Şimdiye kadar sürekli olarak hayatın temel prensipleri konusunda Cahiliye ile İslam arasında mevcut bulunan köklü zıtlaşmayı aydınlığa kavuşturmaya gayret ettim. Ancak eğer İslam’ın, kendisinin tektanrıcı inanışı ile özde bağdaşmadığı için, İslam-evveli Arabistan’ın bütün ahlakî ideallerini ayrım gözetmeksizin inkâr ve reddettiğini düşünürsek, Cahiliye’nin ruhuna ve hatta İslam’ın kendi tutumuna büyük haksızlıkta bulunmuş oluruz. Kur’anî görüş ile eski Arap dünya görüşü arasında, geniş bir uçurum olduğu kadar, açıkça tanınır belli bir kesintisizlik de bulunmaktadır. Bu, ahlaki nitelikler konusunda özellikle dikkati çekmektedir. Biz bu bölümde, sorunun bu ciheti ile ilgileneceğiz.
İslam’ın, pek çok önemli açıdan eski putperestlik ile bağını tamamıyla kopardığı doğrudur. Ne var ki putperestlere ve onların şirk kokan âdetlerine yönelttiği acı taarruzlara karşın, Kur’an’ın, tektanrıcılığın gereklerine uygun yeni bir biçimde olmak şartı ile şirk döneminin belli başlı erdemlerinin birçoğunu benimseyip, onlara yeniden can verdiğini de unutmamak zorundayız. Hatta İslam’ın ahlaki cephesinden, bu dinin ortaya çıkışından evvel Mekke’nin varlıklı tacirleri elinde yozlaşmış olan eski Arap ülküleri ve göçebe erdemlerinden bazılarının yeniden tanzimi olarak bahsedebileceğimiz belli bir açı da belki vardır.
Bahis bu iken, sonraki çağların Müttakî Müslüman yazarlarından intikal eden Hz. Muhammed (a.s)’i tanımlamalarında, ekseriya tipik bir Arap çöl kahramanı görmemiz hayli önem taşır. İlginçtir ki, hadis kitaplarında Muhammed (a.s)’e izafe olunan şahsi özellikler; göçebelerin, İslam öncesi şairlerinin eserlerinde övüle övüle göklere çıkarıldığını gördüğümüz eski insanî idealler ile hayli benzer bir çizgide bulunmaktadır. Örneğin İbn Hişam’ın(1) “siret” adlı eserinde Ali b. Ebi Talib’den naklolunan Peygamber (a.s)’in kişiliği ile ilgili aşağıdaki izahatı ele alalım:
“O hepimizin eli en açık olanımızdı. Yüreği en pek, dili en doğru olanımızdı. O bizim sözüne en sadık, aklı en selim ve dost ilişkilerinde en asil olanımızdı. Onu ilk kez görenler ondan korkarlar, onunla tanışanlar onu severlerdi. Doğrusu ben onun gibi birisini hiç görmüş değilim.”
Bu bir ideal insan tarifinden başka bir şey değildir ve Cahilî Arab’ın ahlak anlayışına itici gelebilecek hiçbir öge ihtiva etmemektedir.
Bu böyle; Kur’an’da, çölün ahlaki ülkülerinin birçoğu İslam’ın yeni giysisi içinde karşımıza çıkmaktadır. Cahiliye’nin en yüksek ahlak idealinin “mürüvve” olduğunu ve bunun cömertlik, yiğitlik ve cesaret gibi; sabır, güvenilirlik ve doğru sözlülük gibi değişik faziletleri içerdiğini evvelce görmüş bulunuyoruz. Esasında Kur’an, Müslümanlara bütün bu erdemleri büyük bir samimiyetle tavsiye etmektedir. Ancak, kaydedilmesi daha önemli olan nokta, İslam’ın bu göçebe erdemlerini, onları Bedevîler arasında bulunduğu şekli ile canlandırıp yeniden tanzim etmemiş olduğudur. Bunları benimserken ve kendi ahlaki öğretiler sistemi içinde özümlerken; İslam onları arındırıp tazelemiş, enerjilerinin, hazırlamış olduğu belli kanallara akmasını sağlamıştır. Linguistik açıdan, İslam’ın gelişi ile birlikte, Cahiliye’nin ahlaki terimlerinden bazılarının değişime uğradıklarını söyleyebiliriz.
Bu değişim içinde, bu kelimelerin anlam kategorilerinden bazıları genişlerken, diğer bazıları daralmıştır, bazıları da tamamıyla yeni yönlerde bir gelişme izlemiştir. Herhalde Kur’an öğretisinde, “eski mürüvve” bütün zararlı aşırılıklarından sıyrılmış ve daha medenî bir biçim kazanmış, Müslümanların giderek büyüyen topluluğu içinde, yeni bir ahlaki enerji olarak etkinliğini göstermeye başlamıştır. Bu da kuşkusuz, İslami ahlaki kültüre belirli bir renk vermiştir.
Cömertlik:
Söze daha evvelki sayfalarda kendisine sık sık atıfta bulunmuş olduğumuz gönül zenginliği yahut cömertlik erdemi ile başlayacağız. Çöl şartları altında, yardımseverlik ve cömertlik ruhuna, asil nitelikleri listesinde aşırı derecede yüksek bir yer verilmesi son derece doğaldır. Temel maddi gereklerin dahi çok nadir bulunduğu çölde, konukseverlik ve yardımseverlik türü davranışlar muhakkak var olma mücadelesinin zorunlu bir cephesidir. Fakat iş bununla bitmemektedir. Öncelikle müşrik Arapların zihninde, cömertliğin Cahilî “şeref” anlayışı ile yakinen alakalı olduğunu gözlemlememiz mümkün. Cahiliye’nin büyük şairlerinden biri olan Züheyr b. Ebi Sulmâ’nın(2) dediği gibi:
“Her kim şerefini cömertlikle korursa,
Büyür gider o şeref.
Ama her kim kendini
İhmal eder, korumazsa ayıptan,
Ayıplanır muhakkak.”
Cömertçe davranışlara, gerçek asaletin bir kanıtı olarak bakılırdı. Bir cömert hareket ne denli aşırı ve ani olursa, o denli hayranlık uyandırmak eğilimini gösterirdi. Putperest Arap için, hayırseverlik, yalnızca kendisinin kavimsel dayanışma duygusun doğal bir tezahürü değildi. Çünkü çok defa bu, kendi kavim efradını aşarak, orada bulunabilecek yabancılara kadar ulaşmaktaydı. Her zaman da sebebi iyilik ve cana yakınlık saiki değildi. Bu her şeyden önce ve ilk planda bir babayiğit hareketi idi. Cömertliğini kralca gösterebilen bir adam, gerçek bir çöl efesi idi. Bu anlamı ile cömertlik, Arapların başta gelen bir tutkusu durumundaydı. Bir faziletten ziyade, kökü Arap gönlünün derinliklerinde yatan gözü kör, karşı konulmaz, gayri ihtiyari bir davranıştı. Bu noktada, hâlihazırda değinmiş bulunduğumuz gerçeği yani İslam öncesi şairlerinin, aşırı şarap içme ile gerçek anlamda cömert bir doğanın, yani asaletin işareti diye övündüklerini anımsamamız yararlı olabilir. Onların türkülerine göre, asil tabiatlı bir kişi yarını düşünmeli değildi. Bunun gerçek anlamı, o kişinin, efelik yapmanın keyfi için cömertçe davranışlarda bulunması zorunluluğudur. Kendilerine ikramda bulunulan konuklar bir yana, seyretmekte olanların zihinlerinde de en yüksek hayranlık hissini uyandırmak bakımından, eli bolluk, doğal olarak düşüncesizce israfa varmak durumundaydı. Nakil yolu ile bize, hakkında pek çok yarı-efsanevî öykü ulaşmış bulunan Hatim Tâi, bedevi cömertlik ülkülerinin herkesçe kabul edilen kusursuz bir simgesi idi. Bahis bu iken, “kerim” sıfatının, eski Arapçada sınırsız cömertlik ve asalet fikirlerinin işte tam böyle bir bileşimi için kullanılan kelime olduğunu hatırlamamız gerekir. Yani “kerim” o kişidir ki, kendi asil soyluluğunu sınırsız cömertçe davranışları içinde somut olarak kanıtladığı için, herkes onun asil olduğunu kabul etmiştir. Kur’an’ın, bu sıfatın anlam kategorisine, onu şiddetli bir biçimde Allah korkusu ve alçakgönüllülük ile yeniden tanımlayarak nasıl bir darbe indirdiğini zaten görmüş bulunmaktayız.
İslam Peygamberi’nin (a.s) benimsediği tutum, temel olarak, hayırseverliğe yüksek bir değer verişi açısından, müşrik Arapların görüşü ile uyuşmaktadır. Cahilî için olduğu kadar Onun için de cömertlik mühim bir faziletti. Peygamber (a.s)’in, bu erdemi, kurmakta olduğu yeni dinî-siyasî topluluğun temeli kılmış olması bile, bu erdeme nasıl yüksek bir değer verdiğini göstermektedir. Ayrıca, göçebelerin cömertlik ülküsü, kendi içinde İslamî inanışın merkezî hatlarını tazir eden yahut bu hatlar ile bağdaşmayan hiçbir şey barındırmamaktaydı.
“Korkup kaçmam ben, gizlenmem tepelerde;
Her zaman buradayım,
Yardım isteyene
Yardıma hazır.”
İşte Cahiliye şairi Tarafa(3) bir defasında övünerek böyle bir beyanda bulunmaktaydı. “Korkmak” tan kasıt, çadırına konuklar gelip kendisinden konukseverlik beklenmesinden korkma idi. Hiçbir şey, bu tür bir tutumun, Müslümanların gözünde şerefli ve övgüye değer olmasına mani değildir. Esasında Muhammed (a.s)’in şöhretli övücüsü şair Hasan b. Sabit’in, onu bir kasidede; “elindekini, ister miras, ister kazanç, gerçekten eli açık bir kişinin bile servetinden vermekte tereddüt edeceği zor zamanlarda, cömertçe kullanan”bir insan olarak tanımladığını görmekteyiz.
Yalnız, iki durum arasında temel bir fark bulunmaktadır. Bu fark, İslam’ın, gösteriş yapma arzusundan neşet eden cömertçe eylemlere verilen her türlü değeri reddetmesinde yatmaktadır. Bu görüşe göre efelik yahut babayiğitlik, kendi içinde şeytanî bir tutkudan başka bir şey değildi. Mühim olan, cömertçe davranışın kendisi değil, altında yatan saiktir. Kendini beğenmişlik ve gururdan kaynaklanan tüm cömertçe hareketler, tamamıyla değerden yoksundur.
“ Ey müminler! Malından, Allah’a ve Kıyamet Günü’ne inanç sebebiyle değil, caka ve gösteriş için verenler gibi, kin bileyerek yahut başa kakmak suretiyle, yaptığınız hayırseverliği nafile kılmayın. Böylesinin durumu toprak kaplı pürüzsüz bir taşa benzer; yağmur onu yıkar ve apaçık ortaya çıkarır. Mal varlıkları büyük olsa da, onlar ondan bir verim hasıl edemezler. Çünkü Allah kâfirlere hidayet vermez. ” (Bakara; 264)
Bundan şu çıkar: evet, cömertlik bir erdemdir. Ne var ki, eğer müsriflik derecesine varırsa, bu erdemliliğini kaybeder ve hatta bayağı bir kötülük halini alır. Bu ayette, bunu yapanın açıkça “kâfir” diye adlandırılması mühim bir noktadır. Bir başka ayette müsrif, resmen “Şeytan’ın kardeşi” olarak ilan edilmektedir:
“ Yakınlarınıza, fakirlere ve yolculara haklarını verin. Ama hiçbir zaman israfta bulunmayın. Çünkü har vurup-harman savuranlar Şeytan’ın kardeşleridirler. Şeytan ise her zaman Rabbine karşı nankör (kâfir) dir. ” (İsra; 26-27)
Cimrilik, tabii ki şerefe bir lekedir, muhakkak ahlaki bir kusur yahut bir kötü yandır. Ama cömertliğin aşırısı da şerefe daha az leke getirmeyen bir ahlaki kusurdur. “Her zaman o emin vasatîyi takip et”; mü’minleri özel mülk konusundaki meselelerde kontrol altında tutması gereken davranış kaidesi budur.
“ Elini koynuna bağlama; ne de iyiden iyiye aç ki, kınanmayasın, mahrum olmayasın. Rabb’in rızkı kim için açarsa ona açar, bir de kaparsa kapar. ” (İsra; 29-30)
“Merhamet sahibi Allah’ın gerçek kulları… onlardır ki, harcadıklarında ne müsrif, ne de hasistirler. Her zaman ikisi arasındaki değişmez yolu izlerler.” (Furkan; 67)
Cömertliğin gerçek bir İslamî eylem haline gelebilmesi için, her şeyden evvel, Cahiliye devrinde bu vasfın özelliği olan düşüncesizlikten sıyrılması gerekmektedir. Yaptığı hareketin yarınki gün kendisini ve ailesini sefalet ve mahva sürükleyebileceğini bir dakika bile düşünmeden, bir anlık heves, daha fenası sadece gösteriş için bütün develerini kesmek gibi bir aşırılığa varan bir kişi, pekâlâ Cahiliye devrinde, “mürüvve”yahut “kerem” timsali olmuş olabilir; ama artık gerçekten cömert bir insan sayılmayacaktır. Nitekim, cömert bir kişi “servetini Allah yolunda” yani “takva” saikiyle harcayan kişidir.(4) Takva üstüne bina olunmuş olması hasebiyle, iyi kontrol ve tahdit edilen bir şey olması gerekir. İslam’da cömertlik, müşrik Arapların, o çok hoşlandıkları övünçlü ve aşırı hayırseverlikten, esas olarak farklı bir şeydir. Buradan görülür ki, zekât görevi, Müslümanlara doğal cömertliklerini, başkalarını küçük görmek ve israf etmek gibi şeytanî kötülüklere sürüklenmeksizin akıtılabilecekleri en müsait bir kalıp olarak teklif edilmiştir. Zekât, bu suretle kötü Arap ruhunun derinlerinde olan eski cömertlik içgüdüsü için yeni bir çıkış yolu getirdi; ama aynı zamanda da o içgüdünün aşırı enerjisini güçlü bir biçimde tanzim etti.
İyi bilindiği gibi, Peygamber (a.s)’in ölümünden sonra, İslam İmparatorluğu’nda her türlü sadaka, süratle zekât adı altında bilinen kanunî bir vergiye dönüştü. Bu gelişimin Peygamber (a.s)’in sağlığında da zaten varit olduğuna dair delil mevcuttur. Yalnız Kur’an’ın kendisinde, zekâtın nasıl ve ne miktarda ödeneceğine dair kesin hiçbir işaret bulamamaktayız. Mü’minler, bir takva ve iyilik eylemi olarak zekât vermeye güçlü bir biçimde teşvik edilmektedirler. Bu eylem, hala sosyal görevlerden ziyade şahsî ahlak sahasına ait durumdadır; dinî bir görevdir. Konuya değinmişken Mü’minlere zekâtın emrolunduğu ayetlerin –ki, belirtelim son derece çoktur- hemen her zaman bu eylemin nihaî kaynağı olarak, “iman”a, nihaî sonucu olarak da “sonunda mükâfat”a bir miktar atıf içerdiklerini kaydetmek gerekir.
“ Allah’a iman edin ve O’nun size miras bıraktığından (zekât) verin. Sizden iman edip zekât verenlerin büyük bir mükâfatı olacak.” (Hadîd; 7)
“Servetlerini Allah yolunda harcayanlar, yedi başak bitiren, her başağında da yüz tane bulunan bir tohuma benzerler. Allah, istediğinin varlığını artırır. Çünkü Allah, her şeyi kuşatır ve her şeyi bilir. Mallarını Allah yolunda harcayan ve harcadıklarının arkasından kin bileyip başa kakmayanlar, ücretlerini Rabb’lerinden alacaklardır ve onlara ne korku dokunacak, ne de üzüleceklerdir.” (Bakara; 261-262)
Kur’an’ın bazı bölümlerinden, özellikle çöl Arapları içinde görünüşte iyi Müslümanlar olmakla birlikte, verdikleri zekâtı bir tür ceza (mağrem) yahut zorunlu hibe olarak gören insanlar olduğunu çıkarıyoruz. İsimlerine layık Müslümanların ise, zekât ya da sadaka olarak harcamış oldukları her şeyi, Allah’a yaklaşma vesilesi olarak görmeleri gerekir.
“ Bedevîlerden bazıları var, bunlar (Allah yolunda) harcadıklarını zorunlu bir bağış kabul etmekteler ve (gizli gizli) talihin sana (Müslümanlara) karşı dönmesini bekliyorlar. Kötü talihin dönüşü, onlara doğru olacak; çünkü Allah her şeyi duyar ve bilir. ”
“ Yine Bedevîlerden bazıları var ki, Allah’a ve Kıyamet Günü’ne iman ediyorlar ve harcadıklarını, Allah’a ve Peygamber’in dualarına yaklaşma aracı sayıyorlar. Gerçekten da öyle oluyor… ” (Tevbe; 98-99)
Fakat burada (yani) Allah yolunda bile, düşüncesizce israftan kaçınılacaktır. Zekât her Müslümana farz kılınmış dini bir görevdir. Ama kişinin elinde-avucunda ne varsa kendi elleriyle kendisini mahva uğratıncaya dek aşırı cömertlik ve düşüncesizlikle vermesi, ne eksik ne fazla, tamamıyla Cahiliye’nin imansız çılgınlığına rücû etmek demektir. İki sureden aldığımız aşağıdaki bölüm, kadim müfessirlere göre başka birtakım şekillerde de tefsir edilebilmekle birlikte, benim kanaatime göre, en iyi şekilde bu hususun bir açıklaması olarak anlaşılmaktadır.
“ Malınızı Allah yolunda harcayın. Ama kendinizi kendi ellerinizle mahva sürüklemeyin.(5) İyilik işlemeye gayret edin.(6) Çünkü Allah iyilik işleyenleri (muhsinîn) sever. ” (Bakara; 195)
Eğer kişinin kendi elleri ile mahva sürüklenmesi kötü ise, “cimri” sıfatını almak çok daha kötüdür. Cömertlik erdeminin karşıtı olan cimriliğe, (buhl) bariz bir utanmazlık ve rezalet hali olarak tepeden bakılırdı. Cömertliğe verilen değerin yüceliği karşısında, gerçekten Cahiliye’de ve İslam’da hasisliğin son derece rezil bir nitelik olarak görülmesi çok doğaldır. Bu niteliğin en küçük işaretinin sergilenmesi, “erkek” kişinin utanç duyması gereken bir şey kabul edilirdi. Destan’ın çöl ahlakının şaheser bir ifadesi olarak bilinen meşhur bir bölümünde, şair Züheyr:
“ Malı-mülkü olup da
Dostlarından esirgeyen,
Neticede kaçılan
Ve gülünüp geçilen
Bir âdem olur. ”(7) diyor.
Muhammed (a.s)’in bir defasında, Benî Seleme ahalisine, “Sizin başınız kim?” diye sorduğu anlatılır. “El-Ced b. Kays, her ne kadar cimrinin teki ise de” diye cevap verirler. Bunun üzerine Allah’ın Elçisi: “Cimrilik kadar büyük hastalık yoktur” der.(8)
Profesör Watt’ın dediği gibi,(9) Muhammed (a.s) zamanında özellikle zengin Mekkelilerin davranışlarının bu tür şeref yoksunu bir eğilimin işaretlerini taşımış olması ve Kur’an’da, “kalben ve düzelmesi olanaksız bir biçimde kokuşmuş hasis kimseler” olarak acı bir dille azarlananların başında gelenlerin bu zengin Mekkeli tacirler olması son derece olasıdır. Ancak, Cahiliye çölde bile cimrilikleri ve tamahkârlıkları itibariyle dikkati çeken, oldukça kabarık sayıda kişinin varlığına dair işaretler bulunduğunu hatırlatmak gerekir. Birçok şairin, eserlerinin birçok bölümünde, güçlü vurgularla, kendilerinin bu kötülüklerden tamamıyla berî olduklarını beyan etmeleri bile toplumda bu hastalığın mevcudiyetini açıkça kanıtlamaktadır.
İslam öncesi Arapların hayatından bahseden çağdaş bir Arap bilim adamı, (10) dikkatimizi garip bir hakikate, yani Cahiliye şiirinden ve Şarkılar Kitabı ve diğer kitaplardaki eski nakillerden kavranabildiği kadarıyla, durumun özellikle kadınlarda bu yönde olduğuna dikkat çekmiştir. Bol delile dayanarak El-Hûfî, Cahiliye devrinden kadınların genellikle hasislik eğilimi gösterdikleri yahut hiç olmazsa toplum ve evdeki özel durumları nedeniyle kendilerini erkeklerden daha hasis göstermek zorunda oldukları şeklinde bir sonuca varmaktadır. Onların nazarında, gem vurulmamış cömertlik prensibi, hiç de övgüye lâyık bir erdem değildi. Tam tersine, karşı cinsin tedavisi imkânsız bir kötülüğü idi ki, hele tabiatı itibarı ile aile hayatının mutluluğuna zarar verici ve onu ortadan kaldırıcı olduğu için, özellikle baskı altında bulundurulması gerekirdi. İşi açısından, cömertçe ağırlamalar –özellikle fazla cömertçe olduğundan- ahmaklıktan ve budalalıktan (sefa) başka bir şey değildi. Aslında eski şiirde, kadınların, durmak dinlenmek bilmeksizin ellerindeki her değeri çar-çur ettikleri için kocalarına sitem ettiklerini; erkelerin de, kendi cephelerinde bula bula buldukları yegâne mazeretin; zenginliğin ayıplanmaya ve utanmaya yol açtığı bu tür cömertliğin ise sönmek bilmeyen bir ünün tek yolu olduğu şeklinde olmak üzere, israfa giden eli açıklıklarını haklı göstermek için teşebbüslerde bulunmakla meşgul olduklarını görüyoruz.
İslam’ın ortaya çıktığı vakitte, zengin Mekke tüccarlarının görüşlerinin de aynen şimdi bahis edilen Cahilî ev kadınları gibi olduğunun gözlemlenmesi son derece ilginçtir. Burada, esas olarak ticari bir topluluğun bulunduğu Mekke’de, “mürüvve” ideali o çok güçlü nüfuzunu yitirmiş bulunuyordu. Kavmiyetçi haysiyet duygusu, artık eskisi gibi “insan hayatının gerçek temeli” işlevini görebilecek durumda değildi. Şimdi hayat ideali, şeref değil zenginlikti. Çöl Araplarının, kendisini anarken ayıplanma ve utanç yolu gibi küçük düşürücü kelimelerle andıkları servet, burada şan ve şerefe giden tek yol olarak görülmekteydi. Bırakın bir kötülük olmayı hasislik şimdi yüksek parasal kabiliyetin bir işareti, toplumda güçlenmenin ve tanınmanın gerçek kaynağı idi. Zengin Mekkeliler, İslam’ı benimsedikten sonra bile Kur’an’daki tabiri kullanmak gerekirse (Tevbe; 67), hala “ellerini kilitlemeye” devam ediyorlardı. Belirlenen zekâtı da kin tutarak veriyorlar ya da hatta açık açık herhangi bir şey vermeyi reddediyorlardı. Kur’an’ın onları hasislikle suçlaması da doğaldır:
“ Bazıları Allah’a ciddi ciddi yemin ettiler ki, ‘ Eğer Allah bize zenginliğinden verirse, bizde muhakkak zekâtı vereceğiz ve iyi mü’minlerden olacağız’; ama Allah nihayet onlara kendi zenginliğinden ihsanda bulunduğu zaman cimrilik gösterdiler (Bahilû; “buhl” un fiil biçimi) ve döndüler. ” (Tevbe; 75-76)
Kur’an, en korkutucu nihai ceza ile tehdit etmekte tereddüt etmiyor:
“ Allah’ın kendilerine verdiğinden cimrilik edenler (yebhalûne; buhl’un bir fiil hali) sakın bunu kendileri için daha iyi saymasınlar. Yoo, daha kötüdür; çünkü Diriliş Günü’nde esirgedikleri her şeyi boyunlarına asılı bulacaklar… ” (Âl-i İmrân; 180)
“ Altını ve gümüşü yığıp da Allah’ın yolunda harcamayanlar var ya, ver şunlara can yakıcı bir azabın güzel haberini. Cehennem ateşinde ısınacakları, alınlarının ve yine yanlarının ve sırtlarının onunla yanacağı gün ‘İşte biriktirdiğiniz şey (in mükâfatı); tadın bakalım biriktirdiğinizi’ denecek onlara. ” (Tevbe; 34-35)
Bu bölümdeki küçük tabire; “Allah’ın yolu” na dikkat çekmek istiyorum. Bu, burada da tel’in hedefi yapılan şeyin, genel olarak cimrilik değil, belirli dini faaliyet sahasındaki cimrilik olduğunu göstermektedir yani ebedi Cehennem cezasına çarptırılanlar, Allah yolunda cimri olanlar, cimri tabiatlarını özellikle zekât verme görevinin yerine getirilmesinde gösterenlerdir. Zira bizzat aynı kâfirler o sûretle Muhammed (a.s)’in yeni dini hareketine direnç ülküsüne yardım ettiklerinden emin oldukları zaman, servetlerini cömertçe harcamaya son derece hazır ve arzulu idiler. Kur’an’ın birçok ayeti buna şahadet eder:
“ Bakın! Kâfirler servetlerini insanları Allah yolundan çevirmek için serbestçe harcıyorlar.”
Cimriliğin İslam tarafından ciddi bir cezayı hak eden bir kötülük olarak şiddetli bir biçimde tel’in edilişinde, o günün sosyal şartları içinde ve özellikle çöl Arapları arasında yeni veya aşina olunmayan hiçbir taraf bulunmuyordu.
Bu, belli bir bakımdan eski göçebe ülküsünün mühim bir cephesinin yeniden canlandırılışından başka hiçbir şey değildi. Ve eğer Cahilî kadınlar arasındaki cimrilik eğilimini hesaba katacak olursak, bundan belki de eski “mürüvve” idealinin özellikle ‘erkekçe’ olan cihetinin yeniden insanı sınırsız cömertlikten alıkoyan her şeye karşı hissettikleri nefret duygusunun basit bir canlandırılışı değildi. Bu duyguyu oradaki şekli ile değil, kendi gereklerine en uygun tarzda yeniden canlandırmaya çalışmış olması, İslam’ın bir özelliğidir. Arap zihnindeki o cimriliğe karşı duyulan eski ve köklü nefrete yeni bir itiş sağlamış ve yeni bir yön vererek güç veren bir ülkü ile techiz etmiştir. Ancak bu bize, ‘Allah yolundaki’ cimriliğe yöneltilen bu tel’inin gerisinde, insan doğasının esas niteliğine inen bir derin görünüşün bulunduğunu unutturmamalıdır. İnsan tabiat olarak cimri, tamahkâr ve açgözlüdür. Bu zaviyeden, Allah yolunda cimrilik, sadece insan ruhunun çok temel bir eğiliminin tezahüründen ibarettir.
“ De ki: Elinizde Rabbimin tüm rahmet ve hazineleri olsa da siz eli sıkılık eder, harcamaktan korkardınız. Doğrusu insan hasistir. ” (İsra; 100)
Burada ‘hasis’ diye çevirisi yapılan kelime “katur” dur. Bu, “bahil” ile aynı anlamdadır. Yani buhl eden; hasis, eli sıkı yahut cimri kişi demektir. “QTR” kökü Furkan, 67’de fiil şeklinde gözükür. Orada kişinin sahip olduğu şeyleri dikkatsizce çarçur etmesi demek olan israf’ın zıddı olarak kullanılması önem taşıyor. “Allah’ın gerçek kulları… onlardır ki… ne çarçur ederler (yusrifû) ne de eli sıkılık (yaktürû); onlar her zaman iki uç arasındaki değişmeyen orta yolu izlerler.” Buradan , “Katr” ın, aşırı harcamadan başlayarak harcamanın giderek azaldığı çizelgede öteki ucu, yani cimriliğin son derecesini temsil ettiği belli olur.
Kur’an bu çerçevede bir başka önemli kelimeyi, cimriliğin yahut tamahkârlığın son derecesi anlamındaki “Şuh” u (veya Şahh ya da Şihh) ortaya koyuyor. Kelime güçlü bir kötüleme yahut tasvip etmeme ögesi taşımaktadır. Cimriliği teessür edilecek bir (ruh hali) olarak göstermektedir. “Şuh” ile “buhl” arasındaki fark konusunda, ‘buhl’ un cimrilik hareketinin kendisine gösterdiği, ‘Şuhl’ un ise, ruhun, cimrice eylemleri gerekli kılan özel durumunu ifade ettiği söylenmektedir.(11) Bahis konusu sözcüğün Kur’an’daki kullanımı bu durumu teyit eder görünmektedir. Herhalde, Kur’an’ın ‘Şuhh’ u, insan ruhunun öz doğasına atıfta kullanması son derece önemlidir: “ Şuhh, ruhların tabiatında vardır. Ama eğer Allah korkusu ile hayırlı işler işlerseniz, doğrusu Allah yaptığınızdan asla gafil olmayacaktır. ” (Tevbe; 127-128)
“ Allah’tan sakınabildiğiniz kadar sakının ve kulak verin, itaat edin ve ruhlarınız hakkı için seve seve harcamalarda bulunun. Her kim ruhunun ‘şuhh’undan kurtulursa, işte böyleleri muradlarına erenlerdir.” (Teğabun; 16 ayrıca bkz. Haşr; 97)
DİPNOTLAR
1:İbn Hişam: I, 266.
2:Züheyr b.Ebi Sulmâ; Muallaka, m. 51. Yedi Muallaka’dan.
3:Tarafa; m. 45.
4:“Şahsi servetten harcamada bulunulması ancak, onun yanında, Allah’ın rızasını arama, O’na ibadet ve itaat etme isteği bulunduğunda (ilâhî), mükâfatı hak eder. Bütün bunlar bulunmadığı zaman, fiili işleyen, o fiili ile hiçbir mükâfata hak kazanmaz.” (Şerif El-Murtaza; I, 204.)
5:Yani, El-Beydavî’nin tefsirinde, ilgili bölümde dendiği gibi, “kendi geçiminizi tehlikeye atacak tarzda düşüncesizce, çar-çur ederek.”
6:Yani, zekât yahut sadaka vermedeki amacımız sadece bir iyi kalplilik eyleminde bulunmak olmalıdır; müsrifçe bir eli açıklık göstergesi yapmak değil.
7:Züheyr b. Ebi Sulmâ; m. 52.
8:İbn İshak; I, 309.
9:Watt; III. Bölüm, 3.Bent, s.72.
10:Ahmed Muhammed El-Hûfî: Cahilî Şiirinde Arap Hayatı, (Kahire-1952) s.252’den itibaren.
11:“El-Buhl: nefs el-man; el-şuh; el-helat; el-nefsaniye, ellezî tahtadî zâlike el-man”, el-Bustani’nin Muhit el-Muhit, 1,69.
Prof. Dr. Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, Pınar Yayınları, İstanbul 1991.