Bundan yaklaşık 18 yıl önce, Arapça öğrenimi için Şam’da bulunurken, Muhâcirîn semti taraflarında bir mescide devam ediyordum. Akşam ve yatsı namazları arasında bu mescitte ders yapan bir hocanın -Şeyh Muhammed- üslubu ve hadiselere yaklaşım tarzı beni derinden etkilemişti.
Görünüşte bir cami imamı olan, ama etrafında halkalanan insanların teveccühünden belli olduğu üzere sıradan bir imamlıktan çok daha ötesine geçmeyi başaran Şeyh’in, slogan ve hamasetten uzak, pratik çözümlere yönelik, keyifli ve güncel bir dili vardı. Derslere katılan öğrencileri ve sıradan halktan ilgili gençler kendisine her türlü soruyu yöneltiyor, o da bu sorulara ayrıntılı ve doyurucu cevaplar veriyordu. Bazı mahrem konular, yatsıdan sonra evlerdeki özel muhabbetlere erteleniyor, mevzular derinleşerek gecenin içine doğru akıyordu. “Türkiyeli kardeş” olarak beni de kısa zamanda aralarına almışlar, hatta özel ev sohbetlerine davet edecek kadar da yakın görmüşlerdi.
Bir akşam, Şeyh Muhammed’e, İslâm dünyasının ve Müslümanların temel meselelerine yaklaşımda sorumluluklarımız soruldu. Soruyu soran genç, hocadan, bu sorumlulukları sıraya dizmiş olsa ilk sırada hangisinin geleceğini de belirtmesini istedi. Şeyh Muhammed, her zamanki samimi gülümsemesiyle çocuğun sözlerini dinledi, sonra konuşmaya başladı:
“Temel ve birinci vazifemiz, rabtu’l-ecyâl’dir. Yani, nesillerimizi tarihimizle ve temel meselelerimizle irtibatlandırmak, onları kimliğimize odaklamak. Bunu yapmak için canla başla çalışırsak ve derdimizle dertlenecek nesiller yetiştirebilirsek, birçok problemin çözümü de kolaylaşacaktır. Eğer bunu yapmazsak, hassasiyetler sonraki nesle aktarılamayacak, böyle olunca da organize bir şuur meydana gelmeyecektir. Unutmayınız, düşmanlarımız, kendi nesillerini kendi ölçülerine göre şuurlu yetiştiriyorlar ve kimliklerine odaklıyorlar.”
O akşam, zihnimde adeta yepyeni bir pencere açılmıştı. Sonraki bütün okumalarımı ve çalışmalarımı yönlendiren bir formüle kavuşmuştum orada. “Rabtu’l-ecyâl” idi birinci vazifemiz. Önce kendimizi yetiştirecek ve donatacak, ardından sonraki nesle öğrendiklerimizi aktarmaya çalışacaktık. İslâm dünyasının devasa meseleleriyle baş etmenin ve bir yol haritası oluşturabilmenin başlangıç noktası tam olarak burasıydı.
***
Geçtiğimiz hafta Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde iki camiye saldırı düzenleyen teröristin kullandığı şarjörlerde yazan notlar ortaya dökülünce, zihnim ister istemez 18 yıl önceki o akşama gitti. Cuma namazı için toplanan masum Müslümanlara saldırırken, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında tarih boyunca yaşanan mücadelenin önemli dönüm noktalarını, sembol olay ve kişilerini sıralayan akıl -ister bireysel, ister organize bir akıl olsun- İslâm dünyasına bir tür “kimlik hatırlatması” yapıyordu aslında. Rabbimiz’in katında şehadet makamıyla karşılanmalarını niyaz ettiğimiz kardeşlerimizin dünyevî ölçüler içinde üzücü akıbetleri de, geride kalan bizlere aynı şekilde dersti. Karşımızda hedefine odaklanmış bir akıl ve şuur vardı. Şarjörlerde yazan isim ve olaylardan bazılarını biz belki de ilk kez duyuyorduk üstelik.
Birlikte yaşama, demokrasi, çoğulculuk vs. gibi onca süslü lafa rağmen, Müslüman ve Hıristiyan dünya arasındaki bazı fay hatları, kıyamete kadar canlı ve hareketli kalacak. Christchurch faciasından alınacak diğer önemli ders de bu olmalı. Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in katliam kurbanlarının yakınlarına gerçekten samimi sarılışları, ırkçı senatör Fraser Anning’in kafasında yumurta kırarak dünya çapında fenomene dönüşen 17 yaşındaki “Egg Boy” Will Connolly ve daha birçok örneğe rağmen…
Müslümanca ve adaletli bir dünya talebiyle yürüyüşümüzü sürdürürken, bu fay hatlarının farkında olmak, bizi hem ümit israfından hem de vakit kaybından koruyacaktır.
***
İçinde yaşadığımız modern çağda, nesillerimizi bize, kimliğimize ve tarihimize odaklamanın çok çeşitli yöntemleri var. Evvela anne-babalara, hocalara, ağabey ve ablalara ciddi sorumluluklar düşüyor. “Önce kendi kemerimizi daha sonra da çocuklarımızın kemerini takmak” ölçüsüyle önce yetişecek, sonra da yetiştireceğiz.
Teknolojinin imkânlarıyla üretilecek görsel malzemeler, çizgi film ve filmler… Klâsik İslâm şehirlerine düzenlenecek seyahat ve organizasyonlar… Hakkını verecek gençlere ulaştırılacak “seyahat bursları”… İslâm tarihinin önemli figürlerinin, doğdukları veya vefat ettikleri yerde anılması içerikli programlar… Savaşların, anlaşmaların, müzakerelerin gerçekleştiği noktalara yapılacak keşif gezileri… Kaleme alınacak yazılar, kitaplar, seyahatnameler… Tercüme edilecek eserler, ansiklopediler… Ve daha neler neler…
“Rabtu’l-ecyâl”i ana hedefimiz ve programımız haline getireceğiz. Kimliğimizi ve benliğimizi sımsıkı koruyacağız. Böylece haklarımızı ve mevkilerimizi de korumuş olacağız. Teröristlere ve zalimlere inat, bu dünyada Müslümanca var olmanın derinliğini de ahlâklı ve tutarlı hayatlarımızla dosta-düşmana ispatlayacağız. Temel misyonumuz durumundaki “bütün insanlığa şahit olmak” tam da bu değil mi zaten?
Yeni Şafak / Taha Kılınç