Bilenle bilmeyen bir olmaz; bilmek öğülmüştür.
Buna karşılık bazıları yönünden bilmek cezalandırılmayı göze almaktır. Bu bir zihniyet meselesidir ve bu zihniyeti iyi bilmek lâzımdır!
Bilmekten bahsediyoruz ama bilmece gibi konuşuyoruz!
Son günlerde iki örtülü kızcağıza bir kadının saldırması büyük infiale yol açtı. Bu kadıncağız, bir zihniyetin sahibi olarak bunu yaptı ve netice itibarıyla sıradan bir vatandaş. Vereceği zarar da ona göre. Zaten bir süre sonra aklî muvazenesi hakkında bir karara varılacak ve muhtemelen serbest bırakılacak. Teşhis konuşmuş bile: Şizofreni!
Türkiye’de bilmek bir zamanlar resmî olarak cezalandırılan bir fiildi. Tarih Cumhuriyet’le başlardı ve ondan öncesini bilmek gereksizden de öte suçtu. Harf inkılabıyla Osmanlı harfleri ile yazılmış kitaplar kütüphanelerde erişimi yasaklanmış müze malzemesine dönüştürülmüştü.
Tabiî bunların içinde Yunus Emre’nin divanı da vardı, Mehmet Âkif’in Safahat’ı da…Hatta Mustafa Kemal Paşa’nın Nutku (İlk Latin harfli baskı: 1938). Doksanlı yıllarda okur yazarlığı olmayan bir sebükmağz masamda gördüğü kitaba “Arapça mı?” diye burun kıvırmıştı. Ona “elinde tutuğun Yunus Emre Divanı” dedim!
Bir daha benimle konuşmadı!
Hatıralar önemlidir. Bazı hakikatler, kitaplarda yazılmaz, kişilerin başından geçenlerle açığa çıkar.
İmdi; bir Alman başbakanı Irak’ı ziyaret etse. Bağdat’taki Elçilik kütüphanesinde Arapça kitaplar olsa -ki gayet tabiidir- ve ilgili memurun Arapça bildiğini öğrense ne yapar? “Hariciye’de personel seçimi başarılı” diye düşünür. Muhtemelen büyük elçileri de Arapça biliyordur.
Türkiye’de Arapça bilen büyük elçi, hatta hariciye mensubu 1990’lara kadar yoktu. Büyük ihtiyaçtı. Arap ülkelerinde İngilizce ve Fransızca üzerinde konuşmak en önce psikolojik olarak yanlıştı. Şimdi böyle bir mesele kalmadı galiba.
Osmanlı harflerini bilmek tehlikeliydi, Arapça bilmek olumlu karşılanmazdı. Memuriyette ilerlemenize mâni olabilirdi.
Tabii sağdan soldan itirazlar yükselecek! İtiraz etmekte acele etmeyin, derim.
Türkiye’de biraz önce sözkonusu ettiğimiz zihniyetin üst derece temsilcilerinden biri Bülent Ecevit’ti. Oysa Ecevit, başbakanlar içinde şiir yazmasıyla, entelektüel nitelikleriyle bilinir.
Olay şu: Bülent Ecevit, 12 Eylül öncesi son başbakanlığında Irak’ı ziyaret ediyor. Bu arada Büyükelçiliğe de uğruyor tabiî olarak. Burada Kültür Ateşeliği’nin kütüphanesini gezmek istiyor. Girişte İstiklâl Marşı Şairi Mehmed Âkif’in resmi ile karşılaşıyor, yüzü ekşiyor. Kütüphanenin bir duvarında da İstanbul’un fetih tablosu var. Ve nihayet, bir vitrinde açık şekilde Kur’an-ı kerim…
Nasıl bir tepki beklersiniz?
“Nedir bu çağdışı neşriyat, sorumlu kim? Bunlar demirbaşa kayıtlı mı?”
Sorumlu kendisini takdim ediyor ve demirbaşa kayıtlı olduğunu belirtiyor. O ara, heyette bulunan (kendileri Enerji Bakanı idi) Deniz Baykal, devreye giriyor: “Burada eski harfli kitaplar var!”
İşte suç delili! Ne olacak şimdi?
Kitap Büyük Nutuk! Deniz Bey okuma yazma bilmiyor elbette!
Kitabın Nutuk olduğu anlaşınca, durum biraz değişiyor. Ecevit rastgele bir sayfa açıp, ilgiliye okumasını bilip bilmediğini soruyor. Görevli metni okuyor. Osmanlı harfli metinleri okumak, bu birinci bilme suçu. İkinci aşamaya geçiliyor: “Arapça biliyor musun?” Görevli Arapça da biliyor!
Başbakan renk vermiyor. Sözlü bir tebrik kazanıyor, kütüphane ilgilisi…
Fakat bir hafta sonra kütüphane ilgilisinin Bağdat’taki görevine son veriliyor ve bir hafta içinde Ankara’ya dönmesi emrediliyor…
Osmanlıca bilmek birinci suç, Arapça bilmek ikinci suç!
Başörtüsü olayıyla ne ilgisi var bu vak’anın? Sizce yok mu? Bu da şizofrenik bir vak’a değil mi?
Merak edenler Gülcemal Soylu’nun Bağdatlı Yıllar (İstanbul, 2019) kitabına bakabilir.
Karar / D. Mehmet Doğan