Modern zihniyet “değişimi” kutsar. Bunu da ,binlerce sene hâkim olan ve döngüselliklere, veyâ çevrimlere dayalı “zaman” kavrayışını küçümseyerek yapar. “İnsanlık ilerlemektedir”. “İlerleme mukadderdir”. Evet, belki “ilerleme” düz bir çizgide olmayabilir. Zaman zaman “gerilemeler” yaşanabilir ; ama bu târihin ilerlemesini toptan değiştirmez. “Düşen ayağa kalkar”, târihin yolculuğu da devâm eder.
İlerlemenin aynı zamanda müspet bir manâsı vardı. İlerleme, “daha iyiye” doğru “gelişmeyi” de ifâde ediyordu. Pekiyi bunun motoru neydi? Burada, gâyet tuhaf bulduğum şekilde “diyalektik” düşüncenin , bu düşüncenin geleneğinde pek de olmayan bir yorumu tesirliydi: Karşıt güçlerin çatışması…Aydınlık ile karanlık çatışacak ve aydınlık galebe çalacaktı. Hâlbuki diyalektik, geleneksel olarak ,”aydınlığın karanlığa”, “karanlığın da aydınlığa” evrilmesini ifâde eder. Buradan tek yanlı bir hüküm çıkarılması basitleyiciliktir. Karanlıktan aydınlığın , eskiden yeninin türeyeceğini iddia ediyorsak, bunun tersini, yâni aydınlığın karanlığa evrileceğini veyâ eskinin de yeninin içinden zuhûr edeceğini kabûl etmek gerekiyor. Ama modern zihniyet bunu yapmıyor. Tek boyutlu düşünerek eskinin veyâ karanlığın mutlak sûrette aşılacağını ve bunun târihin “tamamlanacağı” yere kadar devâm edeceğine inanıyor.
Bu tek boyutlu bakış Marx’ta da geçerlidir. O da ,tıpkı Hocası Hegel gibi diyalektiğin ilerlemeci yorumunda ısrarlıdır. Frankfurt Okulunun mensupları bu çelişkiyi sezmiş ve Marx’ın diyalektik düşüncenin hakkını veremediğini ileri sürmüşlerdir. İlginç olan, Frankfurt Okulu mensuplarının bâzı Marksist çevreler tarafından “gericilik” ile suçlanmasıdır.
Değişimin, ilerleme ile eşleştirilmesinin doğurduğu ahlâkî meselelerle yeni yeni yüzleşiyoruz. Berlin Duvarı yıkıldıktan, Sovyet Kampı çöktükten sonra sonra oldu bu. Solun ve sağın birlikte geçirdiği dönüşüm de buna işâret ediyor. Şimdi hatırlayalım: Eski sol, güçlü bir Batı eleştirisine dayanıyordu. Tavrını, Fanon’un “Yeryüzünün Lânetlileri” olarak târif ettiği coğrafyalar ve bu coğrafyaların insanlarından yana koyuyordu. ABD emperyalizmi lânetleniyor, Filistin mücâdelesine, Vietnam ve Küba sosyalizmlerine tam destek veriliyordu. Reel sosyalizm çöktükten sonra tuhaf bir gelişme yaşandı. Emperyalizm eleştirisinin yerini soyut bir modernlik eleştirisi aldı. Bu eleştirilerin membaı yine Batı’ydı. Evet Batı moderniliğe zirve yaptırmıştı; ama bu, diyalektiğe hakkını veren Batı’ydı. Onu da aşmasını biliyordu. “Yeryüzünün lânetlileri” de bu lâneti kaldırmak için Batı’nın zihin düzeyinde başlattığı bu “hayırhah” eleştiri sürecine katılmalıydı. Hâsılı sol Batılılaşıyordu. Ortada emperyalizm eleştirisinden eser kalmamıştı. Homo Sovyeticus, Homo Liberis’e evriliyordu. Sovyetizmin bütün kalıntıları yok edilmeliydi. Eski tavırlarında ısrarlı olanlar “dinazor” olarak lânetleniyordu. Piyasa özgürlüğü ile siyâsal hukuksal özgürlükler el ele verecek ve insanlığı refaha erdirecekti. (Bâzı yeni solcu dostlarımdan, “Yaa ben bu Amerikan tarzını seviyorum “ lâflarını da duymuşluğum vardır)..Bu hayâlî beklenti üzerinden on seneler boyu dünyâda artarak devâm eden gelir dağılımı adâletsizliklerine ,büyüyen işsizliğe ses çıkarmadılar. Bunları görmezden geldiler. AB, ABD veyâ Kanada onlar için refah ve demokrasi ideal tipleriydi. Saddam’ın devrilmesinden mutlu oldular. ABD’nin bir Sovyeti daha çökerttiğine inandılar. Şu aralar, dünyâ buhranının merkezi vurmaya başladığını ve bu “altın vuruş”un ardından ummadıkları yerlerde aşırı sağın yükselişini görüyorlar. Akıllarından ne geçiyor, bilmiyorum..Hâlbuki diyalektiğin hakkını vermemekti onlarınkisi. Hani “herşey bir bütündü”? Eğer böyleydiyse, neden Sovyetlerin çöküşünün aslında çok daha kapsamlı sistemik bir çöküş olduğunu söyleyen daha mâkûl sol literatüre ilgi göstermediler?
Sağ ise, Soğuk Savaş boyunca NATO değerlerinin mutlak manâda bekçiliğini yaptı. Amerikan doktrinin yalanlarıyla yaşadılar. Komünizmin geleceğinden , kadınları ortak bir mal hâline getireceğinden korktular. Sovyetler çökünce , evvelâ zafer mutluluğu yaşadılar. Ama düşman ortadan kalkmıştı. Bu boşluğu liberâl çağrılar kapattı. Zâten sağın bagajında , devleti kutsayan,ama millete fazlaca karışmasını da istemeyen “ilimci, fenci bir terakki” gâyesi vardı. Onlarda ABD lokomotifli liberâl trene bindiler. Turgut Özal’ın Dört Eğilimi birleştirme “başarısı” aslında hem solu hem de sağı içine alan ahlâkî bir savrulma ve tefessühtü.
Gelin görün ki,ABD kısa zaman içinde yeni düşmanı ilân etti. Komünizmin yerini İslâmiyet alınca apıştı kaldılar. Bu dinamik Müslüman zihinleri alt üst etti. Zaman içinde anti-Amerikan hissiyatlar yayıldı ve gelişti.
Şimdi tabloya bütünlüklü bakalım: Zamanının anti-emperyalist solu bugün basbayağı Amerikancı bir çizgide savrulmasını devâm ettiriyor. CHP’nin sözcüsü sıkılmadan Türkiye’nin NATO yükümlülüklerini hatırlatıyor. Stalinist Kürtçü örgüt ABD’nin ileri karakolu gibi çalışıyor. Sağa gelince, vefât eden, bir zamanların keskin anti-komünist büyüklerini hürmetle toprağa veriyor; diğer taraftan, ezberlerinin “Zâlim Moskof” dediği Rusya ile yakınlaşıyor ve ABD ile terletici bir mücadele veriyor.. Gözünü sevdiğimin diyalektiği….
Yeni Şafak / Süleyman Seyfi Öğün