Oturduğumuz evin yanındaki büyük ve boş arsaya devasa bir bina inşa edildi.
İki yüksek rezidans, otel, alt kat bir alışveriş merkezi, havuz, süs bitkileri ve her yer beton. Beton zeminde granit kayalar. Her bina insanın üstüne üstüne geliyor. İkisi de birer ejderha.
Mimarlar, peyzaj ustaları bu korkuyu, bu baskıyı kırmak, insanlara biraz olsun ferahlık vermek için alış-veriş merkezinin üzerini çimenler, çiçekler, bodur ağaçlar ile süslediler. Gören kişi orada bir avuç toprak var sanacak, orayı gerçek bir bahçeymiş diye kabul edecek.
Acaba eder mi?
Beton ve çelik karşısında aciz kalan insan kendi yarattığı canavarın şerrinden kaçmak için her türlü yalana inanmak ihtiyacındadır.
Hani yaşı yetmiş, işi bitmiş adama “Abi ya çok genç gösteriyorsun, en fazla kırk beş, elli. Bunun sırrı nedir?” diye iltifat etmiş biri; o da “Söyle söyle yalan ama hoşuma gidiyor” demiş.
Betona, çeliğe, asfalta, modern yapılara, şehirlere, yollara böyle bir kamuflaj uygulaması şudur: Gerçek tek taş yerine imitasyon. Aldanışın pençesine düşen âdemoğlu bir çiçek, bir kelebek görsün; ayağı toprağa değsin, bir an için tabiata olan hasreti giderilsin, zavallı kafesinden çıkıp şöyle bir derin nefes alsın diye.
İnsanın kendi kendine acıması nasıl bir ruh halidir?
Şöyle: Çırpınış. Tuzağa düşen kuşun kanatlarını kanatıncaya kadar çırpınması, sonra yorgun düşmesi ve ölgün bakışlarla kadere rıza göstermesi gibi.
Ama Karadenizli yine de isyan ediyor.
Sevgili Ömer Erdoğan bizi, Rize’de şehre tepeden bakan evinde ağırlamıştı.
Aşağılarda Karadeniz insanının engel tanımayan enerjisini bizatihi gördüm.
Evlerin, yani 8-10 katlı apartımanlarının çatılarını yapmamışlar. Beton çatıya toprak taşıyıp mısır, fasülye, çiçek, domates falan yetiştirmişler. Hatta biri ağaç dahi dikmiş. Akşama doğru bahçeye çıkıyor, o ağaç altına bir sandalye atıyor, önündeki yeşilliği seyrediyor. Kara lahanalar onu çocukluğuna, buraların apartıman olmadan önceki tek veya iki katlı, müstakil, bahçeli evlerine götürüyor.
Arı kovanlarına, mısır ekmeğine.
Çatıya kovan da koymuş, hatta biri ufak bir ahır yaparak ineği de oraya bağlamış. Anası Fadime Nine Sarıkız’dan ayrılamamış besbelli.
Onlar bu apartıman tepesindeki bahçede kendilerini hâlâ eski günlerde sanıyor. Görenler gülüyormuş, umurlarında değil. Gürgen, kayın, kestane, çam, dişbudak, karaağaç, ormanlarının yerini, apartıman ormanları aldı. Bunalıyorlar.
Bir avuç toprağı onlara çok görmeyin.
Kaddafi bir ara Libya’da kırsal nüfusu şehirlere çekmek için onlara apartımanlar yaptırıp bedava dağıtmıştı.
Çölden gelen göçebeler keçilerini de beraber getirdiler, ama koca sürünün o apartıman ormanında barınması mümkün değildi.
Keçiler kesildi, etleri yendi.
Ama hepsi değil.
Çölün adamı bir yolunu bulmuş üç-beş keçi saklamıştı. Çölden getirdiği kumu, kumda yetişen çöl bitkilerini balkona yaymış, keçileri balkona bağlamıştı.
Böyledir.
İnsanoğlu’nun kendini doğurup emziren anaç topraktan ayrılması zordur. Resmen gurbete, hatta zindana düşüyorsun.
Bir avuç toprağa hasret yaşayıp gidiyoruz.
(İzine çıkıyorum. Nasipse sonbaharda görüşürüz.)
Yeni Şafak / Mustafa Kutlu