Umut

Umudun bir öznesi vardır ve bu, malum olduğu üzere insandır; bir de nesnesi olmak durumundadır. İnsan neyi, niçin, nasıl umar? İnsana ümitvar olması tavsiye edilirken tam olarak kime seslenilmektedir?

Türkçede umut ve ümit ikiz denecek kadar birbirine yakın, sevinç ve sürur telkin eden iki kelimedir. Umut Türkçe, ümit ise Farsça kökenli (ummîd) olup Türkçeleşmiştir. Türk Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğünde umut şu şekilde tanımlanmaktadır: Ummaktan doğan güven duygusu yani ümit. Ummak ise bir şeyin olmasını istemek, olmasını beklemek diye tarif edilmektedir. Ümit umma, beklenti, umut demektir. Arapçada ‘racâ’ umut demektir. Emel ve temennâ kelimelerinin anlamları da umuda yakındır. Umudun zıddı yeis ve korkudur. Kelam ilminde havf ve racâ, ahirette kulun nihai hayatı hakkında önerilen bir ‘denge’ telakkisidir. Her mümin kul ebedi alemde Allah’ın bağışlaması neticesinde kurtulanlardan olmayı ummalıdır (racâ) ama aynı zamanda kurtulmuşlardan olmayabileceği korkusunu (havf) da taşımalıdır. Kısacası ‘korkulu umut’ gibi bir beklenti durumu.

Arapça racâ (er-Racâu) kelimesini Rağıb el-İsfahanî özet olarak mutlu bir haberin gerçekleşmesini beklemek şeklinde tanımlamaktadır. “Erceti’n-nâka” dendiğinde devenin yavrulama zamanının yaklaştığı anlatılırken, esasında deve sahibinin bir deve yavrusu beklentisi/umudu içerisinde olduğu ifade edilmektedir. Arapçada ‘ef’âlu’r-racâ’ adı verilen bazı fiiller (kâde, asâ v.b.) vardır, bunlar bir şeyin olmasının yaklaştığı anlamında kullanılırlar. Yani bu fiiller bir tür beklenti/umut bildirirler. Kur’an’da racâ kelimesi çoğunlukla fiil olarak kullanılmıştır. Nikahlanma çağını geçmiş yaşlı kadınları (Nur 24/60) ve Rasûlullah’a, nikahlayacağı hanımlarla ilgili olarak tanınan serbestlikle alakalı (Ahzap 33/51) olarak iki yerde teknik anlamda, diğer yerlerde ise inşaî mahiyette, değer yüklü olarak kullanılmıştır.

Umudun bir öznesi vardır ve bu, malum olduğu üzere insandır; bir de nesnesi olmak durumundadır. İnsan neyi, niçin, nasıl umar? İnsana ümitvar olması tavsiye edilirken tam olarak kime seslenilmektedir? Öncelikle şu tespiti yapmamız gerekir: Herkesin pek çok konuda umudu vardır ve herkesin umudu, doğrudan fikir dünyası, dini, nasıl bir akideye bağlı olduğu yani ideolojisi ve dünya görüşüyle doğrudan alakalıdır. Bu hususu şu örneklerle belki daha iyi anlatabiliriz: Bir tüccarın umudu ile bir ressamın umudu, bir öğrencinin umudu ile öğretmenin umudu, bir hastanın umudu ile bir sporcunun umudu, bir dilencinin umudu ile bir din bilgininin umudu, bir gencin umudu ile bir yaşlının umudu birbirinden tamamen farklıdır.

Umudun değişmeyen anlamı, ummaktır lakin herkesin umduğu şeyler çeşitli olduğuna göre, umudun izafi olduğunu söylemek mümkündür. Birinin umudu diğer kişinin korkusu olabilir. Birisi için müjde olan bir haber, ötekisi için yıkım olabilir. Bir elçi toplumun mustazaf kesiminde bir ‘kurtarıcı’ olarak algılanırken, mele-mütref takımında, çanlarına ot tıkayan, bütün hesaplarını altüst eden bir ‘oyunbozan’ olarak tepki görmesi, bu özel-yapım beşerî tanrıların öfke ve gazabını celbetmesi olağandır. Semûd kavminin tepkisinden, elçileri Salih (as) hakkında ‘güzel umutlar’ besledikleri anlaşılmaktadır. (Hud 11/62). Belli ki onların gözünde Salih, önemli yerlere gelecek birisiydi, belki de ‘geleceğin lideri’ olarak görmüşlerdi. Salih (as)’ın, kavmi nezdinde ‘emîn’ olarak algılandığı anlaşılmaktadır. Fakat vahiy meleğinin gelmesiyle birlikte Semud’un Salih hakkındaki bütün umutları suya düşmüştü. Çünkü Salih (as) atalarının, kavminin gözündeki değerini sıfırlamıştı. Atalarının dinini değersizleştirmesini hazmedemezlerdi(!) Tıpkı Semud gibi Medyen halkı da elçileri Şuayb (as) yüzünden aynı hayal kırıklığını yaşamıştı. Şuayb’in, atalarının dinini terk etme çağrısının, temelde namazdan kaynaklandığını keşfetmişlerdi. (Hud 11/87).

Bütün elçiler gibi Salih’in (as) umudu kavminin umutlarından tamamen farklıydı ve umut demeyi hak eden de buydu. Salih, Rabbinden bir beyyine üzerinde olmanın verdiği güven ve itminanla, Allah’tan beklediği rahmeti önceliyor (Hud 11/63), putperest kavminin, kendilerini yaratan Allah’a kul olmaları, O’ndan bağışlanma dileyip, tevbe etmeleri gerektiğini (Hud 11/61) hakkıyla tebliğ edebilmek için bütün gücüyle çalışıyordu. Salih (as) nasıl kavminin umudunu boşa çıkardıysa, kavmi de Salih’in umudunu boşa çıkarmıştı. İki ayrı insan zihni, iki ayrı dünya, iki ayrı umut ve iki ayrı umutsuzluk. Fakat Salih’inki lafın gelişi ‘umutsuzluk’tur. Bütün elçiler gibi o da, Allah’ın elçiliğini hakkıyla yerine getirmenin verdiği huzurla, kalbi iman ve itminanla dopdolu idi. Kavminin hali ise gerçek bir hüsrandı, bütün kafir kavimlerin olduğu gibi. Salih (as) ve beraberindeki müminler, azgın toplumun hak ettiği azap ve zilletten kurtulmayı umuyorlardı. (Hud 11/66). Umutları tıpkı Musa (as)’ın, içlerindeki beyinsizler yüzünden “bizi de helak etme Allah’ım!” diye Rabbine yakarmasına (A’raf 7/155) benziyordu.

Müşrik kavimlerin umutlarını suya düşüren, onların algıladığı gibi Salih, Şuayb, Muhammad (sav) gibi elçiler olmayıp, gerçekte Allah’tır. Daha da doğrusu müşriklerin, hiçbir yeri düzeltilemeyecek bir yanlışlar silsilesi misali bütün hayatı baştan sona yanlış kurgulamış olmalarıdır. Müşrik algısında Allah’ın, toplum içinden bir elçi seçerek hayata müdahale etmesi işinde bir dahli yoktu, sorun, mesela “Ülkede büyüklük ikisinin olsun diye gelmiş Musa ve Harun” (Yunus 10/78) algısında olduğu gibi, elçilerin kendilerinde düğümleniyordu. Muhammed (as) da kavmi nazarında, Allah’ın onu elçi seçmesi gibi bir keyfiyetten o kadar uzaktı ki, eğer aksi doğruysa Allah’ın, üzerlerine taş yağdırmasına razı olduklarını söylüyorlardı. (Enfal 8/32). Oysa Muhammed (as) kendisine Kitap gelmesini uman biri değildi (Kasas 28/86), diyebiliriz ki bu aklından bile geçmemişti.

İslam’ın umudu seküler değil, tamamen dînîdir. Çünkü hayatta Allah’tan bağımsız, iğnenin ucu kadar bile bir yer bulmak mümkün değildir. Kur’an dilinde ‘umut’ deyince akla Allah’ın rahmeti gelir. Umudun konusu Allah’ın rahmetidir. Umut demek, algılarımızı Allah’ın rahmetine doğru çevirmemiz demektir. Allah’ın rahmeti hayat-memat meselesidir. Hikmet sahibi bir kul için, elde edilip edilememesi kaygı (havf ve racâ) etmeye değer tek şey Allah’ın rahmetidir. Bunun dışındaki umutlar teferruattır.

Kur’an Allah’ın rahmetinden mahrum kalmamak için adeta umut dağıtmaktadır. Allah, kullarının O’nun gazabına ve lanetine müstahak olmalarını değil, rızasını ve mağfiretini kazanmalarını ister. Bu sebeple Kur’an’da Allah’ın rahmetini kimlerin umabileceği detaylı şekilde açıklanır. Allah’ın rahmetini ummanın ilk şartı mümin olmaktır. Bundan sonra mesela hicret edenler, sonra da Allah yolunda cihad edenler Allah’ın rahmetini umabilecek kimselerdir. Allah’ın bağışlayacağı ve merhamet edeceği kimseler de bunlardır. (Bakara 2/218). Müminlerle kafirler arasında, kapatılması imkânsız, derin bir fark vardır: Müminler Allah’tan, kafirlerin asla umamayacakları şeyleri umarlar. İşte bu muazzam fark, Rasulullah’la birlikte küfre karşı savaşmış müminlerin kafir ordusunu takip etmekte gevşeklik göstermemeleri için de en sahici gerekçedir. (Nisa 4/104).

Allah yolunda yapılan bir savaştan geri kalan kimselerin durumu artık Allah’a kalmıştır. Allah dilerse onlara azap eder, dilerse tevbelerini kabul eder. (Tevbe 9/106). Bu ayetteki ‘murcevne’ kelimesi şunu anlatmaktadır: Savaştan kaytaranların durumu Allah’a kalmıştır. Anlaşılacağı üzere bu kişiler büyük bir cürüm işlemiş olmalarına rağmen, haklarında kesin bir yargıda bulunmak yerine bir umut ışığı sızdırılmaktadır.

İslam iyi niyetli, temiz kalpli iman sahiplerine daima umut vaat eder fakat bu, ayakları yere basmayan, hayattan kopuk -haşa- hevaya dayalı boş bir umutlandırma olmayıp, bilakis sahici bir yönlendirmedir. Kur’an “Rablerine kavuşmayı uman” diye bir temayı sürekli gündemde tutar. Rabbine kavuşmayı uman bir kişiye öğütlenen, salih ameller işlemesi ve Rabbi olan Allah’a hiç kimseyi ortak koşmamasıdır. (Kehf 18/110). Kur’an yine, Allah’a kavuşmayı umanlara, Allah’ın tayin ettiği o ecelin mutlaka geleceğini hatırlatır. (Ankebut 29/5). Rabbini seven, Allah’la (Allah’ın hesabıyla) karşılaşmak kendisi nazarında, dindarlığın en büyük kurtuluş günü, hayatın ve mematın en büyük hadisesi olan kişinin bu umudunu salih amellerle, iman ve ahlakla ortaya koyması gerekmektedir. Kişi ölümün her an kendisine geleceğini farz ederek, Allah’la buluşmaya hazır olmalıdır. Bu cümleden olarak geceleyin uykusundan feragat ederek Allah için kıyama duranlar, ahiretle ilgili endişeler taşıyanlar, ‘bilmeyenler’le aralarında bir fark oluşturup, ‘bilenler’den olmak için Allah’ın öğrettiği ilmi öğrenenler (Zümer 39/9) Rableriyle karşılaşmaya hazırlananlar olarak değerlendirilmeye layıktırlar. Kur’an’ın umut bahşetmesi devam etmektedir: Allah’ın kitabını tilavet edenler, salatı ikame edenler ve Allah’ın verdiği rızıklardan gizli veya aleni infak edenler asla zararı/kesadı söz konusu olmayan bir ticareti umabilirler. (Fâtır 35/29). Bu bahiste, bütün söylenenlerin hülasası olarak söylenecek son bir kelam varsa, o da şudur: Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı daima anan, gündeminden hiç düşürmeyenler için Allah’ın İbrahim ve Muhammed (sav) gibi elçileri üsvetun hasene yani mümin/müslim kul timsalleridir. (Ahzap 33/21; Mümtehine 60/6). İslam’ı onların yaşadığı gibi yaşamak, Allah’ın rahmetini, mağfiretini ummak için en sağlam yoldur.

Kafirler ahiretten yana ‘umutsuz’ kimselerdir (Mümtehine 60/13) çünkü yeniden dirilmeyi imkânsız görmektedirler. Allah’a kavuşmayı ummak gibi bir ‘dertleri’ yoktur. (Yunus 10/15). Müminleri kafirlerden ayrıştıran en belirleyici vasıf da budur. Kafirler tam anlamıyla dünyevileşmiş kimselerdir; hayatı bütünüyle dünyadan ibaret sanmaktadırlar. Dünya hayatından (dünyevileşmekten) hoşnutturlar. (Yunus 10/7). Dünya hayatından anladıkları ise sadece haz ve hayvani zevklerdir. Rablerine kavuşmak yani Allah’a hesap vermek diye bir mesele hiç gündemlerinde olmayan kimseler, kendilerine meleklerin gelmesi ya da Allah’ı görmeleri gerektiği gibi, hiç olmayacak bahaneler üreterek, işi sarpa sardırmışlardır. Bu bahaneler, kibirlerinin tecessümünden, azgınlıkta çok ileri gitmelerinden ibarettir. (Furkan 25/21). Oysa, evet bir gün (Rablerini değil ama) melekleri göreceklerdir ve fakat bu görüş onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır çünkü artık çok geç olmuştur. Melekleri görmeleri kendileri için bir müjde olmayacaktır! (Furkan 25/22). Zira daimî barınakları ateştir. (Yunus 10/8). Allah’ın ayetlerini ve O’na kavuşmayı yok sayanların, Allah’ın rahmetinden umut kesmeleri şaşılacak bir iş değildir. (Ankebut 29/23). Çünkü ‘hesap günü’ deyimi onlarda bir ‘umutsuz vak’a’ (dogmatizm) anlamına geliyordu. (Nebe 78/27). Helak edilen bazı kavimlerin beldelerine uğradıkları halde bu da onlarda bir ibret hissi uyandırmıyor, yeniden dirilmeye dair en küçük bir umudu tetiklemiyordu. (Furkan 25/40). Şuayb (as), Allah’a ibadet edin, ahiret gününü umut edin, ülkede bozgunculuğa çalışmayın mealinde kavmini uyardığında da, tıpkı Mekkeliler gibi çağrısı (Ankebut 29/36) uzay boşluğuna uçup gitmişti. Şuayb (as) ise kavmini, ahiretin kesin olarak vuku bulacağına inandırmayı istiyor(umuyor)du.

Ahiret gününe iman etmeyenler, rableriyle karşılaşmayı hayal sananlar doğal olarak Kur’an’ı kabullenemezlerdi ve bu sebeple Muhammed (sav)’e ya tamamen kendi isteklerine göre tanzim edilmiş başka bir Kur’an getirmesi ya da mevcut Kur’an’ı (yine kendi isteklerine göre) tadilattan geçirip, yeniden düzenlemesini salık veriyorlardı. (Yunus 10/15). Çünkü Kur’an, Mekke çarşısındaki hesabı bozuyordu. Tıpkı bugün de bozduğu gibi.

Müşrik olmak baştan sona çelişik olmak demektir. Tanrılık yakıştırdıkları bazı varlıkların -kendilerinin aksine- hangimiz O’na daha yakın olacağız diye Allah’a yaklaşmak için vesileler aramaları, Allah’ın azabından korkup, rahmetini ummaları müşriklerin en büyük çelişkileridir. (İsra 17/57). Bu şu anlama gelmektedir: Müşriklerin ilahlaştırdıkları kimi varlıkların (bunlar melekler olabileceği gibi, ölmüş bazı nebiler ve bazı salih kimseler de olabilir), kendilerinin şirke alet edilmelerinde bir veballeri yoktur. Müşrik demek zaten Allah’ı hakkıyla takdir edemeyen (Hac 22/74), Allah’a vakar yakıştıramayan (Nuh 71/13) kimse demektir. Nuh suresinin 71. ayeti sanki müşriklerin, Allah’ın vakarına dair bir ‘umutları’ yok der gibidir.

İnsan hem dünyanın altını üstüne getirecek kadar yırtıcı, doyumsuz ve aç gözlü bir vahşî; hem de örümceğin yuvası kadar zayıf, kırılgan ve zayıf bir varlıktır. Kur’an insanın, adeta esen yelden nem kapan bu acziyetine birçok yerde dikkat çeker. İnsanın beşerîlikten insan oluş sürecine doğru gidişteki en önemli açmazı bencil ve çıkarcı oluşudur. İnsan kötü gününde Allah’a yalvarıp yakarır, Allah sıkıntısını giderince ise, o yalvarıp-yakaran varlık gitmiş, adeta tanrılardan bir tanrı gelmiştir; nankör, menfaatperest, pinti bir tanrı müsveddesi. (Yunus 10/12; Şura 42/48). İnsan bir şerle karşılaşınca şikayetleri tavan yapar, Allah bir hayır bağışlayınca ise, şükür ve diğerkamlık göstereceği yerde bilakis pintileşir (Mearic 70/20-21), Allah’ı hatırına bile getirmez. Rızkı birazcık daralsa, ilk yapacağı iş Rabbinden şikâyettir: “Rabbim beni önemsemedi.” (Fecr 89/16). Halbuki kim kimi önemsemiyor? Günümüzün moda deyimiyle, en küçük bir musibette insanın psikolojisi hemencecik bozulmakta, dünyası kararmaktadır. (Hac 22/11). İnsan hiç usanmamacasına sürekli hayır ister. Kendisine en küçük bir şer dokunduğunda ise anında umutsuz ve karamsar olur (yeûsun kanût). (Fussilet 41/49). Allah insana nimetler tattırınca, kendini ‘unutmamış’ ve ‘önemsemiş’ Rabbine bir kere olsun şükretse ya! Heyhat, Allah diye bir mefhum onun zihin dünyasına yasaklıdır. Bir şerle karşılaşınca sığınağı bir kez daha umutsuzluk (İsra 17/83) ve nankörlüktür insanın. (Hud 11/9). Allah’ın lütfu olarak bir rahmete nail olduğunda böbürlenir, bizatihi kendi elleriyle kazandığı bir kötülük isabet edince ise bütün umutları suya düşer. (yagnetuun) (Rum 30/36).

Kur’an’da insanın karamsarlığa düşmesi ve umudunu yitirmesi yeis ve kunût (te ile değil, tı harfiyle) kelimeleriyle anlatılır. Yeis kelimesi tam olarak ümit kesmek, ümitsizlik anlamındadır. Kadının yaşlanıp adetten kesilmesi de yeis fiili ile anlatılır. (Talak 65/4).

İbrahim (as) ve torunları Yakub-Yusuf bağlamında, Kafirlerin dışında hiç kimsenin Allah’ın rahmetinden umut kesemeyeceği, vurgulu bir şekilde işlenir. İbrahim (as), o yaşlı halinde bir çocuğu olacağı müjdesini getiren meleklere, “Beni ne ile müjdeliyorsunuz?” sözüyle şaşkınlığını ifade edince melekler de ona, bu şaşkınlığını çürüten şu sözle karşılık verirler: “Biz seni hak ile müjdeledik, sakın umudunu kesenlerden olma!” (fe-lâ tekun mine’l-kânitıın) (Hicr 15/55). Doğrusu, umutsuzluk İbrahim’e asla isnat edilemezdi, o, Rabbinden hiçbir zaman umudunu yitirmemişti, verdiği cevap da bunu göstermektedir fakat İbrahim (as) üzerinden bütün insanlara mesajın gitmesi gerekliydi: “Rabbinin rahmetinden sapıklardan başka kim umudunu keser ki?” (Hicr 15/56). Yakub’un, gözlerini kaybetme pahasına hüzünlendiği Yusuf’un kaybolmasına Bünyamin’in de eklenmesiyle söylediği söz, Kur’an muhteviyatında kıyamete kadar insanlara Allah’tan umut kesmemeyi öğreten bir ilke olmaya devam etmektedir. Yakub, oğullarına diyordu ki: “Ey oğullarım! Gidin de Yusuf’u ve kardeşini iyice araştırın. Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umudunu kesmez.” (Yusuf 12/87). Ayet her ne kadar Allah’ın rahmetinden umut keseni tekfir etmiyorsa da, umut kesmeyi ancak kafirlere yakıştırmaktadır.

Allah’ın rahmetinin ne zaman tecelli edeceğini insan bilemez. İnsan tam da Allah’ın rahmetinden umudunu kestiği anda bir de bakar ki Allah yağmur yağdırmış, rahmetini yaymıştır. İnsan hiç unutmamalıdır ki -kendisinin her türlü kafirliğine, nankörlüğüne, pintiliğine ve müstağniliğine rağmen- Allah’ın bir ismi velî, bir ismi de hamîddir. (Şura 42/28). Yağmur, Allah’ın her şeyi kuşatan umumi rahmetinden kinayedir. İşte İslam davası da tıpkı bunun gibidir: Nasıl ki yağmur, yeryüzünde en çok bunaldığı demde Allah’ın rahmeti olarak insanın imdadına yetişiyorsa, Rasullerin en çok yalanlandıkları ve adeta umutlarını yitirme noktasına geldikleri anda Allah’ın yardımı ulaşmış, Rasuller Allah’ın yardımına nail olmuşlardır. (Yusuf 12/110). Rasullerin, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar bunaldıkları dönemler olmuşsa da, hiçbir zaman Allah’tan umutlarını kesmemişlerdir. Çünkü aslında Allah’ın yardımı ‘yakın’dır. (Bakara 2/214). İşte bütün bunlardan sonra Kur’an umuda dair genelgeyi bildirir, şüpheleri giderir, üzgün ve karamsar gönüllere rahmet saçar: “Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışla(yabili)r. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (Zümer 39/53).

İslam’ın umut mefhumunu, her türlü günaha insanı cesaretlendiren, haramı ve sapkınlığı umursamamayı telkin eden melamet felsefesiyle ve insanları Allah’la aldatan liberal vaazlarla karıştırmamak gerekir. İslam’ın umut anlayışı bir nevi tevbe, dua ve yakarış çağrısıdır. Allah Teala’nın bana dua edin, karşılık vereyim (Bakara 2/185) ya da duanız olmasa neye yararsınız (Furkan 25/77) gibi açıklamalarını bir nevi umuda çağrı olarak anlamak gerekir. Yukarıda yer verdiğimiz Zümer suresinin 53. ayeti gibi beyanlardan, Allah’ın, tevbe edilsin edilmesin, bütün günahları affedeceği anlamı çıkartılamaz. Aksi takdirde Kur’an’ın tevbe çağrısı ve cehennem azabıyla uyarması muallakta kalırdı.

Müminler olarak hiçbir hususta Allah’tan umut kesemeyiz. Dünya tarihi en imkânsız görünen nice zor anlarda Allah’ın yardımının hiç umulmadık vasıtalarla, umulmadık yerlerden, umulmadık biçimlerde kulların imdadına yetişmesinin örnekleriyle doludur. Bilhassa İslamî mücadelede Bakara suresinin 214. ayeti bu hakikate şahitlik etmektedir. Şu var ki Allah’ın yardımı elbette kulun istediği saat ve dakikada gelmek zorunda değildir. Allah’ın yardımını hak etmenin -sabır gibi- aşamaları vardır. Kendi evlatları tarafından kuyuya atılan sevgili evladına kırk sene sonra kavuşan Yakub (as) bu süre zarfında Allah’tan hiç umudunu kesmemiş, isyan etmemiş, yeûs ve kanût olmamıştı.

Kul olarak bize terettüp eden görevlerimizin neredeyse hiçbirini yapmadığımız halde, başımız sıkışınca Allah’a sitemler yollamak, kahretmek ve kederlenmek haddimize değildir. İnsanın Allah’ın rahmetini umması için sayısızca sebepler varken, Allah’ın rahmetinden umudunu kesmesi için hiçbir neden yoktur. Bizler nebiler ve diğer salih kullar gibi, yapmamız gerekenleri yaptığımızda Allah’ın ne lütuflar bağışlayacağını hayatımızda defalarca tecrübe etmişizdir. Kaldı ki dünyada çok arzu ettiğimiz bir hedefe ulaşamamışsak bile biz müminler Allah’tan kafirlerin ummadıkları şeyleri umuyoruz. Ebedilik yurdu olan ahirette Allah’ın rahmeti bize daha çok gerekecektir.

İktibas Mart Sayısı