İslam’ın kamusal-siyasal-ekonomik-hukuki hiçbir hükmü gerçek hayata uygulanmadığı, hiçbir yaptırım iradesine sahip olmadığı halde nedense artık bunu hiç dert etmiyoruz.
Hiçbir şekilde rahatsız olmuyor kederlenmiyoruz.
Dinin siyasi figürler elinde bir sömürü konusu edilmesi de bizleri fazlaca enterese etmiyor.
İslam’ın iktidarı için bütün varlığımızla imkânlarımızla içtenliğimizle birikimimizle sorumluluk üstlenmemiz gerekirken onun kullanışlı dindarlık güdüleri ile kullanılması, istismar edilmesi karşısında da sessizliğimizi koruyoruz.
Oysa aklın sömürgeleştirildiği bu günlerde sessiz kalmak ve aksine geçmişte eleştirdiğimiz gayrı İslami referansların muhafazası için çaba göstermek dindarlık kalitemizin ne kadar bayağılaştığının bir işareti değil mi?
Ya da muhteris iktidar odaklarının birer öznesi haline gelmiş olmak!
Veya muhterislerin ganimet yağmasını İslam’ın zaferi sanmak!
***
Aslında her şey, Müslümanların modern dönemde Kitabın hükümleri ile hayata nizam verebilecekleri iddiasıyla başladı.
Sömürgeciliğin zulümle doldurduğu yeryüzüne İslam, barış, özgürlük ve adalet nefesi soluyabilirdi.
Mevcut beşeri sistemlere alternatif Kuran merkezli sosyal adalet, İslam ekonomisi, ilahi hukuk, etnik kimliklere saygı, dinler arası ilişkiler, halklar arası barış, insan hak ve özgürlükleri savunusu gibi her konuda İslam’ın da söz sahibi olduğu ve çözüm ürettiğini tüm insanlar bilmeliydi.
Zaten uzun yıllar baskı altında yaşamışlardı.
Ve ilginçtir, seküler projelerin nesnesi olmaya karar verişlerinin başlangıç noktası da yine bir baskı dönemi saydıkları “28 Şubat”tı…
***
Aslında, zaman ve zemin İslamcıların iktidarı için uygundu.
Dipsiz bir kuyu içerisine atılıp kurtarılmayı beklerken tahammül sınırlarının son noktasında bir sihirli değnek misali kuyudan çıkarılmaları ve beraberinde ayak bileklerine atılan her düğümün bir bir çözülerek dünyevi iktidarın altın tepsi içerisinde sunulması onları başlangıçta şaşırtsa da bunu kendi kerametleri sanmaları mukadderdi.
Radikal söylemlerden vazgeçtikleri beyanı ile kendilerine meşruiyet zemini bularak iktidara geldiler.
Öncesinde itiraz etmiş olsalar da sonrasında meşrulaştırıcı çabalarla sistemle büyük bir içselleşme, bütünleşme yaşadılar.
Sanki yüzyıllarca toprağın suya hasreti gibi iktidara yani güce hasrettiler.
Onların sisteme dahlinde son dönem liberal çevrelerle kurdukları ikircikli diyaloglarının katkısı büyüktü.
Bir de özgürlükçü, çoğulcu ve çok kültürlülüğe vurgu yapan söylemlerinin…
Oysa kurulu düzenin büyüsüne kapılmak ve beraberinde ideallerin yitimi pratikte yaşanacak yozlaşmanın da habercisi idi.
Sistemi sahiplenmek geri dönülmez şekilde onları Tevhidden uzaklaştırdı.
İslami referansların bünyelerine kazandırdığı daima doğru davrandığını zannetme şımarıklığı beraberinde İslamcı kimliğin kirlenmezliğine olan iman ve özgüven her eleştiriyi ihanetle suçlamayı kolaylaştırdı.
Bundan mütevellit dinin hükmedici olduğu gerçeği artık zihinlerde sadece nostaljik bir anıdan ibaret.
İslam’ın geleceğine dair hiçbir somut öneri, ideal ve çaba maalesef kalmadı.
Soyut fıkhi meseleleri tartışıp durmaktan ve İsrailiyat hikâyeleri beraberinde kabir azabından koruyan kefenler satmaktan başka…
***
Bugün İslamcılık geçmiş muhafazakâr sağ iktidarların çizgisinde bir yerlere denk gelmekte maalesef.
İslam’ın iktidarı nutuklarından Sekülerizme, Kitapla hükmetmekten liberalliğe, çokluk vaadinden tekçiliğe, hukuk vaadinden keyfiyetçiliğe, özgürlük vaadinden yasakçılığa evrilerek dünyevileşmeyi tercih ettik.
Her şeyi tükettik.
Dini, maneviyatı, ibadeti, samimiyeti, takvayı…
Ve artık mevcut hayat standardımızı idame ettirebilmek için muhafazakar kalmamız gerektiğini biliyoruz.
Sıradan olmak, radikal düşünce ve tavırlardan uzak durarak herkes gibi sürüden davranmak…
Hiçbir şeyi, yaşanan hak ihlallerini adaletsizlikleri ve mağduriyetleri sorgulamamak…
Modern sömürgeciliğin bir kölesi, cahili düzenlerin öznesi olmak…
***
Şüphesiz muhafazakar kimliğe kayış hepimizde milliyetçi ve mezhepçi düşünceyi meşrulaştırdı.
Dini, nezdimizde bir nostalji unsuru görüp salt ritüellere, tespih tıkırtılarına indirgemeyi kolaylaştırdı her geçen gün.
Maruz kaldığımız dünyevileşme ideallerimizi modern hayata kurban etmemize, sıradan birer birey kalmayı tercih etmemize neden oldu.
Bu belki de biraz kendimizi daima Allah’ın sevgili kulu görme zavallılığımızdan kaynaklanıyor.
Artık İslam’ın ancak düzeninin izin verdiği ölçüde folklorik/sembolik olarak uygulanabileceğine ikna olduk.
Muhafazakar mütedeyyin dindarlığı İslam’ın iktidarı görüp ulus-devlet kutsallığında karar kıldık.
Muktedir olma sarhoşluğu, şarabınki gibi geçici değil ve aklın üstüne attığı örtü daimidir.
Geçmiş hafızamızı yitirdik ve savaşı kaybettik.
Artık İslami politika üretmenin mevcut siyasi düzene entegre olmakla mümkün olabileceğine inanan dindar topluluklarız.
Aslında bugün yaşadıklarımız galiba yeni bir “Seküler İslamcılık” deneyiminin başlangıç adımları.
Öyle ya da böyle…
Mutlak olan bir şey var ki; İslami düşünceyi böylesine yıpratmanın ve kitleleri İslami söylem ve ideallerin kofluğuna inanmaya mecbur bırakmanın bedelini Allah’ın huzurunda hepimiz ödeyeceğiz…
Selam ve dua ile…
Her Taraf / Enes Tarım