وَكَذٰلِكَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ وَلِيَقُولُوا دَرَسْتَ وَلِنُبَيِّنَهُ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Böylece biz âyetleri geniş geniş açıklıyoruz ki, «Sen iyi ders almışsın» desinler de biz de anlayan toplum için Kur’an’ı iyice açıklayalım. (En’am Suresi 105. Ayet)
Yeryüzünde Kur’an dışında hiçbir kitap yoktur ki, yaklaşık 14 asır önce yazılmış/yazdırılmış olmasına rağmen aynı diriliğini, güncelliğini, heybetini ve kusursuzluğunu korusun. Tüm dünya ilimlerinin enfüs ve âfaka dair şimdilerde ancak erişebildiği hakikatleri, Rabbimizin ezeli ilmi gereği mübarek Kur’an’ı azimu’ş-şân’da bildirmesi insanoğlu için elbette mucizedir. Ancak sadece görmek ve duymak isteyenler Kur’an’daki bu mucizeye akıl erdirebilmiştir. Allah Rasulü’ne gelen her yeni vahyi işittiklerinde, kendilerini Arap edebiyatının birer neferi ve söz sanatçısı olarak gören Kureyş halkının ileri gelenleri, sözün güzelliği karşısında içlerinde gizledikleri beğeniyi ve sözün doğruluğu karşısındaki nefretlerini etrafındakilere hissettiriyorlardı. Daha düne kadar (dürüstlüğünü her ne kadar takdir etseler de) bir çoban ve tüccar olarak gördükleri bir yetimin, dünyanın en iddialı sözleri ile karşılarına dikilmesi ve Nedve denen meclislerini karıştıracak kadar ileri gitmesini hazmedemiyorlardı. Rabbimizin bu şaşkınlığı vesile ederek Kur’an’ı onlara açıkladığını beyan etmesi, hayrete şayan olanın bir beşer olarak Allah Rasulü olmadığını bize açıklıyor.
Mekkelilerin, “Sen iyi ders almışsın” diyerek çıkışmalarının sanki iki nedenden dolayı olduğu anlaşılıyor. İlki, kırk yaşına kadar içlerinde yaşayan Muhammed’in, şimdiye dek ağzından çıkan ifadelerin, hiç bu kadar tesirli ve Arap edebiyatının fevkinde, duymadıkları, şahit olmadıkları ama iyiden iyiye de etkilendiklerinin, hayrete düştüklerinin dışa vurumudur. İkincisi ise, yine arkadaşları Muhammed’in (as) onlarla bir ömür geçirip de durduk yerde bunları söylemesi mümkün değildi ve bu ifadeleri başkası ona söylüyor, öğretiyordu.
Her iki yaklaşımın ana ekseni, ‘birinin Muhammed’e öğretiyor, belletiyor, ders veriyor’ olmasıydı ki, Allahu alem Rabbimizin muradı da tam da burada saklıydı. Muhatap kitlede hasıl olacak kanaatlerin sorgulayarak elde edilmesi, enine boyuna araştırıp, hakikati buldurmaya dönük bir öğretim metodunu uygulamasıydı. ‘Kesin başka biri..’ diyerek başlayan sorularla, zihnini kurcalayacak, ölçüp biçecek, bakacak ki insan idrakini aşan, asla bir beşerden sadır olamayacak çapta ve belagatta olan bu söz karşısında teslim olacak. Muhammed (as) onlara anlattıkça, yaşadıkça, açıkladıkça, bildirdikçe, kafalarını çatlatırcasına, zihinlerini ters tüz eden o hakikatlerin karşısındaki acziyetleri ortaya çıkacaktır.
Ne müthiş bir öğretim ve davettir. Asla körü körünelik, dayatma, taassup, dogma olarak nitelenemeyecek berraklıkta bir çağrı. Bir anda topluca, tepeden inerek uygulanan bir metod değil. 23 yıla yayılarak peyderpey, tane tane, ilmek ilmek, sabırla aktarılan, yaşanılan, yaşatılan, örnek olunarak muşahhaslaştırılan, mütekamil bir müfredattır, hayat rehberidir.
Müslümanlar olarak çağımıza olan tanıklığımız da bu ilahi metod yolumuzu aydınlatmalıdır. Muhammed’in (as) beşeri vasfı ile ilahi vahyi insanlara ulaştırırken hissetirmeyi fevkalade başardığı ayrımı, çizgiyi, sınırı yakalamalıyız. Muhatap zihinlere beşerüstü ilahi vahyi sunarak, hakikatle baş başa bırakmalı, tercihini yapma imkanı vermeliyiz. Olumlu ya da olumsuz bir sonucu, acele etmeden, sabırla beklemeliyiz. Bu bir defaya mahsus, tek kişiyle sınırlı, kapalı devre değil; basma kalıp, durağan, pasif, edilgen bir mücahade asla değildir. Nihayetinde bu ilahi ders verme, işleme, öğretme metodudur.
O ne güzel öğretmen, O ne güzel ders verendir.