Yıl 1980, sıcak bir haziran günü, Suud-i Arabistan’ın Tahran Büyükelçiliği önündeyiz. Üç arkadaş şayet Suudiler vize verirler ise Körfez üzerinden Umre ziyareti yapmak istiyoruz. Bizim gibi başka bekleyenlerde var, bekleyenlerden birisi Azeri lehçesi ile bir yakınlık peydah etmek istedi. Konuşmaya başladık, Azeri olan şahıs: ‘Ağa özünüz Şiadır?’ ‘Merhum Ercüment Özkan: ‘Yok!’ dedi. Bu kez Azeri şahıs:’ Yoksa Sunni sen? ‘Yine rahmetli ‘Yok!’ dedi. Bu kez aynı şahıs: ‘Siz ne menem şeysiiz?’ demez mi? Özkan: ‘Biz müslümanız ve müslümanlardanız.’ Allah ‘De ki; ben müslümanlardanım diyenlerden daha güzel sözlü kimdir.’ (41/33) ayetini hatırlattı ve konuşma bitti.
İran İslam Devrimi lideri Humeyni devrim sürecinde iki ortak paydaya önem verdi. Birincisi tüm İslam dünyasının ve tabii İranlı Müslümanların da kabulleneceği ‘Tevhidde Vahdet’ ortak paydası, ikincisi de ‘İran’daki tüm Şah karşıtı grupları birleştirecek olan ‘Şah’a karşı olmak’ ortak paydası. Devrim süresince hiçbir şekilde Müslümanlar arasında tefrikaya neden olacak bir söylemde bulunmadı. Asaf Hüseyin İmam’dan nakille; ‘İran’da Devrim ve Karşı Devrim’ kitabının sonuç bölümünde şunları kaydetmekte: ‘Emperyalizmi karşısına alıp tepki gösteren İslamiyet, Tevhidi İslamiyettir. Asırlardır yozlaştırılmış olan diğer İslami anlayış, Tevhidi olmayan, insanın insana hükmetmesini kabul etmiş olan İslam anlayışıdır. Bu sebepledir ki emperyalist güçler Tevhidi İslamiyet’ten gocunmakta ve Tevhidi İslamiyet ile emperyalizm ve uşakları arasındaki kavga hiç eksik olmamakta.’ (sh.318) Bir başka yerde yazar İslam alemindeki mezhep çatışmalarına temasla Humeyni’nin bu çatışmaları sonlandırmak adına, Şiilerin ve Sunnilerin kardeş olduklarını, araya düşmanlık sokanların amaçlarının ümmeti parçalamak olduğunu belirttiğini Ve: ‘Eğer Sünnilerle Şiiler arasında bir anlaşmazlık varsa, bu anlaşmazlığın tüm Müslümanların aleyhine sonuçlar doğuracağından kimsenin şüphesi olmasın… Sunni-Şii farkının ortaya çıkmasının sebebi, her iki gruba da mensup olanların cehaleti ve bu yapay farkı kendi çıkarları için olabildiğince istismar etmek isteyen münafıkların ve yabancıların iştihasıdır.’ (A.G.E. sh.125) ifadelerini nakletmekte. Zaten Humeyni devrim sürecinden vefatına kadar şu iki söyleminin de arkasında durdu: ’La şiiye, la sünniye, sevre sevre İslamiye’ yani Şiilikte yok, Sunnilikte yok ancak İslam var. Bir diğeri de: ‘La Şarkiyye la Garbıyye İslamiye,İslamiye’ yani ne Şark ne Garb ancak İslam birlikteliğinin altını çizdi.
Gelelim günümüze.
Günümüz Müslümanların ‘Müslümanım!’ demekten ziyade mezhebi, meşrebi aidiyetlerini öne çıkarmaları adeta Kur’an’a rağmen mezhep ve meşrepleriyle övünmeleri, birinin diğerini ‘hidayete’ davet etmesi evet bunlar günümüz Müslümanlarının neredeyse temel işlev ve özellikleri haline gelmiştir. Ve tabi bu arada geçmişteki olaylar esas alınarak kimisi Hz. Ömer’i Hz. Fatıma (r.a) validemizin katili olarak nitelendirmiş olması ya da ‘Ömer’le Ebubekir, başlangıçta henüz Hz. Muhammed’i öldürmeden önce halifelik konusunda anlaşarak adım atmışlardır.’ (Bak. Alisiz Sunnilik M. Ünal sh.) ifadelerini hangi İslam anlayışıyla izah edebiliriz? Günümüzde kimilerinin laikliğin ilk üç halife zamanında İslam alemine getirildiği iddiaları ve yine Hz. Ebubekir ,Hz. Ömer, Hz. Osman (r.a) gibi Resulullah’ın (a.s) yakın arkadaşlarına taan etmeleri keza geçmişte yaşanan siyasi ihtilafları dini bir ihtilaf olarak sürekli gündemde tutmaları ya da en genelde mezhebi dinin bir yorumu olarak kabul etmek yerine, din olarak algılamaları ve tabii ki bunun sonucu olarak da kendi mezheplerinden olmayanları müslüman görmeme temayülleri evet bunların hiçbirisinin kabul edilebilir bir yanı yoktur.
Neden böyle bir konuyu ele aldım?
Geçenlerde bir dostumun dost meclisi davetine icabet ettim. Mecliste yeni mezhebi ya da dini tercihleri ile kendilerini takdim eden bazı arkadaşlar (ya da bazısı) adeta ilk üç halifeyi laikliğin banisi gibi takdim etti. Yetmedi Osmanlı sonrası Türkiye’nin iki önemli armağanından da söz etti. Bu armağanlar laiklik ve cumhuriyettir, denildi. Elbette insanlar neye inanırlarsa inansınlar, buna kimsenin diyecek bir şey olmaz. Ama, İslamla çatışan, Tevhid akidesi ile örtüşmeyen yaklaşımların İslam’a maledilmesi kabullenilemez. Laikliğin ne olduğu ne olmadığı elbette biliniyor. Keza dünyaya tatbik için gönderilen ve Müslümanların bireysel, toplumsal ve devletle olan ilişkilerini tanzim eden bir dinin laiklikle bağdaşması elbette mümkün değil. Zira Kur’an açık ve net olarak: ‘Onlara yeryüzünde bir iktidar verdiğimizde namazı kılarlar, zekatı verirler ve onlar iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar.’ (22/41) buyrulmaktadır. Buna rağmen İslami bir kimlikle bir müslümanın dine, Kuran’a rağmen bir görüş benimsemesi herhalde Kur’an’la karşı karşıya gelmek olur.
Günümüzde, İslam dışı güç odakları güçlerini Müslümanların ihtilaflarından, çatışmalarından birbirlerini ötekileştirmelerinden alıyor. Oysa Yüce Allah (c.c.): ‘Hepiniz O’na yönelin ve O’ndan korkun, namazı dosdoğru kılın ve Allah’a ortak koşanlardan olmayın. (O Müşriklerden olmayın ki) Onlar, dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her grup kendilerinde olanla böbürlenmektedir.’ (21/31-32) buyurmakta. Kur’an’ın bu uyarısına rağmen Şii olsun, Sunni olsun ya da ister Mürcie, ister Mütezili olsun kim ne olursa olsun Kur’an’a ve onun sahih yorumu ve pratiği olan sünnete rağmen bir görüş bir tavır benimsiyorsa o kimse ya da kimseler Allah ile aralarına mesafe koymuşlardır. Belirli yaşa gelmiş ve üstelik belirli birikimi olan, aidiyetinin de İslam olduğunu söyleyen kimseler hangi mezhepten, hangi hizipten olurlarsa olsunlar onların ihtilafı ‘Tevhid’de Vahdet’ yerine mezhep’te meşreb’te vahdet ortak paydasında buluşmaları sadece küfrün odaklarına güç vermiyor. Müslümanları da zaafa uğratıyor. Gençlik gittikçe deizme, orta kuşak ateizme, orta kuşak üstü olanlar da narsizme yöneliyorlar. Bunların tümünün vebali bizlerin omuzlarında. Rahmet ihtilafta, ötekileştirmede değil, rahmet ‘Tevhidde Vahdet’tedir. Şiiler ve Sünniler hepsinin ortak ismi ‘Müslüman’ öyleyse her iki grupta ve diğerleri de dinin sabitelerine bağlı kalarak değişebilenler, içtihada açık olanlar üzerinde diledikleri gibi farklı görüşler ortaya koyabilirler. Keza bu tür yaklaşımları da bir zenginlik olarak değerlendirmeliyiz.
İmam Ebu Hanife’ye sorarlar: ‘Ey İmam! Bu görüşlerin mutlak doğru mu?’ O da: ‘Belki de mutlak yanlıştır. Zira benim söylediklerim doğrudur, yanlış olabilir. Başkalarının söyledikleri yanlıştır, doğru olabilir.’ der. (M. Ebu Zehra Ebu Hanife)
Yine İmam Humeyni’nin 19 Temmuz 1979’da yaptığı bir konuşmadan alıntı ile bitirelim: ‘Şii ve Sünni kardeşlerin ateist ve politeistlerle mücadelelerinde elzem olan birliği kasden veya şuursuzca yapılan müdahalelerden dolayı gerçekleştirmedikleri kanaatindeyiz.’ (İmam’dan Mesajlar Endişe yay. sh.165)
Ne var yani Kur’an’ın hükmüne uyarak mezhebi ve meşrebi tercihlerimizi bir yorum, bir yaklaşım olarak kabul etsek, Müslümanım ifadesi ile yetinsek zarar mı ederiz?
Her Taraf / Süleyman Arslantaş