İnsanları yaratan Rabbimiz (cc) onları, ikaz ve inzar etmeleri için birçok Peygamberler göndermiştir…
Bu Peygamberlerin (as) uyarı ve ikazlarını, İnsanların çoğu kale almamış, onlarla alay edip ve getirdikleri İlahi mesajı reddetmişlerdir…
Özellikle de, o toplumların mele, mütref, zengin, güç ve iktidar sahibi kimseleri, bu Peygamber’lere karşı çok sert bir muhalefette bulunmuşlar, onların davet ve davasını rahat bir şekilde anlatıp, yayıp ve yaşamasının önüne setler çekmişler ve onları susturup, mesajlarının da kitleler tarafından kabul edilip ve anlaşılmasını engellemeye çalışmışlardır…
Çünkü tüm Peygamberler;
1. İnkılapçı, değişimci bir ruha sahiptiler
2. Mevcut statükoyu red ile işe başladılar,
3. Hakimiyet ve otoritenin, tümüyle Allah’a ait bir hak olduğu gerçeğini daha ilk başta, ısrarla vurguladılar,
4. Toplumların ancak tevhidi bir inanç, kimlik ve yaşayışla özgürleşebileceklerine vurgu yaptılar.
5. İnsanları başkalarına değil, sadece Allah’a halis manada kul olmaya davet ettiler,
6. Meşruiyetin kaynağının Allah (cc) olduğunu ifade ettiler
7. Bütün bunların gerçekleşmesi içnde yeni bir ruh, toplum ve nizamın inşa edilmesi için mücadele ettiler…(ümmet)
Tüm bu saydığımız akide ve düşüncelerden dolayı, hiçbir oligarşik rejim, otorite kendi sistemlerini kökünden sarsıp ve de yok edecek olan bu davete seyirci kalamazdı ve kalmadılar da…
Bir toplum iyice çığırından çıktığı, haddi aştığı, tüm kötülükleri işlediği zaman, Allah(cc) o topluma uyarı ve ikazlarda bulunması ve tebliğ davetini yapması için Peygamberler (as) göndermiştir…
Andolsun ki biz her ümmet arasında: “Allah’a ibadet/kulluk edin ve tağuttan kaçının.” (diye tebliğ etmesi için) resûl göndermişizdir… (16/Nahl 36)
Tabi ki bu peygamberler, İnsanları sadece Allah’ın (cc) varlığına davet etmemişlerdir…
Zaten tarihte çok azı istisna, İnsanların çoğu, Allah’ın var olduğuna, hatta bir olduğuna da inanıyorlardı…
Ancak, Allah’a çoğu zaman “ortaklar koşarak” inanıyorlardı…
“İman eden ve imanlarına zulüm/şirk bulaştırmayanlar (var ya); işte bunlara (Allah’ın azabından) emin olma vardır. Ve onlar hidayete erenlerdir.” (6/En’âm, 82)
Allah’ın (cc) yetkilerini ki yasa, yasak, sınır, çizgi, kanun, emretme, yasaklama, helal ve haram belirleme, dua etme, istimdat, istiane ve istiazede bulunma, yardım talep etme, gaybi yardımlar, rabıta yapma vb…
Allah (cc)’ın bazı özellik ve sıfatlarını ya da Allah’a (cc) yapılması gereken bir takım ibadet ritüellerini ya da “Uluhiyet, Rububiyet ya da Ubudiyet” tevhidini Allah’tan başkalarına veriyorlardı…
Tüm peygamberler, tebliğ ile görevli oldukları toplumlara, sadece Allah’a göre bir hayat yaşamalarını, O’na göre bir toplum oluşturmalarını, meşruiyetini ve makbuliyetini Allah’tan ve Allah’ın kitabından alan bir idare, sistem, nizam ve yönetim oluşturmalarını istemişler ve bunun gerçekleşmesi için mücadele etmişlerdir…
Allah’ın egemenlik, hakimiyet, teşri, yasa ve kanun koyma, emir ve yasaklama, helal ve haram sınırları belirleme yetkisini, Allah’tan başka hiç kimseye vermemeleri gerektiği inancını benimsemelerini onlardan talep etmişlerdir…
Ayrıca da; Peygamberler inanmış oldukları ilke, değer, prensip, şeriat, kanun, yasa, ilahi emir ve hayat düsturlarından hiçbir şekilde, meri ve cari (yürürlükte) olan yani; o dönemde yürürlükte olan her türlü gelenek, görenek, adet, alışkanlık, töre, sistem, nizam, idare ve yönetimlere inade, ittiba, itaat ve icabet etmediler…
Kendi getirmiş oldukları ve Rab’lerinin tebliğ edilmesini istediği inanç, ilke, prensip, kural, kanun, emir ve de yasak ve kitaba göre bir hayat idame etmeye çalıştılar…
Ve kendi inançlarından, asla ödün vermediler ve karşı tarafa da boyun eğmediler… Onlarla, orta yolda buluşma, onların batıl olan inanç, kültür, değer, düşünce, ilke, ibadet, put, sistem ve nizamlarına icabet edip yönelmediler…
Onları ululaştırıp, yüceltmediler… Onlara hizmet etmediler… Onların ortaya koymuş olduğu, tüm değerleri ellerinin tersiyle itip, kendi inanmış ve getirmiş oldukları değerlere sımsıkı sarıldılar…
Peygamberler ve Mü’minlerin bu şekilde tavizsiz ve inkılapçı, bağımsız bir inanca sahip olmaları, zalimleri çok öfkelendirmişti.
Tarih boyunca tüm zalimlerin elçilere, tevhid ehline karşı söylemiş oldukları ve ilahi bir sünnetullah olan şu cümleleri çok manidardır;
Kâfirler, Resûllerine, “Şüphesiz ki ya dinimize dönersiniz ya da sizi yurdumuzdan çıkarır atarız.” demişlerdi. Rableri onlara şöyle vahyetti:
“Kesinlikle o zalimleri helak edeceğiz.” (14/İbrahîm, 13)
Çünkü, Rabbimizin göndermiş olduğu bütün peygamberlerin dini, temelde aynı inanca haizdi… O da katışıksız olan tevhid inancı idi… İnanç esasları hiçbir peygamberde ve dönemde değişmiyordu…
İşte bu Rabbani, tevhidi, inanç ve akide esaslarından hiçbir şekilde taviz verme veya orta yolda buluşma yoktu…
Tağutlara, tamam efendim, olur efendim, tabii ki, biraz da sizin batıl inanç, sistem, rejim, ilke, düşünce ve putlarınızdan istifade edelim…
İslam akidesinde, siyah ve beyaz sözkonusu idi… Hiçbir şekilde grilik, bulanıklık, müphemlik yoktu…
Yani, saflar olabildiğince ayrı, net, belirgin, katışıksız, karışıksız olmalıydı…
Tevhid akidesi, kendine gönülden imam eden Mü’minlere, net bir inanç ve duruş ortaya koymalarını öğretiyordu ve o zalim, tağutlara şu şekilde haykırmalarını emrediyodu;
Ey zalim, kafir, müstekbir ve tağutlar bizler ehli tevhid ve Muvahhidler olarak; daha yolun başında, asla size tapmıyor, sizi meşru görmüyor, tanımıyor ve size meydan okuyoruz…
Sizin tüm düşünce, inanç, ilke, gelenek, töre ve nizamlarınıza başkaldırıyoruz…
Bizim Rabbimiz (cc) bizden; sizi inkar etmemizi, reddetmemizi istemektedir…
Kim tağutu reddedip sonra gönülden tümüyle Allaha’a tam anlamıyla İman edrse işte o kimse kopmak bilmeyen bir (tevhid ipine, urvetul vusga) tutunmuş olur… (Bakara 256)
İman demek; sadece Allah’ta karar kılmak, sadece O’nun ilke, prensip, yasa ve yasaklarına, kitabına ve de Peygamberine icabet ve itaat etmeyi ve gönülden tam bir teslimiyeti gerekli kılar…
Sizler ey tağut ve müstekbirler, Allah’ın yetkilerini gasp eden birer zalim ve tağutsunuz, sizinle bizim dostluk ve velayetimiz asla mümkün değildir…
Ayrıca da, biz Mü’minlerin, hayatımızın tüm saha ve safhalarında neyi sevip, sevmeyeceğimize, dost ya da düşman edip etmeceğimize, neye ve kime itaat edip etmememiz gerektiğine de, sadece Alemlerin Rabbi olan Allah karar verir…
Yine gerçek Mü’minler şöyle derler; sizinle bizim aramızda bir düşmanlık vardır… Bu düşmanlık, siz bu batıl olan, tevhide aykırı; değer, ilke, sistem, rejim, yönetim, adet ve put ve putlaştırdıklarınızı terk edip, tek olan Allah’a, Allahın eşsiz tevhid daveti ve nizamına boyun eğip, gelinceye kadar devam edecektir…
Sizin için İbrahim’de ve onunla birlikte olan (müminlerde/resûllerde) güzel bir örneklik vardır. Hani onlar, kavimlerine demişlerdi ki: “Biz, sizden ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerinizden berîyiz/uzağız. Sizi tekfir ettik (üzerinde bulunduğunuz yolu ve sizi reddettik). Bizimle sizin aranızda, tek olan Allah’a iman edinceye kadar, ebedî bir düşmanlık ve ebedî bir kin baş göstermiştir. (60/Mümtehine 4)
Çünkü saha ve sahne’de, tevhid mücadelesi veren, Peygamberler ve gerçek Müminler, İnsanların beğenisini, övgüsünü, sevgisini, alkışlamasını, takdirini, taltifini, teşekkürünü beklemeden veya tepkilerine aldırış etmeden mücadelelerini sürdürdüler…
Ve bu mücadele esnasında; İnsanların rızasını ve teveccühünü değil, sadece Rablerinin (cc) rızasını kazanmak için saha ve sahne’de mücadele ettiler…
Saha ve sahne’de akide ve davalarından bir adım bile geri adım atmadılar…
Bugün dünyanın neresinde olursa olsun; Tevhid mücadelesi veren müminlerin de, aynı şekilde akide ve imanlarından, ilke ve duruşlarından, Rablerine tam bir bağlılık ve teslimiyetle, gönüllerindeki iman aşkı ve yakini iman, gönül zenginliği ve her türlü aşırılıklardan uzak bir şekilde bu tevhid mücadelelerini sürdürmeleri gerekmektedir…
İslami mücadele, meşru zeminlerde ve ikna metodu güdülerek yapılmalıdır…
Her türlü şiddet ve terör metodunu İslami mücadele kullanmamalıdır ve reddetmelidir…
Öncelikle ve özellikle bu mücadele’de, davetçi kardeşin, çok iyi bir donanıma sahip olması, her türlü hamaset ve aşırıklıktan ve de fevrilikten uzak durması önemlidir…
Davetçi kardeşin ayrıca; hem ruhen zengin, kalben mutmain, ve aklen, ilmen ve bedenen de sağlıklı, zinde ve hazır olması gerekiyor…
Bunun için de, gece ibadetleri, Kur’an okumaları, virdler, zikirler, dualar, tefekkür, tedebbür, tefekkuh ve infak etmeli ve sürekli kendisini murakabe, muhasebe edecek bir altyapının oluşturulması icap eder…
Cemiyet ve cemaat içerisindeki kardeşlerin, birbirlerini iyiliği emretme, kötülükten de nehyetme görevlerini de eksiksiz yerine getirmeleri gerekiyor…
Ayrıca müminlerin, birlikte ibadet, seyahat etmeleri, okuma yapmaları ve yaşamış oldukları bölgesindeki toplumun sorun ve sıkıntılarıyla da ilgilenmeleri gerekiyor…
Kim ne kadar engellerse engellesin, biz Mü’minler olarak, bu noktada zaferden değil, seferden sorumlu insanlarız…
Ayrıca da; imkan, gayret ve de niyetimizden sorumluyuz…
Yani bir şeyleri, illa da bir yerlere getirip, başarmak tek amaç değildir. Önemli olan meşru çerçevede, bu uğurda mücadele etmektir…
Kırmadan, dökmeden usul, adab ve metoduna uygun bir şekilde davet, inzar ve inşa vazifesini, layıkı vechile yerine getirmektir…
Gayret bizden, tevfik Allah’tandır…
Selam ve dua ile…