Aile aslında ezelden ebede kadim bir yuva ve sığınaktır insanoğlu için. Bu kadim yuvanın önemini ilk keşfeden de son keşfeden de biz değiliz ebette. Nice İslam âlimi, aydın ve eli kalem tutan insanlar kafa yormuştur müslüman aile hakkında. Fakat biz de mütevazi bir katkıda bulunmak istedik bu konuda. Hani bir söz var, ‘dert ağlatır aşk söyletir’ diye. Dolayısıyla biz de derdimizi, dertlerimizi paylaşmak istedik dostlarla. Bu bağlamda bir müslüman olarak aile kurumuna ilk bakacağımız yer hiç şüphesiz İslam’dır/Kur’an’dır ve Allah rasulünün yaşayan sünnetidir. Aileyi yaratılıştan ayrı düşünemediğimiz gibi aynı zamanda aile, Allah tarafından insana bahşedilmiş büyük bir nimettir: “Sizi bir tek candan (Âdem’den) yaratan, ondan da yanında huzur bulsun diye eşini (Havva’yı) yaratan O’dur. Eşi ile (birleşince) eşi hafif bir yük yüklendi (hamile kaldı). Onu bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, Rableri Allah’a: Andolsun bize kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak şükredenlerden olacağız, diye dua ettiler.” (Araf 7/189).
Ayeti kerimeden de anlaşılacağı üzere aile kurumu sadece müslümanları değil tüm insanlığı ilgilendiren bir yapıya sahip aslında. Fakat tüm dünyada sekülerizmin etkisiyle bozguna uğrayan, tarumar edilen ve bireyleri özgürleşen ve birbirilerine yabancılaşan aile bugün müslümanlar için daha da önemli hale gelmiş durumda. Müslümanlar için olmazsa olmaz aile, hayati bir öneme sahiptir, çünkü aile ümmetin en küçük birimidir ve şahsiyetli mümin gençler bu ailede yetişir ve İslam ümmetini meydana getirir. Bu anlamda aile ve İslam ümmeti gençlerin sığınabileceği güvenli bir ana kucağı ve güvenli bir limandır. Bu kadim sığınak, insanın tabiatında olan bir ihtiyaca binaen ona Allah tarafından bahşedilmiş, ikram edilmiş bir lütuftur, bir rahmettir aynı zamanda. İnsanın fıtratı gereği tek başına yaşaması, var olması neredeyse imkansızdır. Çünkü o yaratılış itibariyle toplumsal bir varlıktır ve hiç olmazsa güvenebileceği bir sırdaşa, beraber yürüyebileceği bir yoldaşa ve paylaşabileceği bir eşe hâsılı aileye ihtiyacı vardır. “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık…” ( Hucurat 49/13).
Ailenin sıcaklığını ve güvenirliğini en güzel efendimizde (sav) görmekteyiz. Hz. Muhammed’in (sav) Hira’dan dönüşünde Hatice annemizin bir eş, bir dost ve yol arkadaşı olarak ona verdiği manevi destek unutulacak cinsten değil elbette. Ki Kur’an bu konuda ailenin önemini vurguluyor: “İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi O’nun varlığının belgelerindendir. Bunda düşünen insanlar için dersler vardır.” (Rûm 30/21). Ayeti kerime tam da efendimiz ve müminlerin annesini tanımlıyor sanki. Hz. Nebinin özellikle de ilk evliliği ve aile hayatı ayeti kerimeye ne kadar uygun düştüğünü tüm müminler bilir aslında.
Ayeti kerimenin verdiği diğer bir mesajı düşündüğümüzde anlıyoruz ki toplumun en küçük birimi olan aile fıtrî bir kurumdur ve bunun hikmetleri vardır. Yani ailenin oluşumu ve eşler arası sevgi Allah’ın varlığının delilidir. Bir hikmete (neslin devamı için) binaen meydana getirilmiştir bu aile ve bu bir araya gelmeyi Allah’tan başka hiçbir güç oluşturamaz, başaramaz, yapamaz. Çünkü insanın fıtrat tarlasına ekilmiş bir tohumdan meydana gelen aile, tamamen ilahi bir projedir ve yaratıcısının eseridir. Bu rahmet, şefkat, huzur ve muhabbet ortamı yaratıcının koymuş olduğu kurallara; yani İslam’a Kur’an’a uyulduğu ve herhangi bir sapkınlığa/tuğyana meydan verilmediği müddetçe varlığını kıyamete kadar sürdürecek bir hakikattir. Bu yüzden rabbimiz: “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.” (Tahrim 66/6) hatırlatmasını yaparak ailemizi ateşten korumamızı istemektedir.
(Aile olabilmeniz için) “Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı. Onlar hâla bâtıla inanıp Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?” (Nahl 16/72). Birbirimiz için aynı hamurdan ama farklı özelliklere sahip olarak yaratılmış olduğumuzu ve birlikte tamamlanmış olduğumuzu bilerek kurduğumuz aile, çocuklar ve akabinde torunlarla genişlemektedir.
İsveçli yazar Tage Lındbom başaklar ve ayrık otları kitabında şöyle bir cümle kurar aile hakkında: “Ailesel düzeni savunmak; insanların beraberce sağlıklı yaşam ve yerleşimi için bir ölüm kalım sorunudur.” Dindar bir Hıristiyan olan yazarın kaygılarına katılmamak mümkün değil. Çünkü yazar sekülerizmin ve insan krallığının insanı ve aileyi sürüklediği felaketin farkındadır. ( Başakler ve ayrık otları s. 167). Bugün müslümanlar için aileyi tevhidî anlamda ayakta tutabilmek Lındbom’un deyimiyle bir ölüm kalım mücadelesi haline gelmiştir. Bu mücadelenin çok farklı boyutlarından sadece birisi olan ve özellikle de müslümanlar için hiç kuşkusuz temiz gıdalarla beslenmektir. Yani meselenin özü çocuklarımızı ve aileyi bir bütün olarak ayakta tutabilmek için temiz gıda konusunda bir ölüm kalım mücadelesi vermek zorundayız.
Yani rızkımız olan gıdaların nerede, nasıl ve kimler tarafından üretildiği, imal edildiği oldukça önemlidir. Eğer aldığımız gıdalar Allah’ın adı anılmadan boğazlanmış, üretilmiş, imal edilmiş, şüpheli ve haram türündense ailede bunu sorumsuzca tüketmişse insanın ve ailenin bu süreç içerisinde hasta olması, genetiğinin bozulması, arıza vermesi ve hatta ahlakî erozyona uğraması kaçınılmazdır. Bu anlamda bugün geldiğimiz nokta ve yaşadıklarımız tam da bu tespitlerimizi doğrular nitelikte diyebiliriz. Malum gıdalar artık hiçbir kutsalı olmadan daha çok tüketilmek, daha çok kazanmak ve daha çok sömürmek amaçlı üretilmektedir. Çoğu gıdalar artık endüstriyel bir teknikle ve doğal olmayan yollarla fabrikalarda seri üretimle üretilmektedir ve doyurucu/besleyici olma özelliği yerine daha çok tüketme özelliğine sahiptir. Dolayısıyla insan hayatını ciddi anlamda tehdit edip obez bireyler oluşmaktadır.
Temiz gıda konusunu daha iyi anlayabilmek için baş tacımız Kur’an bize ince bir ayrıntı vermektedir. Kehf suresinde mağara arkadaşlarının yaşadığı ve dikkat çeken bir ayrıntı var. Onlar uzun yıllar sonra tekrar hayata döndüklerinde: “…Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin…” içlerinden birisine şehre git bize yiyecek getir demek yerine bize temizinden yiyecek getir demeleri oldukça anlamlıdır. Evet, o günün şehir toplumu putperesttir, müşriktir ve necistir diyebilirsiniz. Ama biz de deriz ki, bugün toplum olarak onlardan daha kötü durumda değil miyiz? Yüce Allah hiçbir kelime ve kavramı iş olsun diye rastgele kullanmaz. Mağara arkadaşlarının ilk söylediği şey: (şehrin) “hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin” Bu ayet Allah’a iman eden her insan için bir mesaj niteliği taşımaktadır
Fakat ne garip ki bugün neyin temiz, neyin pis, neyin helal, neyin haram olduğu oldukça karmaşıktır ve bu gıdaların haram ve helalliğini ne İslam ne de müslümanlar belirliyor. İslam’ın tüm kavramları ile oynamak isteyen ve oynayan küresel zihniyet burada da bir kafa karışıklığı oluşturmayı başarmıştır. Üstüne üstlük müslüman insanların dahi mağara yarenleri gibi helal mi, haram mı, temiz mi, pis mi, diye araştırıp inceleme gibi hassasiyetleri de dumura uğramıştır. Temiz olmayan pis gıdadalar insana, ekine ve nesle zarar verip hasta ettiği gibi onun genetiğini de bozacağı malum. Oysa yeryüzünde gücü elinde bulunduranlara rabbimiz şöyle hitap ediyor: “O, dönüp gitti mi (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara 2/205). Ekini ve nesli bozmak küfrün ve şirkin olmazsa olmazı olduğuna göre müslümanların da bu nesli ve ekini korumaları ve hatta bu uğurda savaş vermeleri gerekmez mi? Çünkü küfrün kendini kodladığı yer yıkım ve talandır ve buradan beslenir. Aldığı emaneti rabbine tekrar kusursuz teslim etme gibi bir derdi ve kutsalı yoktur. Fakat müslüman insan Allah’tan aldığı emaneti tekrar Allah’a teslim etmekle yükümlüdür. Yani bu arzın, ekinin ve neslin korunmasından müslüman insan sorumludur.
Bugün çağdaş emperyalist kafirlerin her alanda ve özellikle de gıdada yaptığını ve dünyada estirdiği terörü, cennette iblis yapmıştı insana. Âdem ve Havva iblisin ayartması ile yasak olan, men edilen ağaçtan yediler, çirkin yerlerini fark ettiler, utandılar ve derhal örtünme çabasına düştüler ve tövbe ettiler (Araf 22-23). Fakat bugün, insanın yediği yasaklı şeylerin Adem’in yediğinden bir farkı var galiba. Bu gıdalar laboratuar ortamlarında genetiği ile oynanmış olduğu için tüketildiğinde insana ayıp yerlerini fark ettirmemek üzere kurgulanmış/tasarlanmış ve tatlandırılmıştır. Fark etmeyen insan ise artık insanî özelliklerini yitirmiş ve sıradan bir beşere dönüşmüştür. Ama Adem ve eşi yedikleri yasak meyvenin genetiğiyle oynanmadığı için ikisi de olup bitenlerin anında farkına varmış ve utanmışlardır.
Demek oluyor ki ayeti kerimelerde de geçtiği üzere aile fıtrata uygun ve temiz gıdalarla/rızıklarla beslenmek zorunda. Ancak o zaman hatasını anlayacaktır. Bu hassasiyet Allah’ın koyduğu bir yasa ve insana yüklediği bir sorumluluk ve farzıyettir. Hayatımızda önem atfettiğimiz/ciddiye aldığımız birçok basit meseleye baktığımızda, temiz rızık meselesi maalesef en son sırada yer almaktadır. Buda bilinçsiz bir tüketim nesnesine dönüştüğümüzün açık bir göstergesidir. Oysa temiz olmayan gıdalar bir anlamda mümin insana yasaklanmış gıdalardır. Dolayısıyla tüketilen gıdalara karşı bir bilinç ayaklanması ve şuur oluşmalı ki aile ve ümmet geleceğe daha bir güvenle bakabilsin.
Rızık ve gıdada yanlış beslenen aile ve çocuklar süreç içerisinde bedensel (hasta) obez olmaktan kurtulamamakla beraber zihinsel olarak da obez (düşünemez) hasta olmuşlardır. Çünkü birçok fesat örgütlerinin olduğu gibi dünya sağlığı adına işlev gören DSÖ de küresel anlamda bunun için kurulmuş ve meleklerin içerisine karışmış iblis gibidir, fakat aile ve ümmetin geneli bu tür küresel güçlere ille de melek gözüyle bakmaya ısrarla devam etmektedir. Hâlbuki ne kadar hastanız varsa, ne kadar ilaç tüketiyorsanız küresel emperyal sağlık sistemi o kadar gülümsemektedir suratınıza.
Çocuklarımıza biyolojik varlıklarını/yaşamlarını sürdürebilmeleri için sunduğumuz temiz besinler/gıdalar kadar önemli olan temiz düşünce/fikir konusunda da titizlenmemiz gerekir. Hatta gıda ve fikir (beden ve ruh) et ve tırnak gibi birbirinden ayrılmaz iki besin kaynağıdır müslüman için. Modern zamanlarda gıdanın başına gelenlerin daha fazlası düşünme, akletme, fehmetme ve fikretmenin de başına gelmiştir. Ve bu yüzden doğruyu yanlışı, hak ve batılı, adalet ve zulmü birbirinden ayıramaz durumdayız. Çünkü küresel güç odakları bir takım algılarla herkesi materyalistçe düşündürme gayretinde. Bu yüzden tüm hileli, kirli, şüpheli gıdalar sağlımızı nasıl bozduysa kirli ve içerisinde necaset kokan ideolojiler, düşünceler, felsefi ve fikri akımlar ailenin ve çocuklarımızın da manevi ve ruhi yapısını bozdu maalesef. Oysa rabbimiz yüce kitabında defalarca siz hiç akletmez misiniz? Düşünmez misiniz? gibi ifadelerle insanı defalarca uyarmaktadır.
Sonuç olarak aile ve çocuklarımızı ve aile olarak birlikteliğimizi korumak ve sağlam temeller atmak istiyorsak, hem midemize hem de düşünen kalbimize/beynimize sağlıklı ve temiz besinler göndermek zorundayız. Gerek rızık temininde, gerekse düşünsel ve ilmi alanda, ruhi bir olgunluğa ulaşmak için her iki besin kaynağında da tayyip olana yönelmek müslüman için elzemdir. Bize göre dengeli beslenmenin yolu beden ve ruh, dünya ve ahret terazisini dengede tutmaktan geçer. Ancak bu şekilde Allah bize güzel gelecekler bahşedecektir. “İnsan için ancak çalıştığı vardır” (Necm: 53/39). Aksi halde rabbimiz oturduğumuz yerden ve hiçbir eylem yapmadan huzurlu bir aile, ahlaklı bir çocuk ve tevhidî düşünen bir ümmet nasip etmeyecektir. Yani yasaları koymak Allah’a bu yasaları işletmek ise biz müslüman ailelere/ümmete bağlıdır. Selam ve dua ile.
Ahmet Durmuş
Eyvallah üstad