır. Peygamberler yalanlandıkları, bu alanda başarı gösteremedikleri ve tam bir ümitsizliğe kapıldıkları anda, yani yeis anında Allah’ın yardımı yetişmiş ve Allah’ın dilediği kimseler kurtuluşa ermişlerdir. Kafir/günahkar toplumdan ise Allah’ın azabı geri çevrilmemektedir. (12/Yusuf, 110). Bu ayetin işaret ettiği hassas bir nokta var. Her türlü yeis hali, Allah’ın yardımını anında celbeden bir neden değildir. Yeis haklı yere olduğu zaman, yani mü’minler gerçekten tam bir tebliğ yaptıkları halde tekzip edildiklerinde kapıldıkları umutsuzluk anı, Allah’ın yardımını celbeden andır…
Haksızlığa uğrayanların yardımcısının Allah olduğunda kuşku yoktur. (22/Hac, 60) Allah’ın yardım ettiği kimse/ler ise gerçekten güçlüdür. Onları yenecek kimse yoktur. (3/Al-i İmran, 16). Allah yeryüzüne salih kullarının varis olacağını vaadettiğine göre (21/Enbiya, 105), ‘salih kullar’ın endişeye kapılması, panik yapması, ümitsizliğe kapılması için herhangi bir neden yoktur. Ama eğer mesele bir türlü ‘salih’ olamamaksa -ki öyledir-, o zaman da zaten Allah’ın yardımını beklemenin bir anlamı yoktur. Kendilerinin arkasında Allah gibi bir güç olduğu halde mü’minler olduğu söylenen kitlenin yeryüzünün en izzetli kulları olmamasına şaşılmaz da ne yapılır?! Allah yeryüzüne onları varis yapmayı vaadettiği halde, kafirlerin mekrlerini (hile, oyun, düzenbazlık, manipülasyon) bozacağını, onların hiçbir çabalarının kalıcı bir eser bırakamayacağını haber verdiği halde, hala varlığını hissettiremeyen sözde müslümanlar yığınına sadece acınır.
Günümüzde dünyanın bir ucundan diğerine, hemen hemen bütün müslüman kavimler, tam bir zulüm görmektedirler. Bu zulümleri Allah görmekte ve bilmektedir. Fakat Allah’ın bu zulümleri ortadan kaldırmasını söz konusu kavimler hak etmemektedir. Çünkü müslüman kavimler ‘ümmet’ olma bilincini yitirmiş, kendisini kendisi yapan her türlü yüce değerleri üç-beş kuruşluk meta’ya satmıştır. Ahiret saadetini dünya hayatına değişmiştir. Müslüman kavimler nezdinde yükselen değerler, parayla/çıkarla ölçülebilen değerler olmuştur. Bu kavimler arasında ne yazık ki, A’raf suresinin 175-176. ayetlerinde tasvir ve tahlil edilen hain adamlar büyük rağbet görmekte, toplumu peşinden sürüklemektedir. Müslüman kimliğini taşıyan toplumlar o kadar garpzede olmuşlar ki, kendi sorunlarını bile artık İslam dışı kelime ve kavramlarla açıklamaya yeltenmektedirler. Böyle bir hengamede Allah’ın yardımını beklemek için hiçbir haklı neden görünmemektedir.
Oysa Allah ne güzel Mevla, ne güzel yardımcıdır! (8/Enfal, 40; 22/Hacc, 78). Veli olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter. (4/Nisa, 45).
* Müfessirler ve meal yazarları bu ayeti meallendirirken oldukça alakasız anlamlar üretmişler. En büyük yanlış olarak, “Allah’ın ona yardım etmeyeceğini…” cümlesindeki ‘O’ zamirini Hz. Muhammed olarak anlamışlar. Halbuki zamir, öyle sanan herkesi kastetmektedir. Öte yandan kimisi, “evinin tavanına ip bağlayıp intihar etsin” anlamını vermiş, kimisi, “iple göğe yükselsin” gibi değişik anlamlar vermişlerdir. Doğruya en yakın tercümenin Muhammed Esed’in meali olduğu kanısındayız.
Çok Yorumlanan 1