Birçok şeyden bahsediyor olmamız, birçok şeyi derinliğine biliyor, düşünüyor, hissediyor olduğumuz anlamına gelmiyor. O ‘şey’leri zihinlerimize çakılan imajlarıyla görüyor geçiyoruz çoğu zaman. Bir kuru yaprağın, bir bardak demli çayın, köpüklü bir fincan kahvenin, bir saksı menekşenin, üst üste konmuş kitapların, telefonla hep aynı ezberle aynı açıdan çekilmiş gün batımı manzarasının, bir kahvaltı dizaynının milyon kere çoğaltılmış imajları dolaşıyor internette.
Sanki hepsi aynı tarifle, aynı ellerce hazırlanmış, aynı klişe duyguları aktaran paket görsellikler… Üstlerine düşülen sözler, şiirler, özdeyişler, aforizmalar, zihinsel bir ‘kes yapıştır’ kültürünün aynılaşmış, dolayısıyla kişisel anlayışın bütün zenginliklerinden arındırılarak ortalamaya, vasata teslim edilmiş ve yine bu halleri dolayısıyla ne paylaşana, ne paylaşılana aslında hiçbir şey söylemeyen gündelik paylaşımlar bunlar… Özgün değil, özel değil, kişinin kendi tasavvur ve tahayyülünden doğmayan bütün bu malzeme, çoğaltılmış duyguların, taklit düşüncelerin üstüne hiçbir şey koymayan harcıâlem zevkler olarak aramızda dolanıp durması… Burası, iyiniyetli yönelimlerimizi fabrikasyon heveslerle harcayıp tükettiğimiz bir yer, herkesin aynı ezberi tekrarladığı güya gösterişli ama aslında çok acıklı oyunların oynandığı bir sahne aslında.
“Hayatım kurduğun bu görsel kompozisyon içinde sade kahvemi bir türlü bulamıyorum” dedi adam. Döndü ve hiçbir şey söylemeden ters ters baktı ona doğru kadın.
Ne mahzuru var denebilir; nihayetinde harcıâlem bir kültürle, vasat bir içerikle güzellikleri paylaşıyor olmak neden yadırganacak bir şey olsun diye sorulabilir. Mahzuru şu ki, biz hiçbir derinlik ve zenginlik edinmeden aramızda sadece dolaştırdığımız bütün bu abur cubur malzemeden karnımızı doyuruyor, açlığımızı yitiriyoruz. Neye açlığımızı? Güzelliğe, estetiğe, derinliğe, insan olmanın tarifini enginleştirecek her şeye karşı, tohumu fıtratımızda bulunan merakın, iç arayışların verdiği açlığı, açlığımızı. Bütün bu muhteris faaliyetler, bütün bu hazırkalıp duygular, düşünceler, bizi gerçekten inceltecek, tekâmül ettirecek anlamı alıp götürüyor hayatımızdan. Çünkü o anlamın yerine koyuyoruz bütün bu klişe duyguları, düşünceleri… Bizi duygulu ve düşünceli gösteren bütün bu faaliyetlere rağmen, hayata egemen olan şu koskoca anlam boşluğunu açıklamanın başka bir yolu var mı?
“Yıllarca yaşamış biri için kapı bellidir. Ev belli, bahçe belli, gökyüzü ve deniz bellidir, geceleyin gökyüzünde asılı duran ve çatıların üzerinde parlayan ay bile bellidir. Dünya varlığını dile getirir, fakat kulak asmayız, artık onunla bir olmadığımız, onu kendi parçamız gibi görmediğimizden sanki kayıp gider ellerimizden. Kapıyı açarız, fakat bu artık anlamsızdır, önemsizdir, bir odadan öbürüne girmek için yaptığımız bir şey olmanın ötesine geçmez” diye yazmış Karl Ove Knausgaard, ‘Sonbahar’ ismini verdiği kitabında.
Bir denize bakmanın, bir mehtabı görmenin, bir sardunya çiçeğine hayran olmanın, bir iğde ağacını sevmenin, bir gece kuşundan ürkmenin sonsuz çeşidi vardır. İnsan, o sonsuz çeşitler arasında kendi biricik zevkini yaşamalıdır. Aksi bütün o bakmaları, görmeleri, hissetmeleri zayi kılar. İnsan kendisinden bakmadığı hiçbir şeyi görmüş sayılmaz. Kendisinden başlamayan hiçbir yoldan hiçbir yere varmaz, varamaz.
Daha önce sonsuz kere söylenmiş bir türküyü; her söylediğinde yeni bir türkü olarak söyleyen, her dinlediğinde yeni bir türkü olarak dinleyen insanlar da var.
“Fesuphanallah” dedi meczup, “bin bir bülbülün aşkı şu bir tek gülde gizli!”
Yeni Şafak / Gökhan Özcan