Yeni Şafak yazarı Taha Kılınç, Nahda Hareketi’ni konu aldığı bugünkü yazısında Nahda’da bir değişim varmış gibi anlaşılan sürecin arka planına Gannûşî’nin sözleri üzerinden ışık tutmaya çalıştı. Gannûşî’nin 1980’lerin başında yaptığı bir konuşmasını köşesine taşıyan Kılınç, bugünkü çizgisinden farklı bir duruşa işaret etmediğinin altını çizdi. Nihayetinde, Tunus gibi bir ülkede, “İslâmcı” bir partinin elde edebileceği başarıların sınırları baştan belliydi diyen Kılınç, “Gannûşî’nin fikriyatından ve birikiminden geriye ne kalacak?” sorusunun önemine işaret etti.
Kılınç, Kaptanın Rotası başlıklı yazısında şu noktalara değiniyor:
Nahda Hareketi’nin 20-22 Mayıs 2016’da düzenlenen genel kongresinden hemen önce, Râşid Gannûşî, Fransız Le Monde gazetesine yaptığı açıklamada “Siyasal İslâm”ı artık bütünüyle terk ettiklerini, kendilerini artık “Müslüman demokratlar” olarak tanımladıklarını söylemişti.
Yeniden liderliğe seçildiği kongrede de bu sözleri tekrarlayan Gannûşî, birkaç gün sonra, Londra’da yayımlanan Şark el Evsat gazetesine verdiği ayrıntılı röportajda, maksadını geniş biçimde izah ediyordu: “Nahda, bundan sonra yalnızca siyasi bir parti olacak. İslâm elbette referans noktamız olarak kalacak, ama Tunuslu bütün kadın ve erkeklere açık, sivil, mutedil ve ulusal bir parti olarak yola devam edeceğiz. Parti çatısı altında bundan sonra dinî ve sosyal herhangi bir faaliyet yürütülmeyecek. Nahda mensupları arasında dinî ve sosyal faaliyetlerde yer almak isteyenler varsa, onlar bunun için uygun platformları tercih etmek durumunda kalacaklar.”
Râşid Gannûşî’nin Batı basınında alkışlarla karşılanan bu açıklamaları, İslâm dünyasının çeşitli mahfillerinde şüpheden öfkeye uzanan geniş bir tepkiler silsilesine yol açtı. İslâm’ın siyaset sahnesindeki rolünü azaltıp yok etmekle suçlanan Gannûşî’yi, Tunus’un laik kesimlerine aşırı tavizler vererek Nahda idealini öldürmekle itham edenler de çıktı. Yorumların bazılarında Gannûşî, içine düştüğü politik çaresizlik nedeniyle, canhıraş biçimde çıkış yolu bulmaya çalışan bedbaht bir siyasetçi olarak da betimleniyordu.
Oysa siyasî yürüyüşünün ilk adımlarından beri, “İslâm ve demokrasi” tartışmaları bağlamında Gannûşî’nin durduğu yer hiç değişmemişti. Kendisinin ta 1980’lerin sonunda söylediği şu sözler, bugünkü çizgisinden farklı bir duruşa işaret etmiyor:
“İslâmî değerlerin iyice anlaşılması halinde, demokrasiyle İslâm arasında herhangi bir çelişki bulunmadığı görülecektir. Demokrasi, siyasî kararların alınmasında, halkın iradesini ifade etme aracı olmaktan başka bir şey değildir. Demokrasi azınlığın muhalefet hakkını saklı tutmakla birlikte, kararın alınmasında, çoğunluğu öne çıkaran bir sistemdir. Demokrasi bize, iktidarın kansız olarak el değiştirebilmesini mümkün kılan bir seçenek sunmaktadır. Demokrasi, kamu politikalarının oluşturulmasını ve iktidarın tekelciliği önleyecek biçimde dağıtılmasını sağlayan, bunların yanı sıra barışçıl muhalefete de izin veren bir sistemdir. Demokrasi, düşünsel ve siyasî mücadelelerde kan akıtılmaksızın ve toplumu parçalamaksızın yürütmemizi sağlayan bir araçtır. Demokrasinin organları olan seçim, iktidarın el değiştirmesi, çoğunluğun karar alma, azınlığın muhalefet etme; kamuoyunun dernekler, sendikalar, siyasal örgütler, kültürel etkinlikler, sosyal hizmetler ve medya bazında örgütlenmesine izin vermek gibi unsurların hangisi İslâm tarafından gayrimeşru sayılmıştır? Aslında Müslümanlar tarafından demokrasiye gösterilen tepkilere baktığımızda, itirazların temel sebebinin, şûrâ değerinde bir yönetim biçimi olan demokrasi ve çoğunluğun iktidarı (cumhuriyet) ile çağdaş demokrasinin doğuşuna beşiklik eden liberal felsefe ve bu felsefenin dayandığı materyalist bakış arasında ayırım yapılamaması olduğunu görürüz.”
30 yıl öncesinde de böyle düşünen birinin, 2016’da “Biz Siyasal İslâmcı değil, Müslüman demokratız” demesinde şaşılacak bir durum yok elbette. Aynı şeyi, Gannûşî’nin birçok İslâmî çevrede “aşırı derecede liberal” olarak etiketlenen birlikte yaşama kültürü, İslâm’da kadın, had cezalarının uygulanması gibi konulardaki yorumlarında da görmek mümkün. Bir değişmeden söz edilecekse, değişenin Gannûşî olmadığı kesin.
***
Tunus’a özgün eğitim süreçleri çerçevesinde zihni şekillenen, ardından farklı Arap ülkelerindeki ortamı gözlemleyen, nihayet yaklaşık 22 yıl kaldığı İngiltere’de işin teoriğine daha fazla kafa yorabileceği geniş zamanlar bulan Râşid Gannûşî, 2011’de ülkesine döndüğünde, yıllardır konuşup yazdığı şeyleri uygulamaya geçirebileceği bir imkâna da kavuşmuş oldu. Ne var ki ağır bir diktatörlüğün pençesinden yeni kurtulan, bunun sonucu olarak da siyasî ve ekonomik açıdan darboğaza sürüklenen Tunus’taki ortam, Gannûşî’yi zihninde kurduğu “zaten esnek” teoriyi daha da esnetmek zorunda bırakacaktı. Gannûşî, takip ettikleri uzlaşma temelli siyaseti, 2015’te kaleme aldığı bir makalede “diyalog destanı” olarak tanımlayacaktı.
Gannûşî ve liderlik ettiği siyasal hareketin Tunus’ta neleri değiştirdiğini söyleyebilmek için henüz erken. Yürüyüş devam ediyor zira. “Tunus’u, Mısır gibi olmaktan korudu” şeklinde ifade edilen siyasî uzlaşma modelinin, Nahda Hareketi’ni İslâmî konulardaki temel iddialarından vazgeçmeye zorladığı ise, şimdiden ortaya çıkmış peşin bir sonuç. Gannûşî “Müslüman demokrat” kavramını olgunlaştırırken, güç yetmeyen bazı konulardaki eleştirileri de böylelikle göğüslemeyi hesaplıyordu belki de. Nihayetinde, Tunus gibi bir ülkede, “İslâmcı” bir partinin elde edebileceği başarıların sınırları baştan belliydi.
Bu bağlamda, “Gannûşî fikriyatından ve birikiminden geriye ne kalacak?” sorusu oldukça önemli. Kestirmeden cevap bulabilmek için, elimizdeki iyi bir benzetme imkânını kullanabiliriz: Bosna’da Aliya’nın bilgeliğinden geriye ne kaldıysa, o. Hatta belki de, çok daha azı.
İktibas