Postmodernizm, felsefî olarak Batı uygarlığının çöküşünü ama iktisâdî olarak ise dünya üzerinde mutlak hâkimiyet kurmasını sağladı.
Batı uygarlığının dünya üzerinde -tabir câizse- mutlak hâkimiyet kurabilmesi, felsefî temellerinin felsefî olarak zayıf olmasıyla mümkün olabilmiştir.
“Nasıl yani?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.
Şöyle izah edeyim: Modern Batı felsefesi, felsefe olarak, dünyanın, eşyanın, insanın ve hakikatin kavranması çabası söz konusu olduğunda zayıf bir felsefedir, derinlikli bir felsefe değildir. Modernlerin de, postmodernlerin de “gücü” buradan geliyor, eğer buna “güç” denirse tabii. Ortada felsefe ya da düşünce olarak aldandırılmayı hak edecek bir çaba da yok, birikim de.
Descartes, modern felsefeyi kuran adamdır ama “sığ” bir düşünürdür. Eşyayı, varlığı, hakikati derinlemesine idrak edebilecek bir felsefî performans ortaya koyamamıştır. Descartes, hakikati yüzey’e, fizik’e, görünen’e, kontrol edilebilir ve hükmedilebilir olan’a indirgeyerek, felsefe yapma, düşünce üretme imkânını berhava etmiştir.
Descartes’ın derdi düşünce üretmek midir? Yoksa tabiata, varlığa, dünyaya ve en nihayetinde Tanrı’ya hâkim olma araçları üretme kaygısı mı?
Buradan kalkarak, modern düşünce, düşünme çabası değildir; aksine, düşüncenin de, düşünce üretecek düşünme çabasının da buharlaşması, iptal olması eylemidir, diye düşündüğümü söyleyeceğim.
Modern düşünce, belki Heidegger’in söyleyebileceği gibi, teknik üzerine soruşturma çabası değildir
Düşünemeyen, düşünmesini bilmeyen, düşünme çabası gibi bir derdi olmayan, soruşturmasını da bilemez, hiçbir şeyi de soruşturamaz. Dünya üzerinde hâkimiyet kurma tekniği üzerine, en nihayetinde bu teknik dolayısıyla vasıta üzerinde düşünme çabasıdır modern düşünce.
Başka bir ifadeyle, dünya üzerinde, eşya üzerinde, insan üzerinde nasıl hâkimiyet kurulabileceği meselesi dâir düşünme temrinidir modern düşünce ya da felsefe, en fazla. Daha ötesi değil.
Bu, düşünememe çabası, demek, aslında.
Düşünme’ye değil tekniğe (vasıta’ya, giderek hâkimiyet kurma işlemine ve eylemine) odaklanmanın kaçınılmaz sonucu bu: Düşünemeyen insan. Düşen ama düştüğünü de bilemeyen “nesne”, o yüzden.
Yanlış bir başlangıç yani. Gelinen noktada, yanlış başlangıçların bütün insanlığı ve varlığı nasıl büyük felâketlerin eşiğine fırlattığını görüyoruz.
Yaşadığımız büyük bilimsel devrim, insanın Tanrı’yı devre dışı bırakmasıyla, dolayısıyla sadece dünya üzerinde hâkimiyet kurmasıyla sonuçlanmadı. Aynı zamanda insanın insanı devre dışı bırakmasına, tekniğin ve teknolojinin insan üzerinde hâkimiyet kurmasına da yol açtı.
Sadece dünyanın varlığı değil, insanın varlığı da tehlikeye girdi. İnsan, türünün geleceğini kendi elleriyle tehlikeye attı genetik mühendisliği, mikro biyoloji ve yapay zekâ çalışmalarıyla.
Madde kazandı. İnsan kaybetti. İnsan kazana kazana kaybetti: Her şey üzerinde hâkimiyet kurdukça sonunda hâkimiyetini yitirdi, hâkim olduğu şeyler kendi üzerinde hâkimiyet kurdu, hâkim olduğu şeylerin mahkûmu oldu çıktı insan.
Ne Doğu, Doğu. Ne de Batı, Batı artık.
Her şey yerinden / kendi’den oldu.
Hiçbir şey kendiliğinden olmadı ama!
Bir el, Tanrı rolü oynayan gizli bir el, seküler-kapitalizm canavarı Batılı Leviathan insana kader biçmeye kalkıştı, sonunda insanı çıkmaz sokağa fırlattı.
İnsanı tanrılaştırma çabası, insanı hem Tanrısız hem de insansız bir dünyanın eşiğine getirip bıraktı. İnsansız bir dünya, dünyasız bir insan “üretti”.
İnsan düşünme meleklerini de, duyma meleklerini de yitirdi; hız, haz ve ayartının kölesine dönüştü.
Tamam da bütün bunlar ne anlam ifade ediyor, peki?
İnsanlığı tek dünya, tek din, tek kültür ve ayartıcı bir şekilde de tek aile dedikleri cehennemin eşiğine sürüklüyorlar Batılı Leviathan düzeninin ağababaları.
Batılı Leviathan, varlığın ontolojik / hiyerarşik düzenini bozunca, kaçınılmaz olarak dünyanın düzeni de bozuldu, dünya cehenneme çevrildi.
Tek aile, tek kültür, tek dünya sloganlarına bakmayın siz! Dünyayı, insanlığı köleleştiriyor, hakikati yok ediyor, sahte’nin, ayartı’nın, algı’nın hükümranlığını ilan ediyor: Her şeyi ve herkesi uyutuyor ve yutuyor Batılı Leviathan (seküler-kapitalist canavar)!
Batılı Leviathan, Latin Amerika’yı, Afrika’yı yuttu, Asya’yı ise uyuttu, yutmak üzere… Hangi Asya’yı? Japonya, Çin, Hindistan ve bilumum diğer Asya kaplanlarını.
Asya’nın bu en köklü medeniyetlerinin ve kültürlerinin ruhlarını yok etti, kendisine benzeterek direnç noktalarını kırdı, etkisiz hâle getirdi.
İslâm’ın direnç noktalarını kıramadı, kıramayacak da.
O yüzden hem Batı ittifakında, icat edilen terör söylemi ve kontrolleri altındaki terör örgütleri üzerinden İslâm’la savaş stratejisi temel varoluş stratejisi olarak benimsenmiş durumda hem de son çeyrek asırdan bu yana Çin ve Hindistan’da bu iki ülkedeki tarihin akışını değiştirme potansiyeline sahip İslâm’ın varlığının yok edilmesi, kökünün kazınması stratejisi uygulanıyor barbarca yönetmelerle. Batılı Leviathan, bu iki dünya gücünü de teslim almış ve ruhlarını yok etmiş durumda.
Bir üçüncü aktör daha var İslâm’la savaş stratejisini uygulayan ve Batılı Leviathan’a bağlanan: İslâm dünyasındaki iktidar ve güç odaklarını kontrol eden Batılı Leviathan tarafından kontrol edilen seküler-Batıcı uydular! En acıklıları da bunlar! Yoklar dolayısıyla figüranlar ama kraldan çok kralcılar! Kölelik psikolojisi bu!
Bu üç İslâm’la savaş stratejisi de İslâm’ın diriltici kaynaklarının yeniden hayata ve harekete geçirici gücüne karşı direnemeyecek.
Şu ân dünya, yine küfür’le iman’ın karşı karşıya geldiği bir ayırım noktasının eşiğine gelip dayandı. Çin ve Hindistan da, İslâm dünyasının Batıcı uyduları da tarihin yeniden İslâm tarafından yapılma emarelerinin belirdiği bir zaman diliminde İslâm’ın altını oyma savaşına su taşımakla ne denli ürpertici bir harakiri yaptıklarını görecekler! Çok değil, yarım asır içinde hem de.
Yeni Şafak / Yusuf Kaplan