Kurbanı Murdar Eden Sırlar
Kurban, insanlık tarihinde dinlerin neredeyse hepsinde ortak bir ritüel, bir tarihsel anlatı ve bu anlatıdan günümüze aktarılan bir temsil olarak göze çarpar. Ancak dinlerin hepsinde ortak olması dinlerin hepsinde aynı şekilde anlaşıldığı anlamına gelmiyor. Denilebilir ki, kurban ritüelinin şekillenişi, ritüelin gerçekleştirimindeki temsil, anlatımındaki bütün detaylar aynı zamanda dinlerin nasıl farklılaştığını da gösterir.
Kurban’ı kızgın ve öfkesinden insana her türlü zararı vermeye hazır bir tanrıyı yatıştırmaya çalışan, ondan çalınmış bir malın, mülkün telafisi olarak gören yaklaşımlar veya insanoğlu ile tanrı arasındaki bir egemenlik paylaşımında bir alışverişin bir parçası olarak gören yaklaşımlar. İnsana karşı öfkeli, kıskanç, rakip tanrı inançları tarih boyunca kurban kavramının şekillenmesine etki etmiştir. O kadar ki, bugün kurban her sözkonusu olduğunda birçok insanın zihninin bir köşesinde böylesi bir tanrı anlayışı canlanabiliyor.
İslami kelamda hiçbir şekilde yeri ve karşılığı olmayan bir anlayış tabii ama Müslümanların zihnine de belki başka dinlerden yayılan etkileriyle bulaşabiliyor, belki de tam da bir imtihan olması dolayısıyla kurban hadisesine insanın verebildiği olağan tepkilerden biri olarak. Bir şekilde kızdırılmış olduğu, öfkelenmiş olduğu için yatıştırılması gereken, bunun için de kan dökmeye ihtiyaç duyan bir tanrı… İslam’ın kurban anlayışıyla uzaktan yakından alakası olmayan bir anlayış olduğunu her seferinde söylemek zorunda kalabiliyoruz. İslam’da insana öfkelenen, bu öfkenin yatıştırılması için kan dökülmesine “ihtiyaç duyan” bir Allah yok. Her şeyden önce bir şeye “ihtiyaç duyan” bir tanrı olamaz. Allah hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. İhtiyaç ve tanrı İslam’ın Allah inancında bir araya gelemeyecek şeylerdir.
Birbirinden çok farklı tanrı anlayışlarına rağmen kurbanın yine de hepsinde ortak bir tema olması dinlerin hepsinin kaynağının aynı olmasının bir başka delili. Kaynak aynı ama zamanla bu kaynaktan uzaklaştıkça dinler neredeyse radikal anlamda farklılaşabildiği gibi kurban anlayışları da aynı ölçüde farklılaşabiliyor.
Tarih, her şeyden önce tevhid davasıyla gelen dinlerin kısa süre içinde varoluş sebeplerinin tam tersi bir istikamete doğru tahrif olduğuna dair sayısız örnekler sunuyor. İnsanlar kendilerine gelen eşitlikçi ve adalete vurgu yapan mesajları bile kısa süre içinde başka insanlara karşı bir imtiyaz aracı haline getirme istidadına sahipler. Bütün insanlar eşitse de “bazı insanların daha eşit olması” fikrinin aşırı cazip ve ayartıcı kapısından kendi üstünlüklerine yol ve alan açabilir insanlar.
Bir ırkın, bir ulusun, bir sınıfın, bir zümrenin veya bir din grubunun üstünlüğü fikrinin temel aracına dönüşen sahih dinler böylece her türlü tahrife maruz kalabilirler. Günün sonunda, belki bir iki nesil sonrasında ilk gönderildiği amaçtan da formdan da alabildiğine uzaklaşmış bir din çıkabilir karşımıza.
Bu hikâyeyi aslında başka dinler üzerinden değil bizzat İslam üzerinden bile izlemek mümkün. İslami mesajın özü olan tevhid inancından alabildiğine uzaklaşmış, inancına her türlü şirki bulaştırmış, Allah’ın yanında ve dışında kendi kültlerine, mehdilerine, hocaefendilerine açtıkları alanı daha da geniş tutan fırkalarla dolu İslam tarihi. Bu alanda kendilerine diğer insanlar üzerinde bir üstünlük, bir imtiyaz, bir özellik vehmetmek alabildiğine kolaylaşır. Burada kurbanın da ne hale gelebileceğini varın siz hesap edin. Kurban kimin kime yaklaşmasıdır? Kimin kime ödediği bir diyettir? Hangi imtihanın, hangi Allah-kul ilişkisinin bir konum bildirimidir?
Kurban’daki farklılaşmayı dinler arasındaki farklılaşmayı ölçmenin bir yolu olarak da görebiliriz. Kurban hadisesini İbrahim’in Allah’la adeta bir düellosu gibi gören Yahudilik ve Hıristiyanlığın dayandığı Kitab-ı Mukaddes’teki anlatım İslam’a göre insan eli değmiş (tahrif edilmiş) bir anlatım olmak durumundadır.
Olayın birçok boyutu var tabii. Daha önce kurban edilenin İslam’dakinin aksine İshak olması tek ve daha önemli fark değildir. Neden öyle olduğu tabii ki çok daha önemlidir, zira İslam’a göre gerçekten İshak’ın kurban olması ile İsmail’in kurban olması arasında birinin faziletini diğerine nazaran daha fazla artıran hiçbir sebep yoktur. Ama kurban hadisesini nesline ırkçı bir üstünlük tasladığı İsmail’e yakıştıramayan Yahudi-Hıristiyan geleneğinin kurban meselesine bu yaklaşımı zincirleme başka ahlaki-teolojik facialara yol açar.
Facialardan biri Hz. İbrahim’in kendisine Allah’ın adeta bir ceza veya bir meydan okuma olarak oğlu İshak’ı kurban etmesini istemiş olması ve onun bunu hem annesinden (Sara’dan) hem de İshak’ın kendisinden gizlemiş olması. Üstelik İshak’ı kurban etmek üzere, kurbandan sonra da onu yakacak odunları da sırtlanmış olduğu halde, Moriya dağına doğru götürdüğünde İshak başına geleceklerden habersizdir. O masumlukla sorar: “Baba! […) İşte ateşle odun, fakat yakmalık kurban [holocauste) için kuzu nerede?” İbrahim yanıtlar: “Oğlum, kuzuyu Tanrı kendi tedarik edecek” (22:7-8).
Burada Kitab-ı Mukaddes’in anlatımında İbrahim açıkça oğluna yalan söylemekte, onu aldatmaktadır. Üstelik oğlu babasının amacını öğrendiği ilk anda bunu kabullenemez ve babasının ayaklarına kapanıp onu kararından vazgeçirmeye çalışır. İbrahim’in kurban serüveni, nedenini ve amacını başkasına açamadığı bir “sır” olarak bütün Hıristiyan-Yahudi teolojisinde ciddi tartışmaların konusu olur. İbrahim’in Allah’a olan dinsel imanı ile, tabi olmak zorunda olduğu etik kurallar arasında böylece telafi edilemeyen çelişki, Yahudi-Hıristiyan ahlak geleneğinin de hiçbir zaman giderilemeyecek en önemli düğüm alanlarında biri olarak kalacaktır.
Oysa Kur’an’ın anlatımında Hz. İsmail Hz. İbrahim’in defalarca görmüş olduğu rüyanın kendisine ne söylediğine dair bir inancı vardır ve babası gibi o da tam bir teslimiyetle yapılması gerekeni yapmasını ister. Çünkü İsmail de babası da hayatın ve ölümün Allah’a ait olduğunu ve Allah için ölünmesi gerekiyorsa bu yolda zerre tereddüt edilmeyeceğini aynelyakin bilirler. Allah ölümü emretmişse ona karşı kimsenin bir saniye bile bunu ertelemesi, emretmemişse zaten bir saniye bile öne alması mümkün değildir. Allah’ı iyi tanıyan birinin Allah’la didişmesi, inatlaşması veya onun emrine rızada tereddüt etmesi mümkün değildir. Kaldı ki zaten Allah’ın uhdesindeki hayat dünya hayatından ibaret değildir.
Yahudi-Hıristiyan geleneğin muharref İshak okuması, onu bu temel bilinçten yoksun bir olarak resmederken, bir peygamber olarak öldürdüğünün belki farkında bile değildir. Ama soyundan geldikleri iddiasıyla kültleştirdikleri ve bu kült üzerinden bütün insanlara üstünlük tasladıkları İshak’a atfettikleri kurban anlatısında bile ona Allah hakkında tam bir cahiliye yazmış oluyor, vehmettikleri sırlarla kurbanlarını murdar etmiş oluyorlar.
Kurbanı Öldürmek
Kurban Yahudi-Hıristiyan ve İslami gelenekte ortak bir tema olsa da aynı zamanda bu iki büyük geleneğin ayrışmasının, farklılaşmasının bütün boyutlarının rahatlıkla izlenebileceği bir konudur. Kurban edilenin İshak mı İsmail mi olduğu konusu üzerindeki vurgunun nasıl kurbana atfedilen bir imtiyaz, bir üstünlük olarak anlaşılmış olduğunu göstermeye çalıştık. Ancak kıssanın ayrıntısına inildiğinde kurban olmakla bir şeref payesi atfedilen İshak’ın kıssanın akışı içinde ne kendini ne Allah’ı ne peygamberliği ne babası İbrahim’i ne de hayatın anlamını zerre kadar anlamayan son derece sıradan, aciz bir kişilik olarak resmedildiğini de gördük.
Kitab-ı Mukaddes’in anlatımıyla İshak, peygamber olan babasının kendisinden gizlemiş olduğu kurban emrini bir sürpriz olarak duyduğunda ayağına kapanıp kendisini öldürmemesi için yalvarıyor. Bu anlatımda kurban olayının hayat ile ölümü birbirine yaklaştırma, birleştirme ve hayatın da ölümün de Allah’a ait olduğuna dair bilgeliği öğretmek gibi bir işlevi asla söz konusu olmaz. O yüzden zaten sonradan ve bu anlatımlar üzerinden gelişen kurbana dair Yahudi-Hıristiyan felsefesi onu arkaik zamanlara ait bir gelenek olarak, aşılması gereken ve zaten aşılmış olan bir ayin olarak görür. Bir canlının Tanrı’ya yaklaşmak için kanının akıtılarak kurban edilmesi gerekliliği kalkmıştır. Belki kurban yerine geçecek başka ayinler ikame edilmiştir ama İshak’ın hayata tutunmak için kendisinden ölümü gizlemiş olan babasına yalvarması kurbana bakışı da belirlemiştir.
İslam kelamından oldukça beslenmiş biri de olan ünlü Yahudi ilahiyatçı Maimonides (İbn Meymun) Delaletu’l-Hairin’de Hz. Musa’nın kurbanı toplumun tarihsel gelişimi ve tekamülüne paralel olarak terkedeceği bir yolda olduğunu savunur. Ancak onu terk edinceye kadar toplumda, o toplumun anlayış ve gelişim seviyesine göre var olan bazı uygulamaları yapmaya devam etmesi gerektiğini savunur. Yani konu sadece bir zamanlama meselesidir. “Bir noktadan zıt bir noktaya ani geçiş imkansızdır ve insan, doğası gereği alışkın olduğu şeyi bir defada bırakabilme yeteneğine sahip değildir”. Dolayısıyla kurban da terkedilmesi gereken bir hadise olsa da Hz. Musa’nın yaşadığı dönemlerde hemen terkedilebilecek bir şey değildir, o bunu uygulamış olsa bile onun asıl niyetine ve işin bu tabiatına bakmak ve bunu referans almak gerekiyor.
Shakespeare’den Bruno’ya Avrupa’da Teoloji ve Siyaset’in buluşma noktalarındaki izlerini sürdüğü “Kurban ve Egemenlik” isimli kitabında Gilberto Sacerdoti İbn Meymun’a atfen Hz. Musa’nın hikayesini tam da bu çerçevede ele alır. Ona göre Hz. Musa’nın kölelikten kurtardığı ve tektanrıcı bir dine doğru eğitmeye çalıştığı halkı belli bir ilkellik içeren bir geleneğin içinde yetişmiştir. Onu o geleneğin içinden birdenbire çekip çıkarmak mümkün olamayacaktır. Bir süre o geleneklere razı olarak, onları bizzat uygulayarak devam edecektir hatta, “eğer yeni ilkeleri belirlerken Musa eski ilkelerden de bir kısmını muhafaza etmeye razı olmasaydı, tüm bunların gerçekleşmesi mümkün olamazdı. Böylece kurbanın muhafazası “Tanrı’nın, niyetlerini gerçekleştirmek için, bizim yararımıza icat ettiği bir beceri” olmuştur; dolayısıyla Tanrı’nın niyeti, canlı bir varlığın kurban edilmesinin Tanrı’ya tapınma olduğuna dayalı, atalardan gelen, barbarca ve uydurma inanıştan kademeli olarak kurtulmaktı” (Kurban ve Egemenlik, Dost Yayınları, s. 253).
Bu düşünce tarzının başka konulara da uyarlanarak bizde Kur’an’a dair tarihselci düşünce adına birileri tarafından neredeyse aynı sözlerle ifade edilmesine şaşmamak lazım. Birincisi, dini tahrif etmekle ilgili akıl biçimi tarihselci düşünceyi kullanıyor olsa da bu akıl biçimi evrenseldir, her zaman ve her yerde çalışır. İkincisi, tarihselci düşüncenin bir de İbn Meymun, Spinoza, Hegel ve oradan bugüne gelen bir şeceresi de vardır.
Nitekim Hegel de dini konuda tarihte gördüğü evrime İslam’ın nasıl bir istisna teşkil edebiliyor olduğuna hayret ettiğini söylememiş miydi? (Estetik kitabında). Sonradan gelmiş olan bir din olarak İslam’ın nasıl oluyor da önceden gelmiş olan bir din olan Hıristiyanlıktan daha geri olabildiğine hayret ettiren şey ne olabilirdi? Onun Hıristiyanlığa atfetmiş olduğu kerametler, gerçekten Hz. İsa’nın tebliğ etmiş olduğu mesaja mı aitti yoksa kendi felsefi düşüncesinin vehimlerinden mi ibaretti? Ne kadar derin, etraflı ve cafcaflı düşünülürse düşünülsün, felsefecinin Allah’ının İbrahim’in, İsmail’in ve dahi İshak’ın ve Musa’nın Allah’ından bambaşka bir şeye dönüştüğünün gerçek bir resmidir bu.
Kurban’ı önce İshak’a mal edip ardından onun Kurban olma statüsünü de ona yazdığı rolü de tahrif ederek peygamberi bir de böyle öldüren Yahudi geleneği sonra kurbanın kendisini de öldürmüş oldu. Aslında kurban İsrailoğullarından hiçbir zaman kaldırılmış bir ibadet değildir, ama zaten kendi ataları İshak’a karşı yapmış oldukları bu tahrifatla Kurban ibadetini hakkıyla sürdürebilme konumlarını yitirmiş oldular.
Oysa İsmail ile birlikte kurban tam da sahih bir Allah inancının bilfiil yaşandığı ve bu imtihanın bütün insanlara mal edildiği bir olaya dönüşerek evrensel, özgürleştirici, eşitlikçi, ihya edici, Allah-insan, hayat-ölüm ve din-etik ilişkilerini sahih bir zemine çeken muhteşem bir anlam kazanıyor:
Kurban öfkeli bir tanrıyı yatıştırmak için verilen bir rüşvet değildir. Ne Allah öfkeli ne de böyle bir rüşvete ihtiyacı vardır.
Kurban olmak bir varoluş durumuzun çıplak gerçeğidir, şuuruna varmamız isteniyor.
Ölüm haktır ve eninde sonunda gelir, geldiğinde onu metanetle karşılamak ve zaten hayat ve ölüm arasında da bir fark olmadığını, hepimizin Allah’a ait olduğumuzu ve eninde sonunda ona döneceğimizi bilmemiz için muhteşem bir eğitime tabi tutuluyoruz.
Verilen kurbanlara Allah’ın ihtiyacı yoktur. Onun etleri ona ulaşmaz, ancak onun şuuruna varmış bir kalp, niyet ve takva ona ulaşır. Kurban Allah için verdiğimiz bir şey değil, kendimiz için, kendimizi diriltmek için aldığımız bir derstir.
Yoksa verdiğimiz kurbanlar da Allah’a aittir. O’na ait olanı da O’na verme tecrübesi yaşıyoruz. O’na vermemiz gereken kurbanı, yani varlığımızın diyetini, fidyesini bize yine O, lütfuyla, keremiyle bahşetmiş oluyor.
Böylece Kurban tevhid inancının en zirve tecrübesi olarak ve ancak bir eylem olarak hayatımıza nüfuz ediyor. Bu nüfuz edişten başka insanlara da, hayvanata da daha merhametli bir kalp, bir kişilik gelişiyor.
Bu tecrübeyi bu anlayışla hissetmemiş olan Kitab-ı Mukaddes tahrifatçıları bu şuurun zirvesine sahip İshak’ı hayatı için yalvaran bir kişi kılığına sokarsa, insanlara neler yapmazlar? Bu kurban tecrübesini yaşamamış olan Hegel de istediği kadar ideal evreninde ideal din kovalasın. Bulacağı tek şey daha da idealleştirilmiş cahiliyesi olacaktır.
Yeni Şafak / Yasin Aktay