Arap Baharı” adı verilen bölgesel türbülans sürecinin en keskin sonuçlarından biri, coğrafyamızdaki “İslâmî muhalefet” potansiyelini ortaya çıkarması oldu. Dış yönlendirmelerin gidişattaki etkisi bir yana, dikkatle bakanlar için, Ortadoğu’daki her ülkenin ayrıntılı röntgeni, güçlü ve zayıf noktaları, barındırdığı hareketlenme imkânı ve gücünün sınırları, olaylar geliştikçe daha da net bir şekilde meydana çıktı. Bölgeyi ezberler ve ön kabuller çerçevesinde izleyenler hariç, herkes yaşananlardan bol bol ders çıkardı, notlar tuttu, planlarını ve tasavvurlarını revize etti.
“Ortadoğu’nun zinde güçleri” açısından, İslâmî hareketlerin “Arap Baharı” sürecinden güçlenerek ve iktidara gelerek çıkması, muhtemel en korkunç senaryoydu. Özellikle özgür seçimler yoluyla koltuğun el değiştirmesi usulünün yerleşmesi, uykularını kaçıran bir ihtimaldi. Ayrıca, bölgedeki ABD-İsrail ekseninin sarsılmasına da asla müsaade edilemezdi, yönetici kadrolar bu eksenin ekonomik ve siyasî rantıyla koltuklarına zamklanmıştı çünkü.
Şahit olunan sosyal ve siyasî hareketlenmeye düşük yaptırmak için, üç parçalı bir proje hazırlandı. Buna göre: 1) İslâmî hareketler boğulacak, iktidardan düşürülecek, itibarsızlaştırılacak veya askerî müdahalelerle ortadan kaldırılacaktı, 2) Dinî alan tamamen devletlerin tasallutu altına alınarak, İslâmî siyaset iddiası taşıyan her çizgi ve yorum “Siyasal İslâm” damgasıyla dışlanacaktı, 3) Eğlence sektörü, dünyevileşme ve müstehcenlik teşvik edilerek, insanoğlunun nefsânî tarafına oynanacak, böylece dinin toplumlar üzerindeki bağlayıcılık ve belirleyicilik derecesi azaltılacaktı.
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan’ın başını çektiği, ABD ve İsrail’in de açıktan desteklediği bu proje, sahada tam gaz uygulamaya geçirildi:
İlk önce, 3 Temmuz 2013’te, Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi darbeyle devrilerek, Müslüman Kardeşler Teşkilâtı (İhvân) mensuplarına yönelik kapsamlı bir kovuşturma başlatıldı. Binlerce İhvân üyesi dünyanın gözleri önünde öldürüldü, hapsedildi, idama mahkûm oldu, sürgüne gitmek zorunda kaldı… “İhvâncı” olmak, Arap dünyasında en büyük suçlamaydı artık. BAE ve Suudi Arabistan yönetimleri İhvân’ı “terör örgütü” ilân ederek, kendi sınırları içindeki ve etkileri altındaki bütün bölgelerde İhvân çizgisine savaş açtılar. Bu arada, bütün muhalif İslâmî hareketler de “İhvâncı” olmakla itham edilerek aynı torbaya dolduruldu.
BAE-Suudi Arabistan ikilisi (tekrar rayına soktukları Mısır’ı da peşlerine takarak), eli daha da büyütüp Yemen, Libya, Suriye ve diğer ülkelerde sahaya indiler. Suriye’de gelecek vaat eden yerli muhalif komutanlar ve liderler teker teker avlanırken ve nihayet Beşşar Esed rejimiyle yeniden saflar sıklaştırılırken, Türkiye ve Katar, bölgedeki İslâmî hareketlere verdikleri destek nedeniyle hedef tahtasına oturtuldu. Bu bağlamda, 15 Temmuz darbe girişimindeki dış ayaklardan birini, coğrafyamızın bazı başkentlerinde aramak gerekir.
İkinci adım olan “dinî alanın tamamen kuşatılması”nda, siyasi yönetimler, din adamlarından ve ulemâ sınıfından büyük destek gördü, görüyor. “Siyasal İslâm” adı altında, İslâm’ın siyasete, uluslararası ilişkilere, ekonomiye ve hayatın diğer alanlarına getirdiği düzenlemeleri mahkûm etmeye girişen muktedirler, söylemlerinin altını “dini argümanlarla” doldurmaya teşne bir din adamı ve ulemâ kadrosunu da hazır buldular. Mısır’da Ezher, Suudi Arabistan’da resmi müftülük makamı ve bağlı kuruluşlar, BAE’de -Şeyh Abdullah bin Beyye riyasetinde teşkil edilen- fetva konseyi vb. tamamen bu amaç çerçevesinde hizmet veriyor bugün. Birçok ülkede binlerce İslâm âlimi, davetçi ve aktivist tutuklanırken, yöneticiler, kendilerine ayak bağı olmayacak bir İslâm yorumunu kitlelerde yerleştirmeye çalışıyor. Yanlarına çektikleri bazı ‘muteber’ isimler de, onların ekmeğine yağ sürüyor. Hep beraber hedefleri, camiye ve kalbe hapsedilmiş, sisler içinde mistik bir hava taşıyan, coğrafyamızın acılarına somut alternatifler ve gidişata dair eleştiriler sunmayan, uysallaştırılmış ve boyun eğmiş bir İslâm modeli…
Ve son olarak, eğlence sektörünün, dünyevileşmenin ve müstehcenliğin alabildiğine teşvik edilmesi bağlamında Suudi Arabistan, “zincirlerini” kırmayı sürdürüyor. On yıllardır ulema sınıfının tekeline bırakılan alanlara (kadın, müzik, sinema vb.) buldozer gibi dalan devlet, “özgürleşme” adı altında, Suudi toplumunun içinde hapsolmuş durumda bulunan arzu ve iştahları coşturuyor. Diğer Arap (ve İslâm) ülkelerinde de benzer süreçler aşağı-yukarı böyle yaşanıyor. Bilhassa Körfez yönetimleri tarafından, insanoğlunun nefsanî taraflarına oynama stratejisi, toplumların “aşırılık”tan ve “Siyasal İslâm”dan kurtulmasına, böylece Batı’yla tam entegrasyonun sağlanmasına yönelik toplumsal bir proje olarak yürütülüyor.
***
Ortadoğu’nun Arap yönetimleri bölgedeki hareketlenmeyle bu şekilde baş etmeye çalışırken, İran’ın bu manzara karşısında ellerini ovuşturmaması imkânsız. Mısır’daki darbeyi sessiz bir ikrarla karşılayan, Türkiye’yi de ısrarla yanında ve ekseninde tutmaya çalışan İran yönetimi için, Arap dünyasındaki bu perişan görüntü, bulunmaz bir fırsatı da beraberinde getiriyor. İran’ın -Batı’nın da yol vermesiyle- sahada ilerleyişini sürdürmesi ve etkilerini derinleştirmesi, Ortadoğu’daki bölünmüşlüğü daha da artıran bir unsura dönüşüyor böylece.
Müslüman dünyanın içine sürüklendiği bu çok boyutlu açmazın kimlere hizmet ettiğini söylemeye ise gerek yok.
Yeni Şafak / Taha Kılınç