“Bugünün insanı kendini yalnız hisseder, çünkü artık doğayla bağ kurmamaktadır. Taşları, bitkileri izlemiyor, akan suları dinlemiyor, duymuyor ve onlarla konuşmuyoruz” diyor Carl Gustav Jung, ‘Dışa Bakan Rüya Görür, İçe Bakan Uyanır’ kitabında.
İnsanın tabiatın mucizevi ahengi ve işleyişi içinde, o ahenk ve işleyişin bir parçası olarak yaşarken ‹varlığın hakikati’ne dair bir idrake sahip olması, şüphe yok ki bugün içinde ömür sürdüğümüz kaotik dünyadan daha kolay ve daha mümkündü. Tabiatın şaşmaz bir düzeni, ismiyle müsemma tabii bir seyri var; bu seyrin içinde insan o bütünlüğün bir parçası olarak kendi tabiatının şuurunda olarak yaşayabiliyordu. Oysa bizler bugün tabiatla bağı ve ünsiyeti son derece zayıflamış, insan ihtiras ve hevesleriyle tabii seyrinin dışına çıkarılmış, manevi derinliğinden koparılmış karmaşık bir şeyi hayat diye yaşamaya çalışıyoruz. Bir girdaba kapılmış gibi dönüp duruyoruz günlerin içinde adeta. Bu kısır döngü içinde anlamı arayıp bulmamız, o anlamlar üzerinden hayatımızı da anlamlandırmamız hiç de kolay değil…
“Sabah kuş cıvıltılarıyla uyanayım, penceremi açtığımda yemyeşil bir orman beni bekliyor olsun, taze nefesiyle beni selamlasın istiyorum ben bazen” dedi yanındakine. “Keşke bütün bunların olabildiği o gezegeni bırakıp buraya gelmeseydik!” dedi gülerek yanındaki. Milyonlarca benzeri gibi, dünyanın herhangi bir yerinde, her şeyin pişmanlığa dönüştüğü yorgun, solgun, kasvetli diyaloglardan bir diyalogdu bu da. Kirli havaya karışıp sesini yitiren tanıdık kelimeler…
Böyle şeylere kafasını fazla takmayıp yaşadığı zamanın keyfini sürmek isteyenler de var elbet; hatta belki çoğunlukta onlar… Eğlenmek, iyi vakit geçirmek, gece gündüz çalışarak elde ettikleri maddi imkanlarını fiziki ve zihinsel konfor satın almaya harcayan, bununla her türlü endişeyi kapılarının dışında tutmaya çalışıyorlar. Elde ettikleri en büyük konfor çılgınca tüketebilmektir. Tüketebilmek için üreten, üretebilmek için kendilerini de, hayatlarını da, yeryüzünün kaynaklarını da tüketen kalabalıklar… Kendi açlığına tapan, tüketim tanrısına kendi hayatını kurban eden bir insanlık… O açlık doymak bilmez bir açlık, tükenmez heveslerin haddi hududu olmayan obezliği…
Endişelerin yok sayıldığı, anlam arayışlarının kahırlı, insanca merakların yorucu bulunduğu, temel gayesi heveslerin tatmini olan bir dünyanın taç tane mutlu insanı var peki? Hevesler yorulunca, ışıklar sönünce, eğlence bitince kaç insan sürur içinde kendi hayatına geri dönebiliyor bu dünyada? Daha fazla eğlenebilmek, daha fazla tatmin olabilmek, daha fazla konfora sahip olabilmek ve daha fazla tüketebilmek için kurduğumuz bu dünya, günden güne bizi de o öğütmedi mi, öğütmüyor mu içinde? Biz çılgınca tüketirken tükenen ne? Hayat ve insan ve anlam değil mi tükenen, her şeyden önce?
İnsan olmakla ilgili her şeyi iç dünyasında kilitli tutan, kendini dış dünyanın eğlencesine koy veren, o döngü içinde tükenip giden milyonlarca insan, asla sonunu getiremeyecekleri heveslerinin peşinde çılgınca koşuşuyor. İçini hatırlatacak bilgiden mahrum, kendi enginliğine yabancı, hakikatin kelimelerine sağır ve kör, yakasını kargaşadan kurtaramayacak kadar sarhoş insancıklar… Kendi içlerinin kapalı kapılarını açacak anahtarı bulabilseler belki görme kabiliyetlerini asgariye düşüren netliğe yavaş yavaş yeniden ulaşabilecekler, bulanık bir hayata mahkum yaşamaktan kurtulabilecekler.
Aynı kitaptan, Carl Gustav Jung’un derinlikli bir cümlesiyle bitirelim yazıyı: “Kendi içine bakmaya cesareti olmayan herkesin yaşamı bulanıktır.”
Gökhan Özcan/Yeni Şafak