Ne Yapmalı?

21. yüzyıla gelindiğinde ortaya çıkan sorunların yeniden ele alınıp değerlendirilmesi, Müslümanlar arasındaki daha çok usule yaslanan farklılıkların çözüme kavuşturulabilmesi için “Ne yapmalı?” sorusunun yeniden sorulması, hiç olmazsa teorik alanda tartışılması gerekmektedir.

Bir idealin bir davanın sahiplerinin en büyük arzuları, beklentileri ve gösterdikleri gayret, sahip oldukları dünya görüşünün yaşadıkları zaman ve mekân düzleminde hayata müdahil olmasına yöneliktir. Bu beklentilerinin tutarlı olup olmadığı, ana paradigmaya ait ilkelerinin dediğiyle, hayatlarında yapıp ettiklerinin ne derece birbiriyle uyumlu olduğudur.

“Ne yapmalı” sorusu, bir sonucu ifade eden mahiyete sahiptir. Bu soru ferdin ya da bir ahalinin zaman mekân düzleminde yaşadıklarının toplam hasılasına tekabül eder. Olumsuz bir şeyler olmuştur ve ortaya bir sonuç çıkmıştır. Olumsuz diyoruz, zira ne yapılacağını bilememek, genelde olumsuzlukların hayat tarzı haline bürünmesi sonucunda zuhur eder. “Ne yapmalı” sorusu her ne kadar nötr bir soru gibi anlaşılsa da, daha çok olumsuz sonuçların çaresizliğini dile getiren feryadı çağrıştırır. Bir şaşkınlığın, bilememenin, yönünü kaybetmenin ya da bildiğinin nasıl işe yarar hale gelebileceğini sağlamaya yöneliktir.

Müslümanlık düşüncesinin -İslamcılığın- yaklaşık yüz elli yıllık serüveni ele alındığında, felsefi alt yapısını oluşturan nedenler arasında, “Ne yapmalı?” sorusuna yanıt aramak olduğu söylenebilir. Müslüman dünya ve Müslümanlar, öncelikle siyasi ve askeri alanlarda daha sonraları da iktisadi, hukuki, teknolojik, içtimai alanda baskın güce ulaşan Batı karşısındaki gerileme ve çöküşün önüne geçebilmek için, ne yapabileceklerine dair çözüm arayışı içine girmiş ve kendi şartları içerisinde çeşitli çözümlemelerde bulunmuştur. ‘Ne yapmalı’, ‘kurtuluşun hal çareleri’, ‘felahın yolları’ başlıklarıyla dönemin Müslüman düşünürleri tarafından çeşitli eserlerde ele alınmış, tartışılmıştır. Lakin her ne hikmet ise öne sürülen öneriler, çözüm arayışları, Müslüman dünyayı Tanzimat öncesine geri döndüremediği gibi siyasi, askeri, içtimai alanda daha da sorunlu vahalara sürüklemiştir.

21. yüzyıla gelindiğinde ortaya çıkan sorunların yeniden ele alınıp değerlendirilmesi, Müslümanlar arasındaki daha çok usule yaslanan farklılıkların çözüme kavuşturulabilmesi için “Ne yapmalı?” sorusunun yeniden sorulması, hiç olmazsa teorik alanda tartışılması gerekmektedir. Yaşanan tecrübelere istinaden gözlemlenen sorunların usul farklılıklarından, diğer bir deyişle Nebevi usulün göz ardı edilmesinden kaynaklandığı söylenebilir. Sanırım Müslüman entelektüeller bunun böyle olduğunu farkındadır. Biz ‘Ne yapmalı?’ sorusunun günümüz Müslümanlık düşüncesi için yeniden sorulması gerektiğine inanıyoruz ve bu nedenle ‘ne yapabiliriz’e dair bazı düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz.

1 – Nebevi usul

21. yüzyıl Müslümanlık düşüncesinde özellikle siyasi alanda yaşanan kırılmanın yakın tarihteki izlerini, İslami söylemle ortaya çıkan partileşme girişimlerinde görmek mümkündür. 1970’te Millî Nizam Partisi adıyla kurulan ve İslamcı söylemin öne çıktığı teşkilatlanmalar, Müslüman cenah tarafından teveccühle karşılanarak ilgi gördü. İlerleyen süreçte Müslüman kesimin dünyevi iktidar alanındaki yer kazanmaları bu teveccühü daha da artırdı. Bu durum Rabbani olan dinin, aynı zamanda Rabbani olan usulünün göz ardı edilmesine neden oldu.

İlginçtir ki, ilk nesil ve ikinci nesil Müslüman muhalefete (sonraları İslamcı diye adlandırılan) baktığımızda, onların da Nebevi usul konusunu göz ardı ettikleri hatta nebevi usul üzerinde tartışmadıkları görülmektedir. İlk nesil Müslüman muhalefetin yükselen güç Avrupa karşısında geri kalmışlıklarını saltanata ve tek adam rejimine bağlamaları, bu çöküşten kurtulmak için de Avrupa gibi olmaları gerektiğini ileri sürmeleri nebevi usulü gündemden düşürmüştür. Aynı şekilde ikinci nesil Müslüman muhalefet de, baskıcı idareden kurtulalım da nasıl kurtulursak kurtulalım yaklaşımıyla parlamenter sistemi taleple, nebevi usulü göz ardı etmiştir. Üçüncü nesil bir kısım Müslüman muhalefet de, muhafazakârların iktidarıyla birlikte seleflerinin yolunu takip etmektedir.

‘Ne yapmalı?’ sorusunun cevaplarını arar iken, öncelikle nebevi usul yeniden ele alınmalı, Müslümanlar bu hususun üzerinde samimiyetle eğilerek konuşabilmelidir. Zira hangi kesimden olursa olsun, bütün Müslümanlar, “Üsve-i Hasene” olarak nebileri görmekte, sünnet bahislerinde, Allah’ın nebilerinin bütün Müslümanlar için tek misal teşkil ettiğini açık sözlülükle dile getirmektedir. Bu örnekliğin çizdiği çerçeveye iman, amel, usul, düşünce davranış, velhasıl nasıl yaşayacağımıza dair bütün gereklilikler girmektedir. Ümmetin maslahatı, ortak iyilikler, alan kazanma, iktidardan pay alma, güce ulaşma ve gücü iyi yolda kullanma gibi modern yorumlar, nebevi usulün dışındadır.

2 – Kavramsal çerçeve

Müslümanlık düşüncesinin serencamında gözlemlenen en önemli zaaflarından birinin de, kurucu kavramların şekillendirdiği kavramsal bir çerçeveden yoksun oluşudur. İlk nesil Müslümanlık ya da İslamcılık düşüncesinin, yeniden inşa sürecinde kurucu kavramların etkisi görülmemektedir. Oysa ilk nesil Müslüman muhalefetin ve ardından gelen ikinci neslin ana teması, dine sonradan karışmış hurafeleri temizlemek ve kaynaklara yönelmek olduğu düşünüldüğünde, esas rolün kurucu kavramlara verilmesinin gerekliliği kaçınılmazdır. Fakat ne yazık ki Tanzimat sonrası yaşanan gelişmelerde, özellikle dönemin Müslüman muhalefetinin siyasi taleplerinde, kurucu kavramların, yeni düzenin inşasında yer almadığı çok açıktır.

Modernleşme sürecinde ortaya çıkan Müslümanlık düşüncesinin “asla – kaynaklara dönüş” iddiası göz önüne alındığında öncelikle öne çıkması gereken kavramlardan, dönemin kurucu fikirlerinin mahrumiyeti gözden kaçmamaktadır. Bu vakıa o dönem öyle iken, ikinci nesil Müslüman muhalefette de aynı durum mevcuttur. Her iki dönemde de öne çıkan kavramlar meşveret, müsavat, içtihad, hürriyet, uhuvvet kavramlarıdır. Yeniden düşünülen inşa ve dönüşüm sürecinde ele alınan bu kavramlar bu kadar sınırlı sayıda iken, bu sınırlı sayıdaki kavramlar da asli hüviyetlerinden soyutlanarak tekrar tanımlanmıştır. Bu tanımlanma ise tamamen dönemin siyasi tercihi olan meşrutiyet idaresi lehine gerçekleşmiştir.

Dinin kurucu kavramlarından olan ilah, Rab, din, ibadet, tagut, haram, helal, zalim, zulüm, adalet, kâfir, küfür, münafık, müşrik, dost, düşman kavramları her ne hikmet ise ele alınıp değerlendirilmemiştir. 21. yüzyıla gelindiğinde kavramsal çerçevenin aynı şekilde dar sınırlar içerisinde değerlendirildiği ve özellikle muhafazakâr iktidarın lehine sürekli tevil edildiği gözlemlenmektedir. İlk ve ikinci nesil Müslüman muhalefetin meşveret ve içtihad kavramlarına yaslanarak siyasi iktidara meşruiyet kazandırma çabalarının benzeri, üçüncü nesil Müslüman muhalefetin bir kısmında da görülmektedir. Üçüncü nesilden olanlar da, şura ve maslahat gibi şer’i kavramlara, insanlığın ortak iyiliği gibi üretilmiş tanımlamalara yaslanarak muhafazakâr iktidara meşruiyet sağlama çabasına girmiştir.

‘Ne yapmalı’ sorusunun cevaplarından birinin de, son dönem Müslümanlık düşüncesinin, dinin bütün kavramlarına yaslanan bir çerçeve çizmenin gerekliliğidir. Kavramlar ele alınırken asli hüviyetleri korunmalı, tevil ve tahrifin açığından ve gizlisinden uzak durulmalıdır.

3 – Tartışma zemini

Kanaatimizce Müslümanlık düşüncesinin karar vermesi gereken en önemli hususlardan birisi, ele alacağı meseleleri hangi zeminde tartışacağıdır. Her hangi bir meselenin tartışılabileceği iki zemin vardır. Birisi ilkesel zemin, diğeri faydacı-pragmatist zemindir. Yaklaşık yüz elli yıllık geçmiş değerlendirildiğinde tartışmaların, çözüm önerilerinin,  ele alınan kavramların yorumu, faydacı zeminde yapılmıştır. Özellikle meşveret, içtihad, uhuvvet, hürriyet gibi kavramlar kitabi-dini zeminin tamamen dışına taşınarak, günün faydasına değerlendirilmiştir. Faydacı zeminde yapılan tartışmalar çok kısa süreli olumlu sonuçlar verse de, akabinde faydadan ziyade büyük zararlara yol açmıştır.

Faydacı zeminde yapılan tartışmalar, yeni bir inşaya katkı sağlamadığı gibi, dinin muhalif sıfatından soyutlanmasına siyasi, askeri, hukuki, içtimai, felsefi alanlarda hayata müdahalesinin de önüne geçmiştir. Günümüz Müslümanlık düşüncesi, ele aldığı meseleleri, selefleri gibi hataya düşmeden faydacı zeminden ilkesel zemine kaydırmalıdır. Faydacılık, meşruiyet sağlamanın imkânını ortadan kaldırır. Bu imkânı ortadan kaldırdığı gibi, kilitlendiğiniz hedefe ulaşmak arzusuyla yanıp tutuşurken, ulaşmak istediğiniz hedefe sizi iletecek her türlü vasıtayı da meşrulaştırır. Oysa Müslümanlık düşüncesinde, hedefe giden her yol meşru değildir.

4 – İktidarla ilişki

Müslüman muhalefetin modernleşme sürecinde ilk ve en dikkat çekici talebi siyasi içerikli olmasıdır. Siyasi içerikli talepler ister istemez mevcut egemen iktidarla olan münasebetleri de, iktidarda olanın lehine düzenlemiştir. I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet dönemlerine bakıldığında hem Avrupa görmüş aydınların hem de ulema sınıfının taleplerindeki önceliğinin siyasi alanda olduğu gözlemlenmektedir. Bu siyasi talepler, daha sonraları İslamcılık olarak anılacak olan akımı, salt siyasetten ayrı düşünülemez bir ruh haline sokmuştur.

Meşrutiyet döneminde gerek Müslüman aydınların gerekse medrese geleneğinden gelen ulemanın, baskıcı yönetimden kurtulma arzuları basiretlerini kapatmış, onları ne olursa olsun bu baskıcı yönetimden kurtulmak gibi bir tercihe itmiştir.Onların bu tercihinde etkili olan ise, kendi başlarına bağımsız muhalefet oluşturamamaları gelmektedir. Özellikle ulema sınıfının tarihi misyonu olan kuran ve inşa eden yönü modernleşme ile birlikte ortadan kalkmış, etken durumdan edilgen duruma düşmüştür. Onların bu edilgenliği ise kendilerini, yetişip geldikleri geleneğin asla tasvip etmeyeceği organizasyonların etki alanına girmelerine sebep olmuştur.

İslamcı cenahın iktidarla olan müsamahalı münasebetinin, kendisinden sonra gelenlere de ilham kaynaklığı ettiği söylenebilir. 20. yüzyıl başlarında başlayan bu sıcak ilişki, 21. yüzyıl başlarında kendisini daha bariz olarak göstermiştir. İktidarla ilişkisinde bir türlü denge sağlayamayanlar, seleflerinin düştüğü hataya kendilerinin de düşmesinin önüne geçememiştir.

Laik seküler dünyevi iktidar, doğası gereği fıtrata müdahale eden ve bozan bir karaktere sahiptir. Hangi samimi niyetle olursa olsun, iktidarla temas halinde olanlar, gün gelir seküler siyasetin kaygan zemininde bir çukura yuvarlanmaktan kendilerini kurtaramazlar. Laik iktidarın felsefi alt yapısı bozuk olduğu için, kendisine temas eden her ne varsa bozar. Laik seküler iktidarlarla iyi niyet üzerine plan yapanlar, iktidarın bozulduğu kadar kendilerinin de bozulmasına baştan razı olmuştur. Bu bozulma rızaya dayalıdır, iktidarın suçu değildir. “Biz iktidarın iyi yaptıklarını destekleriz, yanlışlarını eleştiririz” mantığı, en baştan pazarlıklı ve yanlış bir mantıktır. Laik iktidardan iyi bir şey yapmasını beklemek ise başlı başına başka bir yanlıştır.

Bu sebepten ‘ne yapmalı’ sorusunun can alıcı yanıtlarından birisi olarak, iktidarla ilişkilerin gözden geçirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Bu gözden geçirme, egemenden uzaklaşma, hiçbir şekilde iş tutmama, birlikte hesap yapmamayı gerektirmektedir. Müslüman camiada, kendi imkânlarıyla, samimi gayretlerle büyüyen yapılar belli bir süre sonra iktidarın ilgi ve etki alanına giriyor. Bu yapıları ya kendi yörüngesine dahil ediyor, ya da tasfiye ediyor. Tasfiye mi, tabi olmakmı gibi ikilemle karşı karşıya kalmamak için, iktidarla olan ilişkiler en baştan mesafeli olmalıdır.

5 – Modern tasavvuru tanıma

Müslüman dünyanın canına okuyan modernleşme, Avrupa’ya benzeme merakı kurtuluş düşüncesi olarak belki de tek seçenek olarak görüldü. Kurtuluş düşüncesi olarak ileri sürülen bütün çözüm önerileri bir bakıma modernleşme arzusunun göstergesi gibi görülmektedir. Oysa dönemin ne Avrupa görmüş Müslüman aydını, ne medrese geleneğinden gelen ulema sınıfının Batı zihnini, kültürünü, doğup geldiği siyasal, sosyal, felsefi ve hukuki alt yapısını yeterince bildiği söylenemez.

İlk dönem modernleşmeden kastedilen anlamın, askeri alanda yaşanan gerilemenin önüne geçmek için gösterilen çabalar olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır. Birçok Müslüman düşünürün zihninde var olan, Batı’nın ilmini fennini almak, kültüründen, yaşantısından uzak durmak düşüncesi, Batı kültürünün yeterince tanınmadığını göstermektedir. Oysa Batı gibi olmak, aynı zamanda Batı’nın değer yüklü bütün unsurlarını da bu “olmak” sırasında transfer etmek manasına gelmekteydi.

Batılılaşma, dolayısıyla modernleşme ilerleyen dönemlerde öyle dallandı budaklandı ki, 20. yüzyıl Müslümanlık düşüncesi, Batılılaşma merakının Müslümanların başına ne belalar açtığını anlayamadı. 21. yüzyıla gelindiğinde Batının felsefi yapısını çözen Müslümanlar, teorik olarak meseleyi analiz edip kavramış olsalar bile, pratik hayatlarında modern düşünceye karşı getirdikleri savunmalarda bile, modern tasavvurun kodlarıyla davranmayı sürdürdüler. Batıdan gelen her şey aynı zamanda kendi ahlakını da getirmekteydi.

Günümüz Müslümanlık düşüncesi gerek modern tasavvuru tanıma, gerek siyasi alandaki örgütlenmelerin mahiyetini tanıyıp bilmeleri, analiz etme becerileri bakımından seleflerinden çok daha ileri düzeydedir. Modernleşme döneminin ilk muhatapları, daha önce tecrübe etmediği birçok olayla birden bire yüzleşmiş, ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığını yaşamıştır. Bugün yaşanan şaşkınlıkta, ‘bilmemenin’ mazeret olarak meşruluğu bulunmamaktadır. ‘Ne yapmalı’ sorusunun esaslı cevaplarından birinin, modern tasavvurun saldırılarına karşı, sahih geleneğe yaslanarak muhkem mevziler inşa etmektir.

6 – Konuşabilmenin yolları

Müslüman camianın son dönem kayıplarından en önemlisinin meseleleri birlikte konuşabilme becerisini yitirmeleri olduğunu söylemek gerekir. Her kesimin, her hizbin, her öbeğin aynı şeyleri söylemesi, aynı hassasiyetleri tekrarlaması, aynı ilkelere atıfta bulunması, fakat buna rağmen sorunlarını konuşup çözüm bulamaması üzerinde dikkatlice durulması gereken husustur. Büyük bir problem olarak önümüze çıkan bu durumun bir şekilde ele alınıp bir hal çaresine bakılmalıdır.

Farklı düşünmek, farklı çözüm önerilerinde bulunmak, esas olanın sınırları içinde vukuu bulduğu sürece, konuşmak tartışmak elbette zenginliktir. Yeni ufuklar açabilir. Fakat bu farklı düşünceler Müslümanlar arasında kopmalara neden oluyorsa, bu ufuk açıcılıktan haramlığa geçişi gösterir.

Herkesin söyleyecek sözü, savunacak tezi olabilir. Lakin sözün de tezin de tek kurtuluş olarak görülmesi ve alternatiflerinin de olabileceğinin göz ardı edilmesi, fayda sağlamayacağı gibi, Müslümanlar arası sıkıntıları derinleştirip kopmalara neden olacaktır. Bu sebepten, söyleyecek sözü olan da, savunacak tezi olan da, mevcut bütünden kopup ayrılmadan, birlikte hareket melekesini geliştirmelidir.

7 – Benmerkezcilik

Müslümanlığın başına bela olan en önemli meselelerden birisi de benmerkezciliktir. Günümüzdeki durumun kısa tarihinin arka planına bakıldığında “Ben”, “Benim” söylemlerinin çok büyük olumsuz etkisi görülmüştür. Halen de görülmektedir. Müslümanların işleri aralarında istişare iledir, oturulur konuşulur, istişare edilir ve Müslümanlar birbirlerini ikna ederler. Kendisi gibi düşünmeyen kardeşlerini uzaklaştırmak ya da uzaklaşmak, Allah’ın rahmetine kavuşmamıza mani olmaktadır.

Bu sebepten Müslümanlar öncelikle kendi nefislerinden başlayarak ‘benmerkezcilik’ düşüncesini zihinlerinden tasfiye etmelidir. ‘Ne yapmalı’ üzerinden giderek, dertlerimize çare arıyoruz. Yapmamız gerekenler arasında kişi merkezli değil, istişare merkezli yapıları geliştirmemiz gerekmektedir. ‘Ben’den ‘Biz’e gidecek yolları inşa etmeliyiz.

Benmerkezciliğin özellikle ilim ehli arasında görülmesi, ilim geldikten sonra ihtilafların artması, ilahi uyarının muhatabı olmak gibi riski de beraberinde getirmektedir. İlim geldikten sonra ortaya çıkan problemlerin arka planının hasede, kıskançlığa, çekememezliğe yaslandığına dair malumat bizlere kitabi olarak verilmiştir. Bu ciddi uyarıların muhatabı olmamak için samimi, iyi niyetli, alçak gönüllü kimliğimizi korumalıyız.

Yaşadığımız buhrandan kurtulmak, şaşkınlığımızı atabilmek için ‘Ne yapmalı’ sorusuna elbette daha birçok cevaplar verilebilir. Artık analizlerden, tahlillerden, durum tespitlerinden biraz olsun başımızı kaldırmalı, hali pür melalimize çare arayışına girmeliyiz. Öyle görünüyor ki, bu meselenin pratik olarak kısa zamanda sonuçlanması mümkün görülmemekte. Fakat hiç olmazsa teorik olarak ne yapabileceğimizi konuşabilmeliyiz.

Muhakkak ki her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

 

 

Yakup Döğer / İktibas Temmuz Sayısı