Son on gündür Yeşil Sol Parti’den Diyarbakır’da milletvekili adayı gösterildiği için tartışılmakta olan Cengiz Çandar için tartışmaların odağında olmak yeni bir şey değil. Politik yolculuğuyla da yaptığı gazetecilikle de yıllardır pek çok linçe maruz kalmış, sadece kamuoyunda tartışılmakla kalmamış devlet tarafından fişlenmiş ve “sakıncalı” ilan edilmiş bir isim. 20’li yaşlarında devrimci bir öğrenci lideriyken yolunun kesiştiği solcuların büyük kısmı bugün kendisine en öfkeli olanlar belki de.
Kendi neslinin politik figürleriyle bitmeyen kavgası ise Orta Doğu hakkındaki engin bilgisiyle yazdığı yazıları daha az enteresan hale getiremedi. 2016’da Radikal Gazetesi tarihe gömülene kadar kaleme aldıkları benim gibi kendisinden bir nesil sonra aleme girmiş dış politika bağımlısı bir gazeteci için vazgeçilmez bir durak oldu. Türkiye içinde nasıl anılırsa anılsın ya da hangi pozisyonda olursa olsun o evrensel ölçüde bir dış politika muhabiriydi. Siyasi aktörlerle mesafesizlik mevzusu ise hep kafamı kurcalayan ve benim şahsen mesafeli durduğum bir konudur – ki bu söyleşide bunu da tartışma olanağımız oldu.
Aslında 15 Mayıs’ta başlayacak aktif siyaset yolculuğundan ne beklediğini konuşmak için oturduk ama geçmişin muhasebesi ağır bastı. Nitekim o muhasebeyi görmeyen okur ya da seçmenin Cengiz Çandar’dan bir vekil olarak ne bekleyebileceğini anlamlandırması da mümkün olamayacaktır. İçini açtığı bu konuşmanın kendi kişisel tarihi açısından önemli yüzleşmelerle dolu olduğunu göreceksiniz. İsveç’te geçirdiği yedi senede kendi içinde yaptığı muhasebenin kuvvetli izleri yanıtlarında. Pek çok manşet çıkartabilirsiniz ama bence manşet kesinlikle şuradadır; “İslam ile demokrasi birlikte olmadı, olmayacak ve olmamalı.”
Fotoğraf: Leyla Özkaynak
“Bir haftada hayatım değişti”
– Neden Yeşil Sol Parti diye sormayacağım. Bugüne kadar Kürt meselesine ne kadar mesai yaptığınızı bilen kimse de Kürt sorunun çözümü üzerine bina edilen politik bir harekette yer almanıza şaşırmamıştır sanırım. Benim sorum neden değil, neden şimdi? Siyasetle 20’li yaşlarınızdan bu yana bu kadar içli dışlı olmanıza rağmen neden daha önce değil de şimdi?
Cevabı çok kolay gibi gözüken çok zor bir soru çünkü kafamda böyle bir şey yoktu benim. Bu görüşmeyi yaptığımızdan bir hafta öncesine kadar hayatımın bu kadar dramatik ve hızlı bir değişikliğe uğrayacağını tasavvur bile etmiyordum. Ve geldiğim yaş itibarıyla da bundan sonra benim ve benim yaş grubumun bir şey yapması gerektiğini de düşünmüyordum. Biz olsa olsa anılarımızı yazarız, soranlara tecrübelerimizi aktarırız, kendi kuşağımızla 30 yaşın altında olanlar arasında bir köprü oluşturabiliriz diye düşünüyordum. Hatta ona bile fazla inanmıyordum.
Sevgili arkadaşım Hasan Cemal‘e hep şunu söyleyegeldim:
“Biz 30’lu yaşlarımızdayken 70 küsur yaşlarındaki insanları dinlerken saygılı davranırdık ama onların dedikleri bir kulağımızdan girer öbür kulağımızdan çıkardı. Biz şimdi o saygı gösterdiğimiz insanların yaşına eriştik. Bundan sonra sözümüz olması gereken bir durum yok. Yaşadığımız kadar yaşamayacağımız, yaşadığımızın üçte biri kadar bile yaşamayacağımız aritmetiğe vurursanız belli. E o zaman hayatımızın son zamanlarını kendi hayat çizgimize uyacak bir şekilde efendice geçirmeliyiz. Bizden sonraki kuşaklara ne yardım yapabilirsek o yardımı yapalım ama çok da iddialı olmayalım.“
– Siyaset çok iddialı bir iş değil mi peki?
Evet, siyaset iddialı bir iş. Birdenbire kendime ve kendi yaş grubumdakilere telkin ettiğimin dışında bir role soyunmuş gibi görünüyorum. Ve bir hafta önce hiç böyle bir niyet de düşünce de yoktu. Kendi kendimi deştiğim zaman şunu görüyorum ki meğerse bilinçaltımda hayatımın finalini sakin bir emekli yaşamıyla geçirmek yokmuş. Ben bütün ömrüm boyunca bir mücadele adamı oldum. Doğru yanlış ama hep bir mücadelenin içinde yer aldım. Yurtdışında olduğum sürede iki tane kocaman İngilizce kitap yazdım. 7 gün 24 saat Türkiye’yi izledim. Ve galiba bir şeyler yapmak istiyormuşum. Bir emekli gibi hayatımı bitirmek istemiyormuşum meğerse. Teklif gelir gelmez o istek bilinçaltımdan üste çıktı. Teklifin geldiği yer ve niteliği itibarıyla fazla düşünmeden kabul ettim. O kabulle beraber bir hafta içinde kendimi Türkiye’de buldum.
“Erdoğan’la akıl verme kategorisine girecek tek görüşmem oldu”
– Sizin yaşamınızı benim kadar dikkatli takip etmeyenler için hatırlatmak isterim neden siyasetle içli dışlı olduğunuz vurgusuyla başladım söyleşiye. Siz ortalama bir siyasi gazetecinin çok ötesinde bir boyutta siyasetin içinde oldunuz geçmişte. Sizden akıl aldığını bildiğimiz iki siyasetçi üzerinden sorularım var; Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan.
Erdoğan’ın benden akıl aldığı bir durum olmadı hiç. Görüştük ama akıl aldığını söyleyemem. Bir tek Mezopotamya Ekspresi kitabıma koyduğum bir görüşme var. O görüşmenin fotoğrafı da vardır kitapta, zaten Erdoğan’la tek fotoğrafım odur. Akıl vermekse işte o görüşmedir, onun dışında bu kategoriye girecek başka bir görüşmem yok. O görüşmenin tarih 2005’dir. Diyarbakır’a gittiği o “Kürt sorunu vardır” dediği ve devlet adına özür dilediği o seyahatten sonra bir daha o konuya değinmez oldu. Akif Beki o zaman sözcüsüydü, ona başbakanla konuşma ihtiyacı duyduğumu söyledim. “Ben bu Kürt alemini iyi bilirim. Mesut Yılmaz Türkiye’nin AB yolu Diyarbakır’dan geçer demiş. Turgut Özal adımlar atmış, arkası gelmemiş. Tayyip Erdoğan yepyeni bir heyecan yarattı. Bunun arkası gelmezse bu Kürtlere büyük bir hayal kırıklığı ile geri dönüyor ve çok acı sonuçlarla geri dönüyor” dedim. O da bu konuları dile getirmek istediğim sohbet için uzun bir yolculuğa davet etti beni. Kuveyt, Yemen ve Londra’yı kapsayan bir seyahatti. Nihayet Londra’dan Ankara’ya dönüş yolunda baş başa oturabildik. Yanıma rahmetli Adnan Kahveci‘nin Turgut Özal’a vermem için yazdığı bir raporu da almıştım Erdoğan’a vermek için.
Recep Tayyip Erdoğan’la…
“O görüşmede Erdoğan tarihi bir laf etti”
– Adnan Kahveci’nin size verdiği ama sizin Özal’a vermeyi unuttuğunuz o meşhur rapor. Mezopotamya Ekspresi’nde yazmıştınız bunu.
Evet cidden unuttum. Ev taşınırken buldum onu. Bulduğumda ikisi de yaşamıyordu. Üzerinden artık çok yıllar geçmiş olmasına rağmen onu Tayyip Erdoğan’a götürdüm. “Karadenizli hemşeriniz, Türkiye’nin gördüğü en düzgün adamlardan biridir Kahveci. Bunu o hazırlamıştı” diyerek verdim. O görüşmedir akıl vermekse. “Sayın Başbakan bu aleme hoş geldiniz fakat arkasını getirmezseniz çok kötü sonuçlarla geri dönebilir” dedim. Orada tarihi bir laf etti bana; “Kürt sorunu diyerek ben yanlış yaptım aslında, öyle dememeliydim” dedi. Bu görüşme dışında aklı verme ifadesini karşılayan hiçbir görüşmem yoktur.
“İlk siyaset teklifi DSP için Ecevit’ten geldi”
– Benim gibi pek çok kişi kitabınızda da yer verdiğiniz bu görüşmeyi “akıl verme” olarak algılamış olabilir. Düzeltmeniz için teşekkürler. Yine de sorularım baki. Size Tayyip Erdoğan’dan ya da Turgut Özal’dan aktif siyaset teklifi geldi mi? Bununla başlayalım.
Pek kimsenin bilmediği bir şey anlatayım. Ben Bülent Ecevit ile yasaklı olduğu dönemde görüşürdüm. O dönem sürekli Orta Doğu’ya gidip geliyordum ve Yaser Arafat‘ı görüyorum. Her Ankara’ya gidişimde Ecevit’e giderdim, Arafat’a gideceğimi iletmek istediği bir mesajı olup olmadığını sorardım. Çok da duygulanırdı. Ecevit’in Oran’daki evinin orada karakol kurulmuştu, eve her giren çıkan kaydedildiği bir dönem. İnsanlar polis kaydına girmemek için gitmezdi, ben giderdim. Filistin’e gidişlerimde Arafat’a “Ecevit’ten selam getirdim” deyince beni hemen fazla bekletmeden derhal kabul ederdi. “Kardeşim Ecevit…” diye başlayan mesajlar gönderirdi, ben de gelip Bülent Bey’e aktarırdım. Ben bu Arafat ile Ecevit’in isteğini yerine getirme görüşmeleri sırasında şunu öğrendim; Arafat’ın kamuoyunda söyledikleri ile gerçek bakış açıları içinde ciddi bir fark vardı. Ben de o sayede Orta Doğu politikasını öğrenmeye başladım, mesleki olarak benim çok işime yaradı.
Sonra Ecevit’in siyasi yasağı kalktı. Demokratik Sol Parti (DSP) ilk kez meclise girdiğinde Ankara’ya davet etti ve gittim. “DSP saflarında parlamento üyesi olarak birlikte siyaset yapmayı öneriyorum size” dedi. Çok duygulandım. “Müsaade ederseniz bir düşüneyim size döneyim” dedim. Ve büyük bir kabalık yaparak geri dönmedim ona.
Yaser Arafat ile birlikte…
“Muhtemel Dışişleri Bakanlığından oldum”
– Neden?
Birincisi DSP’nin parlamentoya gireceğinden hiç emin değildim. İkincisi DSP saflarında parlamentoya girmekle kendimi buluşturamadım bir türlü. Ama cevap da vermedim. Dedim ki “Heralde cevap vermezsem anlayacak“. Fakat onun dediği gibi oldu. DSP birinci parti çıktı seçimden, Bülent Ecevit de başbakan oldu. Dolayısıyla ilişkimizin o zamana kadarki doğası gereği muhtemel Dışişleri Bakanlığından mahrum kalmış oldum (gülüyor). Şükrü Sina Gürel Dışişleri Bakanı oldu.
“Özal yaşasa kuracağı yeni partide olacaktım”
– Özal’dan gelmedi mi siyaset teklifi?
Özal ile hayatının son iki senesinde çok yoğun bir beraberliğim oldu. O kadar yakın bir süreçti ki o, ölümünden sonra TBMM Genel Sekreterliği’nden arandım. Katafalka konulduktan sonra önce iki oğlu nöbet tutacaktı, sonra iki kardeşi, sonra da kuzeni Hüsnü Doğan ve ben. Bu teklife çok şaşırdım. Onun üzerine dediler ki “Listeyi Semra Hanım yaptı. Sen onu çok iyi tanımıyorsun ama senin Turgut Bey nezdindeki yerini iyi biliyor.“
Turgut Özal cumhurbaşkanlığı süresi bitmeden köşkten inip yeni bir parti kurma hazırlığındaydı. Kendisine “Sakın ha böyle bir şey yapmayın, orası bir iktidar mevziidir. Ne kadar yalnız olursanız olun iktidar mevzii öyle terk edilmez. Siz önce parti kurdurun, cumhurbaşkanlığı döneminiz bitince gider partinin başına geçersiniz” dedim. Kurulacak yeni partinin lider adayı Hüsnü Doğan’dı. Ben de muhtemelen o partinin kurucuları içinde olacaktım. Pozitif bakıyordum. Özal’dan muhtemelen bu teklif gelecekti. Tayyip Erdoğan’dan hiçbir teklif gelmedi. Ama şunu biliyorum; AKP’nin kuruluş toplantıları yapılırken benim adım geçmiş, fazla Batılı ve laik olduğum yönünde itirazlar gelmiş.
“AKP’den teklif gelmedi gelse bir 28 Şubatzede olarak kabul edebilirdim”
– AKP’den 2001’de teklif gelseydi kurucuları arasında olmayı kabul eder miydiniz?
Samimi bir şey söyleyeyim mi? Edebilirdim. Ederdim diyecek kadar net değil kafam, ama edebilirdim. Çünkü ben oldum olası bir itiraz adamı oldum. Neyse o günün rejimi, ona itiraz eden oldum. O dönemdeki AKP, 28 Şubat süreci sonu ortaya çıkan bir parti olacaktı. Ben 28 Şubat’ta Mehmet Ali Birand ile birlikte andıç yemiş bir 28 Şubatzede olarak, İslam ile ve Müslümanlarla mutlaka bir mutabakat zamanı bulunması gerektiğini savunmuş biri olarak, onların ayrımcılığa uğramasına zaten itiraz eden bir demokrat olarak edebilirdim teklifi belki de.
“Ben özgürlükçü demokratım”
– Hazır yeri gelmişken sorayım; devrimci solda siyasete başlamış birisi olarak geldiğiniz noktada kendinizi politik olarak nerede tanımlıyorsunuz?
Berlin Duvarı sonrası kendime biçtiğim bir etiket bu; özgürlükçü demokrat. İngilizce olarak “libertarian democrat” diye tanımlarım. O gün kuruluşunda öyle bir kimlikle bulunabilirliğimi düşünürdüm. Ha bu arada söyleyeyim 2002 seçimlerinde AKP’ye oy vermedim.
“AKP’ye bir kez oy verdim”
– Hiç oy verdiniz mi AKP’ye?
Verdim, bir kere. 2007 seçimlerinde.
– Bir de referandumda “evet” dediniz. “Yetmez ama evet” dediniz.
Referandum AKP’nin seçimi değildi.
– Ama onların hazırladığı bir anayasa değişiklik paketiydi.
Evet ama Avrupa Konseyi onaylı bir belgeydi.
“Devrimciyken Ecevit’in solculuğunu hafif buluyorduk”
– “Yetmez ama evet” mevzusuna girmeden önce şurayı bir netleştirmek isterim. Sol mücadelen gelen biri olarak Türkiye solu için önemli bir isim olan Ecevit’in siyaset teklifine geri bile dönmüyorsunuz. Ama “AKP 2002’de teklif getirseydi kabul edebilirdim” diyorsunuz. Nihayetinde bugün 75 yaşında HDP’nin teklifini kabul ediyorsunuz. Ecevit DSP’sinde kendinizi görememek ama bugün Yeşil Sol Parti’nin teklifini hiç düşünmeden kabul etmek nasıl bir kişisel politik evrime denk düşüyor? Bunu açın isterim.
Ecevit 60’lı yılların sonunda ortanın solu diye çıktı, kıyamet koptu. Ortanın solu amorf, muğlak bir kavram. Orta neresi, ortanın solu neresi. Ecevit’in kendisine ortanın solu dediği dönemde, ben Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrenci derneği başkanıyım. SBF de ODTÜ ile birlikte devrimci gençlik hareketinin karargâhı. Ecevit ortanın solu adına üniversiteye konuşmaya geldiğinde eylem yapıp onu konuşturmayanların elebaşlarından biriydim ben yani.
– Ecevit’in solculuğunu hafif buluyordunuz yani, öyle mi?
Tabii canım. Adamı konuşturmadık da. Ayıp ettik. Benim öğrenci derneğine seçilmemem için Ortanın Solu Derneği büyük gayret gösterdi. Hocalarımız arasında Deniz Baykal vardı, Haluk Ülman vardı, Turan Güneş vardı. Hepsi seçilmeyeyim diye aleyhimde propaganda yaptılar. Seçildim. Benim Ecevit ile öyle bir mazim var. Ecevit kendisine “sol” dedi diye onu solda değerlendiren bir yanım yoktu. Benim esas derdim; Ecevit’in 12 Eylül’ün mağdur ettiği bir figür olmasıydı. Sıra dışı bir adam olduğu için sonradan sempati duydum, seçim kampanyalarına falan gittim. Ama sempati duymam onu solcu gördüğüm ve kendimi o hareketin içinde görebileceğim anlamına gelmiyordu. Diyorum ya itiraz adamıyım diye, o da geldiği yere itiraz ediyordu. Ecevit’in o yanı hoşuma gidiyordu. Ve aslında ona da ayıp ettim teklifine yanıt vermeyerek. Çok da zarif bir insandı. Yıllar sonra bir televizyon programında karşılaştığımızda “Sizi ne kadar özledim” gibi zarif sözler sarf edince ezildiğimi hissettim. Çok duygulandım da. Ama bütün bunlar siyaseten aynı rotada ilerlememi bana dikte etmedi. Hâlâ da böyle. “Keşke kabul etseymişim” demiyorum.
– O zaman şuraya dönelim. AKP’nin kuruluşundaki parti programına baktığımızda -ki o metni Erdoğan’ın bugünkü politikalarını eleştirmek için Ali Babacan sık sık hatırlatıyor- biraz da fazla boncuk dağıtan, özellikle de batıya sempatik gözükmeye çalışan bir hâl var. Sol bir gelenekten gelmenize rağmen AKP’nin kuruluş söylemi size cazip geldi. Sizinle birlikte koca bir aydın grubunun en çok eleştirildiği yer tam da burası. Eleştiri de şu: Bu söyleme nasıl kandınız, İslamcıların gerçekten demokrat olabileceğine nasıl inandınız?
Bu önemli bir konu fakat bu eleştirileri yapanlar bende büyük bir şaşkınlık uyandırıyor. Müthiş bir dogmanın yansıması gibi görüyorum söylediklerini. Adeta bir donmuşluk hâli gibi. Hayat hareket halinde bir şey. Ecevit bana siyasete girme teklifi yaptığı zaman ben gazetecilik kariyerimin ortalarındaydım ve yükselen bir isimdim. Gazetecilikten olağanüstü zevk alıyordum ve o sıradaki gazetecilik halimi DSP milletvekili olmaktan çok daha fonksiyonel hissediyordum. Siyasete girsem hem daha özgür hem daha bağımsız hem daha etkili olmayacaktım. AKP’nin kuruluşu ise gazetecilikte büyük bir ihanete uğradığımı hissettiğim döneme denk geldi. Andıç yemişiz, Mehmet Ali Birand işten uzaklaştırılmış, benim yazılarım durdurulmuş. Bütün basın kuruluşları ağzına fermuar çekmiş, hepsi Çevik Bir denen generalin önünde secdeye varmış. Herkes benden uzak durmaya çalışıyor. Ben iki düşünce kuruluşunun davetini kabul ederek Washington’a gittim o dönemde. Siyasi İslam üzerine çalışmaya başladım. Gerek Wilson Center’da gerek USIP’deki projemin başlığı şuydu; “20. Yüzyılda Türkiye; İslam ile demokrasiye doğru.” İslam’ın sistem içine gelerek demokrasi yolunda önemli bir unsur olabileceğine dönük bir teorik çalışma yapıyordum. Daha ben bu çalışmayı bitirmeden AKP kuruldu, iki sene içinde de iktidara geldi. Tamam ben işlerin o yönde gideceğini seziyordum ama benim tahminimden erken oldu. Hatta Tayyip Erdoğan hapse girdiği zaman tamam bu adam başbakan olacak dedim. Başbakanlık için bir hapislik dönemi yeşil ışık almak gibi bir şey.
– O zaman size göre Selahattin Demirtaş’ın geleceği başka hiçbir şey nedeniyle olmasa bile sırf bu nedenle de mi parlak?
Tabii hiç şüphesiz, kesinlikle.
AKP’nin kuruluş dönemine geri dönersek, ben Amerika’dayken o zaman Long Island’da olan Profesör Kemal Karpat‘ı sık sık ziyaret ederdim. Uzun yürüyüşler ve uzun sohbetler yapardık. O da Erdoğan için “Bu adam başbakan olacak” diyordu. Tamamıyla mutabıktık. Yıl 1998. Biz Amerika’da kendi aramızda bunları konuşurken Türkiye’de ise “Tayyip Erdoğan 4 sene sonra başbakan olacak” deseniz aklından zoru var diye düşünürlerdi hakkınızda. Ben o sürecin gelişini görmüşüm. Bu arada da gazetecilikten soğumuşum. Akademik çalışmam bitmiş ve Türkiye’ye dönmüşüm, o sırada da AKP kuruluyor. Davet edilse kabul edebilirdim.
“Nasıl oldu da sen bizim gördüğümüzü göremedin?” diye soranlara şunu söyleyebilirim: Bir ön kabulden hareket ediyorlar; İslamcıdan adam olmaz, Müslümandan adam olmaz. E kardeşim iyi güzel de bizim ülkemizin ezici çoğunluğu, yüzde 99’u Müslüman. Dünya ölçeğinde bakarsanız İslami siyasi hareketler pek çok ülkede olur, bizim ülkemizde de olur.
“‘İslamcılar demokrat olamaz’ yargısı o zaman laboratuvarda test edilmemişti”
– Burayı biraz netleştirelim, yani eleştirinin ne olduğunu. Siyasal İslamcıların demokrasi getirmesine yönelik yüksek beklentiniz burada mevzu bahis olan. “Siyasal İslamcıdan demokrat zaten çıkmazdı” şeklindeki kanaatin yaşananlardan sonra bugün iyice güçlenmiş olması da sizi hedef tahtasında bırakıyor.
O sırada bunu bilmiyoruz ama. Hiçbir yerde olmadığına dair çok fazla örnek de yoktu o dönemde. Türkiye’dekiler Humeyni’nin Şii doktrinine dahil değillerdi. Ben öyle görmedim ama meğer Müslüman Kardeşler ile iltisaklı imişler. Müslüman Kardeşler de Mısır’ın meşru siyaset dışına itilmiş mağdur bir akımı, seçime girse kazacak. Nitekim bir zaman aralığında kazandılar. Ama iktidarda kalsalar anti-demokratik uygulamalarda bulunup bulunmayacaklarını bilmiyoruz.
Bize bu eleştiriyi getirenler bir önyargı ile “Müslümandan demokrat olmaz” diyor. E Malezya’da nasıl oluyor. Enver İbrahim nasıl bir siyasetçi?
O dönem bu Türkiye’de denenmemiş bir şeydi. Türkiye bir yönüyle batılı, kurumları olan, demokrasinin iyi kötü 1876’da 1908’de ve en önemlisi 1946 sonrasında kurumlaşarak kökleştiği bir ülke olarak denemeye değer bir ülkeydi. Şimdi geldiğimiz noktadan geriye bakarak; “İşte gördünüz mü, biz haklı çıktık” diyenlere şunu sormak isterim: Sen bunu görerek mi haklı çıktın? “İslamcılar demokrat olamaz” önyargısı, o dönem laboratuvarda test edilmemiş bir denklem.
– Türkiye şimdi 20 senede bunun bir versiyonunu test etti. İktidarın görünen yüzü AKP ve AKP’nin ilk döneminde bu partinin iktidarda kalabilmesi için devlet içinde biriktirdiği cephaneyi Erdoğan’ın arkasına yığan ve bu süreci birtakım sahte senaryolar üzerinden kurgulanmış yargı süreçleriyle tahkim eden bir cemaat eliyle yaşadık. Siz diyorsunuz ki “Test edilmesi gerekiyordu ki anlayalım oluyor mu olmuyor mu”. Doğru mu özetliyorum söylediğiniz şeyi?
2001, 2002, 2003 yılında AKP’ye kötü gözle bakmazken ve bu partinin iktidarının Türkiye’ye belli adımları attırabileceğini düşünürken o dönemki verilerimiz, dünyadaki ölçüler ben ve benim gibi kim düşünmüşse bizim davranışlarımızı anlaşılabilir kılabilir. Onu demek istiyorum. Bugünden oraya bakmak doğru bir ölçü değil.
“15 Temmuz’un ürettiği söylemlerle konuşmayı sevmiyorum”
– Peki bugünden geriye bakarak yeniden sorayım o halde. Türkiye’de AKP’nin iktidarı ve epeyce bir süre Fethullahçılar eliyle desteklenen siyasal İslam denemesinin neresi ve neden çöktü size göre? Fethullah Gülen ve takipçilerinin şiddete başvurması mesela siyasal İslam tecrübesi açısından ne söylüyor bize?
Birincisi 15 Temmuz’un ne olduğu konusunda daha yolun başında bile değiliz. 15 Temmuz’dan bu yana bu ülkeye ve dünyaya anlatılan olayın gerçekten o olay olup olmadığından ben emin değilim. 15 Temmuz’un ne olduğunun daha deşilmesi gerekiyor. Dolayısıyla da 15 Temmuz’un ürettiği söylemlerle konuşmayı sevmiyorum. Gülen cemaati 15 Temmuz’da tankla topla meclise saldırarak, bu kadar insan öldürerek insanların İslam’dan uzaklaşmasına yol açtı şeklinde bir tez konuşulacaksa önce şu konuşulmalı. 15 Temmuz gerçekten bize söylenen şey miydi önce onu bir tartışalım.
“Türkiye’de insanların İslam’dan uzaklaşmasında başrol AKP’nin”
– 15 Temmuz’u Fethullahçıların yapmadığını mı düşünüyorsunuz?
Onlardan bazılarının da içinde olduğu daha karmaşık bir olay.
– İma ettiğiniz şey nedir?
15 Temmuz mevcut rejimin bilgisi dahilinde kontrollü olarak Gülencilerin de dahil olduğu bir olay. KHK’lı on binlerce kişi var bu ülkede, hayatları karartıldı. Bu insanların hepsi darbeci mi şimdi? Darbeden haberdarlar mıydı ya da sorulsa onaylayacaklar mıydı bunu? Hiç emin değilim. Çok büyük bir kitle mağdur. Çok dallı budaklı bir iş bu. Fakat benim için bundan daha önemlisi insanların İslam’dan uzaklaşmasında AKP iktidarı kadar etkisi yok Gülen grubunun. İnsanların Türkiye’de İslam’dan uzaklaşmasında başrol oynayan AKP hükümeti.
Fotoğraf: Leyla Özkaynak
“Geldiğimiz nokta bırakın siyasal İslam’ı, ılımlı İslam’ın da sonu”
– Şimdi bu tespitiniz nedeniyle yine Gülenci yaftası yiyeceksiniz. Zaten milletvekili adaylığınız açıklandığından beri yıllar önce bir TV programında Gülen’i takdim ettiğiniz kısa video sosyal medyada dönüp duruyor.
Türkiye’de dünyada görülmemiş bir şey cereyan etti. Gülen cemaati 15 Temmuz öncesinde siyasal İslamcı mı? Evet, siyasal İslamcı. Şiddet yanlısı mı? Yok, ılımlı İslam. Peki AKP neye giriyor? O da ılımlı İslamcı. Gerçi kendilerine “muhafazakâr demokrat” dediler. Ama bütün kurucu kadroları Millî Görüş hareketinden gelme. Yani Türkiye’deki siyasal İslam’ın örgütsel arka planından devam eden insanlar.
Bunlar IŞİD mi, El Kaide mi, Selefi mi, cihadi mi? Yoo! E nedir?
Ilımlı İslam’ın iki önemli unsuru ve ikisi de Sünni, ikisi de Hanefi. Biri seçim yoluyla iktidara geliyor, öbürü eğitim kurumları yoluyla toplumun içerden dönüştürülmesine çalışıyor, şiddet falan ortada yok. İki ılımlı İslam unsuru arasında kan gövdeyi götürüyor. Ülkenin cumhurbaşkanı bunların dünyadaki okullarını kapattırmak için Türkiye’nin diplomatik gücünü kullanıyor. Aradaki nefret inanılmaz durumda, giderilemeyecek muazzam bir kan davası var. Bu ılımlı İslam’ın sonu. Bırakalım siyasal İslam’ı, ılımlı İslam’ın sonu geldiğimiz nokta. Tabii onunla birlikte İslam’ın siyasetteki varlık gerekçesinin iptali söz konusu. İslam adına siyaset – en azından Türkiye’de- yapılamaz ve yapılmamalıdır.
“İslam ile demokrasi bir arada olmadı, olmayacak, olmamalı”
– Cumhurbaşkanı Erdoğan hâlâ bunu deniyor ama. 14 Mayıs “Seccadeye ayakkabıyla bastılar” türünde bir propaganda ile gidiyor yine.
İslam dışı her şeyi yaptı. Bir kere Türkiye’deki seçiminin adı zulüm rejimi. Gerçekten Müslümanlığın bir sürü akidesini benimsiyorsanız İslami bir zulüm rejimi olmaması gerekirdi, ama var. Dolayısıyla benim açımdan hazin bir durum çünkü yıllarca İslam ile demokrasinin olabilirliği üzerine kafa yormuş, buna enerji harcamış biriyim. Olmadı, olmayacak ve olmamalı.
“Türkiye’ye dönseydim heralde Osman Kavala’nın yanında bir yer bulurlardı bana”
– Türkiye’den ilk sürgün oluşunuz 1971. Kendi yazmadığınız iki yazı yüzünden Beyaz Aydınlık dergisinin yazı işleri müdürü olduğunuz için 9 yılla yargılandığınız için yurtdışına çıkıyorsunuz. Yıllar sonra bu sefer “Türkiye’yi acaba demokratik yola sokarlar mı” diye umutla baktığınız AKP iktidarının döneminde sürgünde kaldınız. Bir tweet nedeniyle yargılanıyorsunuz.
O tweet’den dolayı dışarı çıkmadım ben.
– Ama dönmediniz de…
Mayıs 2016’da yurtdışına gittim. Çalıştığım Radikal gazetesi o yılın mart ayında kapandı. Nisan ayında konuk araştırmacı olmam için Stockholm Üniversitesi’nden davet geldi ve gittim. Yani 15 Temmuz’da zaten oradaydım ama o tarihten sonra başlayan cadı avının darbecilerle sınırlı bir durum olmadığını, muhalif kimlikli herkesi ve her şeyi kapsayacağını ve ülkenin üzerine karabasan gibi anti-demokratik, otokratik bir baskı rejiminin oturacağı hükmüne vardım. Ben Türkiye’ye dönseydim heralde Osman Kavala‘nın yanında bir yer bulurlardı bize de. Çünkü 2016 sonrası Türkiye’de sizin bir şey yapmış olmanız gerekmiyor soğuk Silivri’ye davet edilmeniz için. O yüzden dönmedim Türkiye’ye. Ama hakkımda bir dava da yoktu. Ve Türk pasaportuyla, Türk kimlik kartıyla yaşamaya devam ettim. Orada bir düşünce kuruluşunda çalışmaya devam ettim. Sonra 2017’de attığım bir tweet için bir dava açıldı ama çok da önemli bir dava değil. Yani benim Türkiye’ye gelmemi önleyecek bir dava değildi. İşte geçen gün geldik ifadeyi verdik.
Tabii bu bütün yurtdışında yaşadığım dönem içinde Türkiye nereden geldi nereye gitti, bizim bunun içindeki yerimiz ne olmalıdır… Bunları salim kafayla düşünmeye vakit oldu. Hem de ben hiçbir siyasi faaliyete de girmedim yurtdışında. Ben bu diaspora muhalefetinden oldum olası haz etmem, bir çaresizlik ifadesi gibi gelir. Bünyeme uymayan bir şey. Fakat o dönemde geçirdiğim düşünce sürecinin sonunda tekrar cevap vermeye kalkarsak… AKP’ye destek falan olmadım ben. Ya da o deyimin kullanılmasını uygun görmüyorum. Tam tersine, askeri vesayetle onun peşinde koşanlara karşı koruma içgüdüsü ön plandaydı. Çünkü onların saldırısına uğramış birisiydim ben.
“Bu kadar büyük bir dürtüyle sahip çıkmazdım heralde”
– Değer miymiş peki AKP’ye koruma içgüdüsüyle yaklaşmaya?
Bunu Ahmet Sever kitabını yazarken ona söyledim. İlkesel olarak haksızlık ve adaletsizlik varsa demokrat kimliğime o haksızlık ve adaletsizliğe karşı çıkmak durumundayım. Onların ondan sonraki tavrını görünce bu kadar büyük bir dürtüyle destek çıkmazdım heralde diye tahmin ediyorum. Ama değer miydi? Hatırlayın, 2007’de yüzde 49 oyla iktidara geliyorsunuz iki gün sonra kapatma davası açılıyor. Böyle saçma şey olur mu? İkincisi, “AB’ye üye olmak istiyorum” diyor bu parti. E ben de istiyorum, dolayısıyla da AB süreci için yaptıklarını destekliyorum. Buysa… Ergenekon ve Balyoz’a zemin teşkil eden darbe planlamalarına karşı mısın? Evet, karşıyım.
– Ama onların çoğunun bir kurgu olduğu da ortaya çıktı.
Tümünün değil ama.
– Çoğunun…
Fethullah Gülen cemaatinin Türkiye’ye yaptığı en büyük kötülük tam da odur işte. Bu davaları, bu soruşturmaları meşru zeminden kendi iktidar mücadelesi için kötüye kullanmaları oldu. Berbat bir şey.
“Fethullah Gülen’i en son 2005’te gördüm”
– Bu eleştirinizi kendisine (Gülen’e) söylediniz mi?
Ben en son 2005 yılında gördüm onu. Ondan sonra görmedim ki hiç. Ne yazıştım ne görüştüm.
“15 Temmuz’dan sonra koz vermemek için cemaatle temas etmedim”
– Kendisine değilse bile bu eleştirileri cemaatinden başkalarına söylediniz mi?
Çok az sayıda. Türkiye’de kimseye aleyhimde koz vermemek için hiç temas etmedim. Zaten demin gönderme yaptığınız gibi Gülenci diye sosyal medyada operasyon yapılmaya çalışılıyor, bir de yurtdışında görüşsem “İşte bu Gülenci” diyecekler. Onun için uzak durdum. Biraz canım da sıkıldı bu işe çünkü bir kısmını da gayet iyi tanıyorum. Oturur bir çay içersiniz konuşursunuz, ne var yani. Ama “neme lazım” diye yapmadım.
– Ne zamandan beri bu mesafeyi koydunuz?
15 Temmuz’dan sonra koydum. 15 Temmuz’da hiç rolleri olmadığına da ikna olmadım. Türkiye’de devlet her yerde var. Gülen cemaati zaten devletin içinde ve devletle çok bitişik bir yapılanmaydı. Dolayısıyla 15 Temmuz içinde devletin bazı unsurlarının da Gülen cemaati unsurlarının da bulunması çok anlaşılır bir şey. Ama ben bunu devlet için bir operasyon olarak algılıyorum.
“Gülen cemaatinin en büyük günahı Ergenekon ve Balyoz’u çığırından çıkartmaları”
– Size devletin belli bir kısmının da 15 Temmuz operasyonun içinde olduğunu düşündürten nedir? Kimdir bu operasyonun içinde olanlar?
Erdoğan’ın haberdar olduğu kanısındayım. Başka bir tez de var “Bunu Erdoğan yaptırttı” diye. Ben o kanaatte değilim. Ama haberdardı, yani hazırlıklıydı. Bunu Kılıçdaroğlu da söylemeye başladı zaten. Erdoğan haberli ve devletin içindeki unsurlar tarafından bunun önlemleri alınmış ve “gel gel” yaptırılmış adeta. Evet risk aldı ama bunun kontrollü biçimde bunun sonuçlarından yarar sağlayacağı hesap edildi. İşte Allah’ın lütfu. Ben o gece sabaha kadar Stockholm’de izledim her şeyi. Düşünün İstanbul’da o kadar insan ölüyor. Sabaha kadar cepler halinde çatışmalar devam ediyor. Sabahın erken saati ve cumartesi günü yüzlerce hâkim, savcı, anayasa mahkemesi üyesi tutuklanıyor. Ya bu devlet ne zaman bu kadar randımanlı çalışmaya başladı?
Belli ki bir liste var. Hemen hızla alıyorsanız bunları, bir hazırlıklı olma hâli var demektir. Bu işin kontrollü bir darbe girişimi olduğuna dair çok fazla parmak izi bıraktılar. Ondan sonra da TBMM soruşturma komisyonuna hayati önemdeki bazı isimlerin gitmemesi… Daha bu “15 Temmuz neydi” pilavı çok su kaldırır. Ama tekrar edeyim, Gülen cemaatinin en büyük günahı Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturmaları çığırından çıkartmasıdır.
“Adil Öksüz devletin darbe başarısız olsun diye yerleştirdiği adam mıydı?”
– Peki ya 15 Temmuz’daki günahları?…
Şimdi orada şunu söylemeye çalışıyorum; bu işler devletsiz olmaz. Mesela Adil Öksüz diye bir figür çıktı ortaya. Kimdir bu adam? Bu Adil Öksüz Gülen cemaatinin önemli bir şahsiyeti mi gerçekten, yoksa devlet güvenlik sisteminin Gülen cemaati içine başarısız bir darbe yapma talimatıyla yerleştirdiği adam mı? Bilmiyorum!
– Şuraya dönelim. Siz Gülen cemaatinin en büyük günahının Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturmaları çığırından çıkartması olduğunu söylüyorsunuz. Çünkü bu nedenle askeri vesayetle doğru düzgün mücadele etme imkânı kaçtı. Yanlış özetlemiyorum di mi?
Tabii, tabii. İş bir anda ‘Ergenekon kumpası’ oldu. Bunu demiyorsanız sanki siz de o kumpasın yanındasınız gibi bir hava yaratıldı. 2002-2003-2004 yıllarını hatırlayın. Asker içinde AKP iktidarını darbeyle al aşağı etmek isteyen bir kesim yok muydu yani?
– 15 Temmuz’da Gülen cemaatinin bir bölümü planlamada başat rol oynayarak darbe hayali kurup bu işin sonunda da tek adam rejiminin tahkimine neden oldukları için Ergenekon ve Balyoz’da yaptıklarından daha büyük bir kötülük yapmış olmadılar mı Türkiye’ye?
Elbette. Bunun mantıki sonu buraya gider.
“Birilerinin gönlünü hoş tutmak için ‘pişmanım’ demeyeceğim”
– Tüm bunları hatırlatarak gelmek istediğim nokta başka. Bugün Türkiye’de birileri sizden “Ben Türkiye’ye bu kadar kötülük yapmış bu adamlar konusunda yanılmışım. Bunlar korkunç adamlarmış. Fethullah Gülen’i televizyonlarda ılımlı bir dini figür olarak övdüğüm için çok pişmanım” demenizi bekliyor.
Hayır, demeyeceğim. Bir, o lafları söylediğim için pişman değilim. İki, bunu benden isteyenlerin gönlünü hoş tutmak gibi bir zorunluluğum yok benim. O sosyal medyada dolaşıma sokulan kısa video 1997 yılından. Fethullah Gülen’in dinler arası bir diyalog sembolü olarak piyasaya yeni çıktığı bir dönemdi. NTV’de Taha Akyol ile program yapıyorduk. Her hafta bir konuk çağırıyorduk ve rotasyonla sunum yapıyoruz. Gülen bir hafta sonra konuk gelse açılışı Taha Akyol yapacaktı mesela. O bölümde sunum görevi bende ve programın açılışında tam da bu söylediğim Gülen’in dinler arası diyalog kurma iddiasına hatırlatarak Ahmet Yesevi‘ye gönderme yapıyorum, o düşünce pınarının bugünkü devamı gibi gözüktüğünü filan söylüyorum. Öyle görüyorduk o sırada. Şimdi 1997 yılında bu lafları ettiğimde bu adam herkes tarafından böyle görülüyorsa, Bülent Ecevit’ten Tayyip Erdoğan’a Tansu Çiller‘e hepsi için muteber bir adamken, Papa tarafından Vatikan’da kabul edilen bir adam iken, bütün dünya tarafından o dönemki imajı bu iken ben de bu algılamanın yansımasını bir televizyon programında dillendirmişim. Aradan 26 sene aradan sonra bana “Gülenci” demek saçma sapan bir şey. Pişman mıyım? Ne pişmanlığı… O sırada öyle düşünüyordum, öyle söyledim.
Fotoğraf: Leyla Özkaynak
“Fethullahçılar beni KCK‘dan tutuklayacaktı”
– Şimdi ne düşünüyorsunuz Fethullah Gülen hakkında?
Benim için büyük bir muamma. Ben hiçbir zaman Gülen’in kendisine sempati duymadım, onu da söyleyeyim. Ama hareketin içindeki bir sürü insanla dostane, insani ilişkilerimiz oldu. Şunu da hatırlatmam lazım; Gülen cemaatinin bu ülkeye yaptığı en büyük kötülüklerden bir diğeri de KCK davalarıdır. O sırada beni tutuklayacaklardı, onu biliyorum ben. Bana içerden bilgi geldi. Fethullahçı yargıçlar Fethullahçı polisler eliyle beni tutuklayacaklardı. Bana mı anlatıyorsunuz Fethullah Gülen cemaatini! Eğer içeri atsalardı ben 15 Temmuz sırasında içerde olacaktım, sonra da başka gerekçelerle başkaları beni içerde tutmaya devam edeceklerdi. Gülenci polislerin ve yargının hedeflerinden biriydim ben. Bugün hâlâ Diyarbakır hapishanelerinde yatan bir sürü Kürt Gülenciler tarafından içeri atıldı. Benim için Gülenci yaftası komik. Olacak şey değil. Ve bunun kanıtı olarak da 1997’de siyasette sağdan sola herkesin övdüğü adamı programa çıkarttığımda nasıl takdim ettiğim gösteriliyor. Başka? Yok bir şey.
– Gelelim 2010 referandumunda 26 maddelik anayasa değişiklik paketine verdiğiniz desteğe. Hani Fethullah Gülen’in “İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda ‘Evet’ oyu kullandırmak lazım” dediği o referandum.
O zaman Adalet Bakanı Sadullah Ergin‘di. Hiçbir zaman Fethullahçı falan değildi Sadullah Ergin. İlla bir etiket yapıştırmak istiyorsanız söyleyeyim; Sadullah Ergin Millî Görüşçü idi. Refah Partisi’nin Hatay il başkanıydı. Sadullah Ergin’in Fethullahçılıkla uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi Gülen cemaati Erbakan’dan ve Refah Partisi’nden katiyen hoşlanmazdı. Keza Erbankan’cılar da Gülencilerden hiç hoşlanmazdı. Sadullah Ergin Adalet Bakanı iken anayasa değişiklik taslağını Avrupa Konseyi’nin Venedik Komisyonu’na götürdü, bazı bölümleri orada yazıldı. Venedik Komisyonu’ndan kendisine deniyor ki; “Türkiye Avrupa Konseyi üyesi, burası da Konseyin hukuk danışma kurulu, ilk defa bir Türk Adalet Bakanı yasa çalışması için bize geliyor, çok etkilendik, bravo valla.” O sırada Venedik Komisyonu’nun Türkiyeli üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun. Türkiye’deki anayasa hukukçularının piri.
Tayyip Erdoğan onaylı bir taslak. İslami hiçbir özelliği olmayan taslak. Cemaat ile hiçbir ilgisi olmayan bir olay. Venedik Komisyonu Temsilcisi Ergun Özbudun var. Eski Refah Partili ve AKP’li Sadullah Ergin var. Venedik Komisyonu’nda hazırlanan bir taslak. O dönemde ben yapılan çalışmayı en yakın arkadaşlarımdan iki yakın hukukçuya danışarak takip ettim. Gazetede yazı yazmadan önce onlara danışıyordum. Birisi Mithat Sancar, o sırada Ankara Üniversitesi’nde kamu hukuku dersleri veriyor. Öbürü de Sezgin Tanrıkulu. Birisi sonradan HDP eş başkanı oldu, öbürü CHP Genel Başkan Yardımcısı.
– E onlar karşı çıkıyordu çok net?
Siyaset böyle bir şey anlaşılan.
– Size özel konuşmada “çok iyi metin” deyip sonra kamuoyunda eleştiriyorlar mıydı?
“Yetmez ama evet”e hangisinin karşı çıktığını ben bilmiyorum. Bir kere o anayasa değişiklik metninde HSYK bir bölümü işin, sadece o yok. O metinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı gibi şeyler de vardı.
“HSYK’nın bugün tepki duyduğumuz yapısının mimarı bir bakıma CHP’dir”
– Ama sizi KCK davasında tutuklamaya hazırlandıklarını söylediğiniz savcı ve hakimler de o referandum sonrasında HSYK tarafından yerleştirilen kişiler nihayetinde.
Olabilir. Ben başka bir şey söylüyorum ama. En büyük kıyameti kopartan unsur HSYK’nın yapısı. Oylanan taslakta HSYK’nın yapısında anormal bir şey yoktu. O sırada YARSAV kendileri yer almıyor diye CHP üzerinden Anayasa Mahkemesi’nde bozdurdular o kısmını hükmün. Anayasa Mahkemesi’nin bozduğu hüküm öyle bir şekil aldı ki bunu Baskın Oran uzun uzun anlattı mesela. O zaman Adalet Bakanlığı’nın hazırladığı liste çoğunluk oyuyla -adeta milletvekili seçimlerindeki çoğunluk sistemiyle yapılıyormuş gibi- en büyük oyu aldı. Onun için de içinde çok sayıda Fethullahçı vardı. Tabii o Fethullahçılar denilenlerin birçoğu da bir gecede derilerini değiştirip 15 Temmuz’dan sonra AKP’li oldular. Dolayısıyla HSYK’nın bizim bugün şiddetle tepki duyduğumuz yapısının mimarı bir bakıma CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne başvurusudur. Yetmez ama evet’i bizi eleştirmek için öfkeyle kullananları, adeta küfür gibi kullananlar…Bu YAE’cilerin orada burada ne işi var diyenler…
– TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan mesela.
Mesela. Öyle bir kullanılıyor ki bu konu, bir kere pejoratif. “Yetmez ama evet”in ne olduğu didiklenmiyor ve şu yorumla otomatik bir algı yaratılmaya çalışılıyor; “Tayyip Erdoğan iktidarı bundan dolayı gerçekleşmiştir. Tayyip Erdoğan’ın bütün günahları bu YAE’nin sonucudur. Dolayısıyla yolu bunlar döşemiştir ve bunlar günahkardır.” Referandum 2010’daydı değil mi? Bana YAE diye saldıranların her biri televizyonlarda yer tuttular. Ben ülkemde yaşayamadım. Biz nasıl Tayyip Erdoğan’ı iktidara getirdik de sonra ülkemizde yaşayamadık? Bir de bu ne kudrettir yahu! Türkiye’nin dört beş tane entelektüeli Tayyip Erdoğan’ı iktidara getiriyor filan. Deli saçması.
“AKP’yi meşrulaştıran biz değiliz, ulusalcı laikler”
– Hayır, orada yapılan yorum ve eleştiriler AKP’yi sizlerin iktidara getirdiğine ilişkin değil. Bu eleştirilere temel olan “AKP’ye oy verdim” dediğiniz 2007 seçimlerinde bu partinin o kadar yüksek oy almasında Türkiye’deki entelektüel dünyada lafının karşılığı olan bir grubun Erdoğan’ın meşrulaştırılmasında ve ana akımda kabul görmeye başlamasında önemli rol oynadığı kanaati.
Aynı bakış açısından yola çıkarsak, Türkiye toplumunda 2002 yılında yüzde 34 oy almış, ondan önce hükümet etmekteyken 28 Şubat gibi kumpasla iktidardan edilmiş bir partiden bahsediyoruz. Seçilmiş belediye başkanıyken adamı tutup hapse atıyorsunuz, bir sürü milletvekilini yasaklı hale getiriyorsunuz, 2002 yılında yüzde 34 ile iktidara geliyorlar. 2007’de tamamen sizin yazdığınız kurallara göre oyunu oynarken maç yapılırken kural değiştirip 367 ölçeğini dayatıyorsunuz. 2007 seçiminde yüzde 49 oy alıyorlar. Yetmiyor. Ertesi sene kapatma davası açıyorsunuz. Bana sorarsanız bütün bunları yapanlar meşrulaştırdı AKP’yi. Biz değil, onlar meşrulaştırdı. Adamların attığı her adıma bu müdahalelerle adamları anayasa ve yasa değiştirmeye zorladınız. Siz yaptınız bunu… Ey askeri vesayet yanlısı ulusalcı, laik kardeşlerimiz. Gidin aynaya bakın önce.
“Beni anlatacak tek şey bu mudur? Sinirleniyorum, alınıyorum, üzülüyorum”
– Bu kadar kuvvetli bir eleştirinin odağında olmak sizi kızdırıyor anladığım kadarıyla. Bunları konuşmaya başlayınca sesinizin tonu değişti
Kızdırmıyor dersem yalan olur. Fakat kızdırmasından ziyade üzerinde esas durduğum şu; Türkiye çok genç bir ülke, nüfusunun yüzde 30’undan fazlası 30 yaş altında. Bunlar bu yürütülen kampanyalar ve bu toz bulutu içinde beni Tayyip Erdoğan’ın zulümlerinin yolunu döşeyen adam gibi algılayacak. Bu adam aslında kimdir, nedir bakmıyor. Benim bütün hayatım sadece Türkiye içindeki değil tüm dünyadaki mazlum milletlerin mücadelesinin yanında yer alarak geçti. Üzülüyorum. Ben Türkiye’ye Filistin davasını taşıyan adamım. Mümtaz Soysal bile -ki ideolojik olarak hiç aynı yerde değildik- benim için “tek başına Türkiye’nin dış politikasını Filistin yönünde değiştirmiş adam” diye yazdı. Açın bakın. Bosna soykırıma uğratılırken Allah’ın günü oradaydım. İzzetbegoviç ile Özal’ı bir araya getiren, Türkiye’nin Bosna’ya desteğinde rol oynamış bir adamım. En önemlisi de kendi ülkemin içinde Kürtlerin hakkı hukuku için mücadele eden bir adamım. Sol gelenekte enternasyonalist olduğum için her türlü ulusal kurtuluş mücadelesinin safında bulunmuş biri olarak 75. yaşımda devamlı yetmez ama evetçilik… Ya beni anlatacak başka bir şey yok mu bu kadar uzun hayat çizgisi içinde? Buna hem sinirleniyorum hem alınıyorum hem de üzülüyorum çünkü ülkemin nüfusunun önemli bir bölümü bu uzun hayat çizgisi içindeki tüm o unsurları bilmiyor benim hakkımda. Beni olmadığım gibi tanır hale geliyorlar.
“Özal zehirlenmedi, bendeki bilgi bu değil”
– Mezopotamya Ekspresi’nde Türkiye’nin Kürt sorununun çözümüne en yakın olduğu anın Özal’ın cumhurbaşkanlığı dönemi olduğunu yazmıştınız. O kitap çıktıktan sonra bambaşka gelişmeler yaşandı.
O kitap 2012’de çıktı. 2009 gibi başlamış ve 2011’de noktalanmış olan Oslo barış süreci bu kitapta yok. İşte 2020’de çıkan İngilizce kitapta bunu anlatıyorum; Özal çözemezdi diyorum. Ama o dönemde çözüm bugün olduğundan çok daha kolaydı. PKK’nin silahlı mücadelesi 1984’te başladı. Özal 1993’te öldü. O zaman mesele daha dokuz yıllık bir olay. Özal için mesele kademeli aftı. Sonra meselenin jeopolitik anlamı değişikliğe uğradı. Irak’ın kuzeyinde Kürdistan Bölgesel Yönetimi kuruldu. Bir de Rojova çıktı, oradaki PKK’nin uzantısı Kürt varlığı Amerikan askeri şemsiyesi altında. Dolayısıyla da bugün artık çözümün parametreleri çok grift.
Özal işi çözmek istediğinde PKK de daha kendi programını değiştirmiş değildi. Demokratik özerlik kavramı sonradan geldi. PKK, bağımsız Kürdistan pozisyonunu terk etti. Özal döneminde her şey daha çok ham ve yeniydi. Ama bütün bu basitliğine rağmen Özal Kürt sorunu çözemedi. Çok iyi niyetliydi ama yalnızdı. Devlet içinde çoğunluk karşıydı ve hazır değillerdi. Özal’ın devlet içindeki yalnızlığı nedeniyle başta Öcalan’ın kendisi olmak üzere birçok Kürt zehirlenerek öldürüldüğünü düşündü.
– Ama siz Mezopotamya Ekspresi’nde öyle olmadığını anlatıyorsunuz.
Hayır öyle olmadı çünkü. Benim bilgilerim zehirlenme falan yönünde değil.
Turgut Özal ile birlikte…
“Oslo sürecine Norveç, Avusturya ve İngiltere müdahildi”
– Oslo görüşmelerine dönelim.
Asıl barışa en yaklaştığımız dönem Oslo süreci. Düşünebiliyor musunuz Kandil’den adamları Oslo’ya getiriyorsunuz ve Millî İstihbarat Teşkilâtı ile aynı masada buluşturuyorsunuz. Bunun için birtakım yabancı ülkeler gerekiyor. Erbil Havaalanı’na geliyorlar, oradan Viyana’ya, oradan Oslo’ya.
– Sizin bilginize göre hangi ülkeler işin içindeydi? Hiçbir zaman açıklanmadı o boyutlar kamuoyuna.
Norveç içinde, Avusturya içinde, İngiltere içinde. Almanya haberdar. Fransa haberdar. Amerika Birleşik Devletleri haberdar. Zaten Avrupalılar tarafından Tayyip Erdoğan’a yapılan telkin şuydu; “Sen askeri vesayetten çıkmak istiyorsun iyi güzel ama bu Kürt meselesi askerin siyasete müdahalesinin en kestirme ve en net alanlarından biri. Bunu çözersen iktidarını sağlama alırsın.” Tabii Erdoğan Kemalist ulusalcı gelenekten gelmeyen biri olduğu için o tür ideolojik bagajları yoktu. Bu pragmatik ufku da görerek Oslo sürecine girdi. Sonra da açılım sürecini başlattı. 2009-2013 arasındaki süreç devletin çözüme Turgut Özal döneminden daha yakın olduğu bir dönem. Ama yine de o sırada da çözülemezdi.
– Bugün ne kadar uzağız çözüme? Erdoğan’ın özellikle 15 Temmuz sonrasında 90’larda devlete egemen ulusalcı ekiple iş tuttuğunu biliyoruz. Bu süreçte o zihniyetteki kişiler güvenlik bürokrasisinin kritik noktalarına yerleştirildi. Muhalefetin seçim kazanması durumunda bu zihniyet bir anda ortadan kaybolmayacak. Dahası, İYİ Parti’nin bir şeye itirazının ne kadar kuvvetli olabildiğini 2 Mart krizinde gördük.
Kendisinin dağılmasına doğru da gitti yalnız o süreç.
(DEVAMI T24’te….)