Hayat rehberimiz kuran ve sünnetle inşa edilen bir hayat umanlara…
‘Hayatı doya doya yaşayın!’ diyenleri, kulaklarımızı kabartarak dinledik çoğu zaman. Oysa iman ettiğimiz şekilde bir hayat nasıl olmalıydı, bir bunu bilemedik. Yanlışlarla çıkış yaptığımız sonuçları, yine aynı yanlışlarla devam ettirdik. Hayatımızı, kuran ışığıyla değil, kuran dışı kaynaklarla belirledik. Peki ya, doğru yolda olduğumuzdan emin miydik?
Dünyanın şaşaasına kapılıp, yaşayan ölülerden olmamak için Rasulullah’ın izinde olmak gerekir denmişti. Oysa Peygamberin yolunu, en iyi Kur’an’ın anlatabileceğini geç anladık. Anlaşılmaz kitap diyerek, anlayışımızı kararttık. Peki biz İslam’ı nasıl bilmiş, Allah’a nasıl inanmışız?
Arkamızda Peygamber, yolunu işaret edip ‘sade yaşayın!’ diyor. Duyar mıyız? Nefislerimiz karanlığına gömülmüşüz çünkü. Kısır döngü içerisinde başkalarını dinleyip dururuz sadece. Bir zamanlar atalarını dinleyenler gibi. Ne farkımız kaldı ki onlardan? Biz de şu an başkalarını dinleyenler gibi değil miyiz? İşte o başkaları, ayetleri tahrif edip hadislere reddiye çekerken, kendi sözlerini çerçevede sunuyor. Mezhepleri reddederken, kendileri mezhep kuruyorlar. Bizler de ağzımız açık, gönlümüz yatışık onları dinliyoruz. Mefhum karmaşası güzel çünkü. Bu halin cezbesi içinde ömrümüzden ve zikrimizden çalmak güzel! Ne de olsa inanmışız ya, bu yeter!
Baktığımızda şu gün, İslam dışı birçok şeyi, hayatımıza nakletmişiz, çoktan kabullenmişiz. Oysa Kuran’da geçen ayetleri bilir miyiz? Bilenler biliyor ya! Biz bilmesek de olur! Hani çıkıp anlatıyorlar ya programlarda, radyolarda. Oradan dinleyelim yeter. Sonra da programa bağlanıp hocalara iletelim bilemediğimizi, böylece derdimiz de biter gider. Ne kadar da basit öyle değil mi? Başka bir şeye gerek kaldı mı ki? Aldık cevabımızı, daha ne olsun! Hayat böyle işte bizim için. Kıpırdamadan cenneti kazanmak! Oysa evinden dışarı çıkmayan bizler, konu hicret olunca kahraman oluruz. Mazlumlar üzerine bomba yağarken, bizler şimşek çakınca kaçacak oda buluruz. Konu koalisyon hükümeti olunca kıyama durur, ardından duaya otururuz. Ve böylece cenneti kazanırız biz. Ne de olsa inanmışız ya, bu yeter!
Böylesi karanlıklara nasıl yerleştik, nasıl bir hayat inşa ettik? Herhalde Kur’an ve sünnetin hayatımızda eksik oluşundandır. Belki de dava edinemediğimiz mevzunun yanıtını aramayışımızdandır. Cevabını aldığımız sandığımız sorular bizi rahatsız etmiyor. Namazları kaçırmamız, duayı yarıda bırakmamız, Allah’ı hatırda tutmayışımız rahatsız etmiyor bizleri; öyle kör, öyle haddi aşmışız ki… Sorgusuz sualsiz kabullenmişiz her şeyi. Oysa verseler bir zikirmatik, papağan gibi ötmeye başlarız; elimizde önceden belirlenmiş 50000’e kadar çekebileceğimiz salavat aleti, duvarlarımızda 33’er defa Ya Şafi yazılı kağıtlar… Ne yaptığımızı bilmediğimiz halkalar, zikirler, salavatı bol zincirler… Herhalde bir yere bağlanma güdümüzden dolayıdır ki, fırkalara bağlanmışız. Sahi, fırkalar demişken hiçbir karede birlikte görülemeyen, şu senin bu benim karmaşasında, mürit kazanmaya çalışan sözde İslami cemaatler… Peygamberin ‘cemaatleşin’ dediği birliktelik bu şekilde bir yerlere bağlanmakla olamaz nazarımda. Çünkü cemaat kavramı, toplanıp birliktelik oluşturmak demektir. Ve bu birliktelik içerisinde, İslam adına çalışmak demektir. İllaki bir yere bağlanmak gerekiyorsa da, öncelikle Allah’ın kitabına bağlanmalıyız. Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki: “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” Rabbimizin sımsıkı sarılın dediği kitaba ‘sımsıkı’ sarılmak bir yana, şu anki durumlarımız çerçevesinde sarılamamışız bile. Diyorum ki, gelişen dünyanın sezdirmeksizin ruhumuza dayattığı, uzvumuz gibi kabullendiğimiz her şeyi bir yana bırakıversek. Arınsak, özümüze yaklaşabilsek… Zulme başkaldırışımız gibi, kendimizi nefsimize uymaktan menetsek… Ahh! Kul olmayı becerebilsek…
Rabbimizin bizden beklediği şekilde bir hayat inşa etmek ümidiyle..