Şimdi tam hatırlamıyorum. Bir yerde okumuştum. Galiba Polonyalı bir yazar, “Türkiye’yi ziyaret etmeden önce Aziz Nesin’i bir mizah dehası olarak görüyordum. Çünkü bu denli yüksek düzeyli mizah metinlerini ancak bir dahi üretebilirdi. Ama Türkiye’yi gördükten sonra, o kadar da büyük bir yazar olmadığını anladım. Burası öyle bir memleket ki bu gibi metinleri üretmek için dahi olmaya gerek yok” anlamında bir şeyler söylemişti. Benimki de o mesele. Hiç konu sıkıntısı çekmiyorum. Sabah uyanırken bugün ne yazayım, diye dert yandığımı hatırlamıyorum. Haberler arasında küçük bir gezinti yapmak yetiyor. Mutlaka birileri yine akıl almaz şeyler söylemiştir. Siyasetten, ekonomiye, kültürden, edebiyata, ahlaktan dine kadar. Mevzu sebil. Yeter ki yaz, yeter ki yazabil. “Yazabil” diyorum, çünkü okuduğun bir haberin ardından yüreğinin orta yerinden gırtlağına, oradan dilinin ucuna hücum eden keskin sözleri yazıya dökmek her babayiğidin harcı değil. Aziz Nesin kadar olmasa da az biraz dahi olmayı gerektirir, usturuplu bir sövgü sunmak için.
İslam felsefecisi Prof. Dr. Mahmut Kaya ile bu konuyu konuşuyorduk. Bu gibi durumlarda istediğimi söyleme sıkıntısı yaşadığımdan dert yandım. Şöyle dedi hoca: “27 Mayıs 1960 darbesi zamanıydı. Yaşı doksanlara dayanmış eski müderrislerden biriyle Fatih’te bir camide Cuma namazına gitmiştik. Kürsüde bir vaiz, darbenin gazıyla “İslam’da yoktur”lardan bir demet sunuyordu. Aziz cemaat, bazıları melekler şöyle kanatlıdır, böyle yeryüzüne inip duruyorlar diyorlar. İslam’da melek diye bir şey yok (Fatır suresi, 1 ve Kadir suresi, 4 ayetlerine rağmen). Melek güç, katı madde demektir…” deyiverdi. Cuma’dan sonra yaşlı müderrise vaazı nasıl buldunuz, diye sordum. Evladım, kulaklarım artık ağır işitiyor. Bir şeyler diyordu, ama ne dediğini anlamadım, dedi. Vaizin sözlerini aktarınca, bu doksan yaşındaki müderris, anadan avrattan başlayan ağır bir küfür etti, sonra da “bir küfür mahalline masruf ise (tam yerini buluyorsa) sevaptır” dedi”. Sanki hoca, usturuplu olmasını da şart koşuyor gibiydi.
Mahmut hocadan fetvayı almış olmanın motivasyonuyla oturdum bilgisayarın başına. Haber siteleri arasında dolaşmaya başladım. Pat diye bir haber: Bir grup ilahiyatçı, “Şeriat İslam değildir” diye bildiri yayınlamışlar (Casiye suresi, 18 ayetine rağmen). “La havle…” çektikten sonra, “en halisinden büyük bir sevap kazanmanın fırsatını buldum”, dedim. Ama bu sefer de “usturup” sorunu çıktı karşıma. Sonra ona da çözüm buldum.
Bizim oralarda cinayet gibi ağır meselelerin dışındaki sorunların çözümü için mahkemelere pek başvurulmazdı benim çocukluğumda. Sınır anlaşmazlıkları, miras meselesi vs için “şeriata gidelim” derlerdi. Köyün Seydası şeriata göre hükmünü verir ve insanlar da itirazsız uyarlardı. Bir adam vardı, bir mesele ile ilgili olarak şeriatın verdiği karara uymamıştı. Dedem, onun hakkında “bênamûs” (namussuz) diyordu. Doğrusunu isterseniz, o yaşımda, adamın tavrı ile bu “namus” hususunu pek bağdaştıramamıştım. Sonra anlamıştım tabi.
Nomos, Yunanca bir kelime olarak kanun, hukuk, Şeriat anlamına gelir. Bu kelime Arapça ile birlikte diğer Müslüman milletlerin dillerine de “namus” şeklinde geçmiş. Yahudiler de Tevrat’a namus, derler. Nitekim Varaka b. Nevfel de peygamberimize İslam’ı, yani Şeriatı indiren Cebrail adlı meleği “namus-i ekber” şeklinde tanımlamıştı. Fakat özellikle Türkçede şimdilerde namus, bir tür anlam daralmasına uğramış. Bu yüzden bu yazıyı okuyanlar, benim çocuk yaşımda düşündüğüm gibi, dedemin “bênamûs” sözünü bu dar şekliyle anlayabilirler. Oysa dedem, “Şeriatı inkar eden” anlamını kast ediyordu “bênamûs” derken.
Star / Vahdettin İnce