Koronavirüsün hayatımızı tamamen teslim aldığı bir ortamda, üstelik zengin-fakir ülke veya insan ayırımı yapmadan hükmünü herkese geçirdiği bir ortamda en iyi yapacağımız şey düşünmek, konuşmak ve akıl yürütmek. Doğal olarak ilk akla gelen konu başımıza gelenin doğal bir süreç değil, birilerinin çok iyi planlanmış bir operasyonu olduğu.
Bütün dünyada eşi benzeri görülmemiş bir etki yapan, bütün küresel süreçleri, trafiği, üretimi, ulaşımı durdurabilen bu silahı kim yapmışsa yol açabildiği bütün bu etkilerin gücünden daha da güçlü olmalı.
Doğrusu şimdiye kadar coronavirüsün etkileri üzerine konuşmayı tercih ettim hep. İşin arkasında birilerinin olma ihtimalini elbette hiç de yok saymak istemem. Kesin olarak böyle bir gizli elin olmadığını kimse söyleyemez.
Aslında komplo teorilerinin en güçlü tarafı, aynı zamanda onları bilimsel olmaktan da çıkaran en zayıf tarafı aynı: Kolay kolay yanlışlanamazlar. Karl Popper’ın meşhur “yanlışlanamazlık” ilkesi uygulandığında ortaya konulan en mantıklı komplo teorisi -mantıklılığı ölçüsünde yanlışlanabilirliği de az olduğundan- bilimsellikten o kadar da uzaklaşmak durumunda oluyor.
Ortada bir delil, belge veya gerçekten böyle düşünmeyi gerektirecek ciddi bir işaret bulunmadığı sürece, sadece sonuçlardan yola çıkarak bu tür kurgulara ulaşmak aynı yoldan giderek bu süreci çürütmeyi de imkânsız kılıyor.
Yine de bu mantık ve yanlışlanamazlık ilkesi böyle bir komplonun olmadığını elbette göstermiyor. O yüzden genellikle bu işin ardında gösterilemeyen faili teftişin çaresiz uğraşı yerine yaşadığımız sürecin bize ne yaptığını ve bizi nereye doğru sürüklüyor olduğunu düşünmek daha kolay ve daha doğru oluyor. Neticede birilerinin dahli olmuşsa da olan olmuştur. Geçmiş olsun, operasyonu yemişizdir, bütün küre olarak.
Koronavirüsle ilgili komployu göstermek üzere bugünlerde bulunan kehanetler, bunu yeterince ispatlayabilir mi?
Bazı kehanetler dolaşıyor. Kehanet tutmuş görününce ya o kehanete bir keramet atfetmek veya o kehaneti komplonun bir parçası saymak tipik iki davranış biçimi. Oysa birincisi, bu konudaki kehanetlere bir keramet atfetmenin bir anlamı yok, zira bir virüs salgınının yaşadığımız kürenin en büyük risklerinden biri olduğunu bilmeyen yoktu. Virüs ve virüse dayalı salgın hastalıklar hayatımıza küreselleşmeyle birlikte girmiş vakalar değil. İnsanlık tarihi kadar eski bir şey. Küreselleşmeyle birlikte insanlığın bu kadar içiçe yaşadığı, kelimenin tam anlamıyla küçücük bir köye dönüşmüş bir dünyada bir bulaşıcı virüsten kaynaklanabilecek bir tehdit, öteden beri dünyanın gündeminde zaten. Bu gündemden insanların aldıkları ilhamlarla tutan kehanetler yapmaları kerametlerini değil, sadece dünyanın bazı gelişmelerini iyi takip etmiş olduklarını gösterir, ki bu da elbette küçümsenecek bir şey değil.
İkincisi, kehanetleri muhtemel bir komplonun parçası sayanlar da zamanla bunu marazi bir düşünme biçimine dönüştürür. Gelmekte olan bir depremi haber verenler, depremin failleri değil habercileri olabilir sadece.
Buna rağmen, elbette daha önce de dediğimiz gibi bu virüsün bir laboratuvarda üretilmiş olma ihtimalini tümden yok sayamayız. Ancak bu ihtimal ispatlanmadıkça buna fazla takılmanın anlamı yok. Neticede şu anda bu virüsün etkilediği ülkeler ve insanlar arasında böylesi bir muhtemel komplonun bütün olağan şüphelilerinin de var olduğunu unutmamamız lazım.
İşte Avrupa! Bütün efsanesiyle, sosyolojisiyle, değerleriyle, ekonomisiyle bu virüs karşısında çökmüş durumda.
İşte ABD! Bu virüsün onu nasıl etkileyebileceği hususunda hâlâ ciddi bir belirsizlik karşısında aciz durumda.
İşte İsrail! farklı bir durumda değil. İşte Çin…
Haa, isterseniz bu olay karşısında en çok kim karlı çıkıyor diye bakarak sonuca ulaşmaya çalışalım.
Fail aramaya kalkıştığımızda elden ele dolaşan, daha doğrusu surattan surata çarparak ilerleyen bir bumerang karşısında kalıyoruz.
Baksanıza Trump, virüsü Korona veya Kovid-19 diye isimlendirmek yerine doğrudan “Çin Virüsü” diye isimlendirmeyi tercih ediyor. Böylece dünyanın bütün zamanlarının olağan şüphelisi ABD bu olaydan Çin’i sorumlu tutmuş oluyor. BAE ve Yunanistan merkezli sosyal medya hesapları ise virüsün en geç girmiş ve şu ana kadar en az etkilenmiş ülke olması dolayısıyla Türkiye’nin bu işin arkasında olabileceğini söylüyorlar. Bu da komplo ve hepsinin de böyle düşünmelerini kolaylaştıracak ciddi veriler de var.
Daha ilginç bir komplo yine BAE kökenli, Okaz gazetesinin muhayyilesi pek yüksek yazarı Noura el-Motayri açıkça bu virüsü dünyayı ele geçirme konusunda büyük bir silah olarak değerlendirip Katar’ın bu büyük silaha İran ve Demokratlar’la birlikte yatırımcı ortak olmak üzere katıldığını yazdı. Sonradan, yazdığının tamamen edebi kurgu olduğunu söylese de bu ifadeleri satın almak, benimseyip yaymak üzere bekleyen ciddi bir alıcı bulmakta gecikmedi.
Neticede virüs kendi saltanatını yaymaya, hükmünü icra etmeye, bu arada geleceğin dünyasını da tayin etmeye dönük etkisine devam ederken kimileri virüs üzerinden eski hesaplarını görme tamahından geri durmuyorlar.
Yeni Şafak / Yasin Aktay