Zühd isminin kök fiili olan ze-hi-de bir şeye rağbet etmemek, küçümseyip terk etmek demektir. Öz olarak ‘az olma’yı bildirir. Bir kimse bir şeye arzulu olmadığı vakit, ‘zehide fulanun fî keza’ denmektedir. Tezehhede, zahid olmak, zahitliğe özenmek, tezâhede, bir şeyi her yönüyle küçümseyip hakir görmek (zahidleşmek) demektir.
Kur’an’da ze-hi-de fiilinden türemiş, Yusuf kıssası bağlamında geçen sadece bir tek kelime bulunmaktadır. Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf ’u ele geçiren kervanın görevlileri Yusuf ’u Mısır’da cüz’î bir paraya satmışlardı. Ayet, adamların Yusuf ’u bir anlamda elden çıkarmaya bakarak, Mısır’da üç-beş kuruşa sattıklarını haber vermekte, bu husustaki tutumlarını “Ve kânû fîhi mine’z-zâhidîn” sözleriyle özetlemektedir. (12/Yusuf, 20). İşte Kur’an’da var olan z-h-d kökenli tek kelime, ‘zâhid’in çoğulu olan bu ‘zâhidîn’ sözcüğüdür.
Zühd kelimesi ismi fail formuyla Kur’an’da bir kere de olsa kullanılmasına rağmen, Kur’an bu sözcüğü terimleştirmemiştir. ‘Zâhidîn’ kelimesi zühdün sözcük anlamında kullanılmış, kavram denebilecek bir anlam yüklemesi yapılmamıştır. Zühd kelimesini tasavvuf ekolü ele geçirmiş, ihtiyaç duydukları mistik dünya görüşünü içerisine tıkıştırmışlardır. Sonuç itibariyle zühd bir tasavvuf terimidir. Tasavvuf ekolünün İslam kelime ve kavramlarına yaptıkları, Haçlı ordularının İslam ümmetine yaptıklarına benzemektedir.
Zühd kelimesinin Kur’an’da kullanımı sıfıra yakınken, hadis kitaplarında adeta bir patlama yaşanması düşündürücüdür. Meşhur hadis mecmualarında zühd konusu müstakil ‘kitap’lar (bölümler) halinde tasnif edilmiş, bu ‘kitap’larda yüzlerce hadis tahriç edilmiştir. Bu bölümler adeta bir tasavvuf kitabı görünümündedir. Müslim b. Haccac’ın (ö.261/875) Sahih-i Muslim adındaki meşhur hadis kitabının 53. ‘kitap’ başlığı ez-Zuhd ve’r-Rakâık’tır. 19 Babdan oluşan kitapta (tekrarları hariç) yetmiş beş hadis kaydedilmiştir. Kitap, bir Ebu Hureyre hadisi ile başlamaktadır: “Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir.” (İbni Mace’de 4113. hadis; Tirmizi, 2324. hadis). Ebu Hureyre’nin bu hadisini, dönemsel ve o günkü sosyal-siyasi şartların doğurduğu bir hissiyat olarak, yaşadığı olaylardan bunalan herhangi bir insanın söylemiş olması pekâlâ mümkündür. Anadolu halk edebiyatında da bilhassa ‘felek’ sembolü üzerinden bu tür kahır dolu duyguların terennüm edildiği olmuştur. Fakat Allah Rasulü’nün “Dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir” diye, norm belirleyici bir cümle kurmasına ihtimal verilemez. Çünkü dünyada müminin çekip de, kafirin çekmediği bir tek acı, sıkıntı, bela gösterilemez. Bu durumun en büyük şahidi olan Kur’an, benzer bir duyguyu Uhud savaşında yaşamış olan müminleri uyarır: Uhud’da size bir acı dokunduysa, Bedir’de de aynı acı kafirlere dokunmuştu! Ve ardından şu ilahi yasa gelir: “Bu günleri biz insanlar arasında döndürürüz.” (3/ Âl-i İmran, 140). Demek ki dünyanın ‘cehennemlik’ özelliği nöbetleşeymiş. Kaldı ki müminlerin en sıkıntılı günleri bile kafirlerinkinden daha kolay geçer çünkü müminler asıl olarak kendilerini ahirette nimetlerin beklediğine iman etmişlerdir. O yüzden ölümü bile hoşnutlukla karşılarlar. Yukarıdaki hadiste gömülü bulunan bir başka yanlış da şudur: Eğer kafir dünyada haram-helal demeden her türlü nefsani/şehevi duygularını tatmin eder, onun hayatı çok keyifli denmek isteniyorsa, bu, cennete hakarettir. Çünkü cennet, insanların nefislerini kuralsız ve ahlaksızca tatmin ettikleri bir eğlence mekânı değildir.
İbni Mace (ö.273/887) Sunen’in 37. ve son kitabını, içinde yaklaşık olarak 240 hadisin bulunduğu ‘Kitabu’z-Zuhd olarak tasnif etmiştir. Kitapta Ebu Hureyre, “Rasulullahı şöyle derken işittim” diyerek başladığı bir rivayette (4112. hadis) şöyle demektedir: “Dünya mel’undur, içindekiler mel’undur; ancak Allah’ı zikretmek ve onunla alakalı olanlar yahut da alim ya da müteallimler (ilim öğrenen) hariç.” (Tirmizi’de 2322. hadis). Bu rivayette Ebu Hureyre’nin gerçek payı nedir, bunu tespit etme imkânımız yoktur fakat hadisle ilgili şu yargıyı yapmakta hiçbir beis yoktur: Bu rivayet ancak, Allah Rasulü’ne atılmış bir iftira olabilir. İftiranın bir ucu da (dolaylı olarak) Allah’a da ulaşmaktadır. Çünkü Allah’ın, mel’un bir dünya yarattığı anlamı doğmaktadır. Allah’ın vahyi olan Kur’an dünyayı lanetlemez. Bilakis dünya Allah’ın yarattığı bir eser olup, insanın imtihan yeridir, insan için adeta bir bebeğin beşiği gibidir. Allah’ın, bebeğin beşiğini lanetlemesi nasıl düşünülemezse, dünyayı lanetlemesi de düşünülemez. Dünya ile lanet mefhumu sadece insanoğlunun kafir, azgın ve zalim olanları (mesela İsrailoğulları) bağlamında yan yana getirilebilir. Bilinmelidir ki, mistik zühd görüşü bu gibi uydurma sözlere yaslanmaktadır. Ebu Hureyre hadisinin, kötümser (pesimist) felsefelerin Arapçaya uyarlanmış biçimi olduğundan kuşku duyulabilir mi?
İbni Mace’nin Kitabu’z-Zuhd’ünde Muaz b. Cebel’den yapılan bir rivayette Rasulullah’ın, zayıf, toplum nazarında da zayıf görülen, eski-püskü bir elbiseye bürünen zavallı kimseleri cennetin hükümdarları olarak vasıflandırdığı bildirilmektedir. Üsame b. Zeyd’den ve Ebu Umâme’den gelen bir rivayette (4118. hadis) ise, “Bezaze imandandır” denmektedir. Bezaze kelimesi pejmürde anlamına gelmektedir. Buna benzer bir hadise İmam Gazalî (ö.505/1111) de yer vermiştir. Ahmed b. Hanbel’in Musned’ini (cilt-sayfa belirtmeden) kaynak gösteren Gazalî’nin aldığı bu hadiste, “Allah Teala giydiğine aldırış etmeyen mübtezel insanları sever” denmektedir. Eski-püskü elbiseler giymenin ya da pejmürdeliğin imanla eşitlenmesindeki hikmeti(!) anlamak mümkün değildir. Acaba İbni Mace ya da İmam Gazalî, en azından İhya’yı yazmadan önce Nizamiye Medreselerindeki görevi sırasında hiç ‘bezaze’ ya da mübtezel gibi giyinmişler midir?
Tirmizî’nin (ö.279/892) Sunen’inde 34. Kitap Zühd kitap olup, 65 bab, 110 hadis bulunmaktadır. Kitabu’z-Zuhd’de mesela az konuşmakla ilgili hadisler bulunmaktadır. Fakat, “Geliri olan arazi (mal-mülk) edinmeyin, aksi halde dünyaya rağbet edersiniz.” mealindeki İbni Mes’ud rivayetine (2324. hadis) ne demelidir? Geliri olan arazi edinmenin Müslümanlara yasaklanması demek, bir İslam toplumu oluşturmayı daha başta bitirmekle eş anlamlı değil midir? Müslümanlar üretmeyecekler ve ağyara muhtaç olacaklar; bunun adı da zühd olacak.
Tirmizî’nin kitabında İslam’la çelişmeyen rivayetler de bulunmaktadır. Enes b. Malik’in şu hadisi bunlardan biridir: Âdem oğlunun iki vadi dolusu altını olsa, bir üçüncüsünü daha ister. Onun ağzını ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. (2337. hadis). Ebû Zer’den rivayet edilen bir başka rivayette Rasulullah’a atfedilen uyarı çok daha insaflıdır: “Dünyadan yüz çevirmek ve dünya sevgisini terk etmek demek kişinin helal olan şeyleri kendisine haram kılması veya malı bırakıp atmak demek değildir. Fakat gerçek zahitlik ve dünya sevgisini terk etmek demek, elinde bulunan şeylere Allah katında bulunan imkân ve nimetlerden fazla ümid beslememendir. Veya başına gelen bir bela ve sıkıntıdan dolayı elde edeceğin sevap, senin yanında o bela ve sıkıntıdan dolayı kaybettiğin maldan üstün ve hayırlı olmalıdır. İşte gerçek zahidlik ve dünya sevgisi bu olmalıdır.” (Tirmizi, 2340. Hadis; İbn Mâce, Zühd, 1).
İmam Buhari, Sahih’te 81. kitap olarak ‘Rikak’ı düzenlemiş, zühd ismini kullanmamıştır. Rikak’da 53 babda çok sayıda hadise yer vermiştir. Hadislerin bir kısmı zühd konusunu işlemektedir. Buhari’nin, “zenginlik gönül zenginliğidir” (inne’l-ğınâ ğınâ’nnefs) hadisi, Kur’an’ın ruhuna uygun, hikmet dolu bir sözdür. Tirmizi ve İbni Mace’de benzer bir rivayette şöyle denmektedir: “Gerçek zenginlik mal çokluğunda değil, gönül zenginliğidir.” (2373. hadis; İbn Mâce, Zühd: 9). Keza Müslim’in bir rivayetinde Sa’d b. Ebi Vakkas, oğlu Ömer’e hitaben, “Ben Rasulullah’ı şöyle derken işittim: Allah muhakkak ki takvalı, zengin ve ikram eden adamı sever” dediği bildirilmektedir ki, bildik zühd rivayetlerinden farklılık arzetmektedir. Gazalî’nin naklettiği bir hadisteki, Kur’an’a muvafık uyarılar ise, ‘her nerede olursa alınacak’ hikmetlerden gözükmektedir: “Oturmayacağınız evleri yapar, yemeyeceğiniz serveti biriktirirsiniz.” Bu söz üzerine başka söz etmeye hacet yoktur.
Erken dönemde oluşmaya başlayan mistik çevreler Nebî(sav)’de tartışılmaz bir ‘zühd’ anlaşının bulunduğunu kanıtlamak için onun adına bazı sözler uydurdukları anlaşılmaktadır. Gazalî’nin İhya’nın Zühd bölümünde yer verdiği, bu uydurulmuş sözlerden birinde Rasulullah’ın, hanımı Hz. Aişe’ye şöyle dediği anlatılmaktadır: “Ey Aişe! Allah’a yemin ederim ki eğer rabbimden şu dağların altın olup, gittiğim her tarafa benimle akıp gitmesini isteseydim, rabbim bunu yapardı. Fakat ben dünyanın açlığını tokluğuna, yoksulluğunu bolluğuna, sıkıntısını huzura tercih ettim.” Bu hadislerdeki -Kur’an’a tam zıt olarak- Rasulullah’ın ağzından, Allah adına kesin hüküm verici dil fark ediliyor olmalıdır. Oysa Rasulullah, Allah’ın kendisine ne vereceği hakkında kesin hüküm bildiremez. Kur’an, Rasûlullaha, “eğer gaybı bilseydim kendim için hayrı çoğaltırdım” (7/A’raf, 188) dedirtir. Doğru din kuşkusuz budur. Ayrıca Kur’an yukarıdaki hadiste anlatılan keyfiyeti kökten tekzip etmektedir. Mekke kafirleri Rasulullah’a, eğer bazı olağanüstü olayları yapabilirse, kendisine inanacaklarını bildirmişlerdi. Bunlardan biri de, altından bir evinin olmasıydı. Rasulullah (sav) kafirlerin bütün bu isteklerini, “Ben beşer bir elçi olmaktan başka neyim ki!” sözleriyle reddetmiştir. (17/İsra, 93-94). Hadiste ayrıca Rasulullah’ın açlığı tokluğa, yoksulluğu bolluğa, sıkıntıyı huzura tercih ettim dediği ifade edilmektedir ki, Rasulullah Hint fakirleriyle karıştırılmış olmalıdır. Yine bir rivayette Rasulullah’ın, “Ben melik peygamber ile kul peygamber olma arasında tercihte bulunma durumunda bırakıldım, Cebrail’in işaretiyle kul peygamber olmayı seçtim; bir gün tok, bir gün aç olurum” dediği ileri sürülmektedir. Bu anlayışa göre risalet sanki Allah’ın ezeli ve ebedi ilmiyle dilediği kulunu, dilediği görevlerin ifası için elçi seçmesi değil de, elçinin yapacağı bazı seçimlere göre şekillenen bir kurum gibi gözükmektedir. Bunlar elbette batıl telakkilerdir.
Rasulullah’a atfen, asılsız rivayetlerden yanlış peygamber tasavvuru kotarmak için yapılmış rivayetlerden birine de şudur: Gazalî’nin yer verdiği bu rivayete göre Rasulullah (sav) hicret esnasında Kuba’ya ulaşınca, kendisine ikram edilen, bal karıştırılmış bir bardak sütü, tevazu icabı içmemiştir. Bu rivayete değer veren müellifler, bir bardaklık tevazu adına, Allah Rasulü’ne izzet-ikramda bulunan tertemiz gönüllü insanları incitmek gibi büyük çamlar devirdiklerinin farkında değildirler. Bir bardak sütü içmek tevazua aykırı ise, sair yemekleri yemek de aykırı olmalıydı. Peygamberlerin nasıl zahid kimseler olduklarını anlatmak maksadıyla yığınlarca menkıbe irat edilmiş bulunmaktadır. İbni Abbas’a dayandırılan, Hz. Musa Medyen suyuna vardığında zayıflıktan midesindeki fasulyelerin yeşilliğini bile belli ettiren rivayet bunlardan biridir.
Kur’an’da olmayıp, hadislerde bolca rastladığımız zühd teması ile İslam’ın ilişkisi nedir?
Bilindiği üzere tasavvuf cereyanı, ilk başta hicri birinci asırda zühd hareketi olarak başlamıştır. Birinci ve ikinci hicri asırda yaşanan dini, manevi, ahlaki hayat biçimine zühd, temsilcilerine de zâhid denmiştir. Ayrıca âbid, bekkâîn (ağlayanlar), tevvâbîn (tevbe edenler) ve nüssâk (kendilerini Allah’a adayanlar) gibi isimler de verilmiştir. İlk zahidler olarak Veysel Karanî (Üveys el-Karanî) (ö.37/657), Hasan Basrî (ö.110/728), Rabiatu’l-Adeviye (ö.185/752), Cafer Sadık (148/765), Sufyan-ı Sevrî (ö.161/777), Abdullah b. Mübarek (ö.181/797), Fudayl b. Iyaz (ö.187/802) gibi isimler örnek verilir. Sufî namıyla anılan ilk kişi Kufe’li Ebu Hâşim es-Sûfî’dir. (ö. 150/767). Aslen Kufeli olmakla birlikte Şam’da yerleşmiş, Şam’ın remle kasabasında ilk tekkeyi (hânkâh/zaviye) kurmuştur. Aslında Nefahatu’l-Uns’teki biyografisine bakılırsa bu tekke Hristiyanlar için yapılmıştır.
Tasavvuf ekolü zühd konusunda rivayetleri yaydıkça yaymıştır. Bayezıd Bistami, Cüneyd-i Bağdadi gibi vahdet-i vücutçu sufiler zühd hakkında daha keskin görüşler serd ederken, Gazalî gibi biraz daha halkın ve hayatın içinde olup, genel olarak düşünce yapısı mutedil olanların zühd anlayışları da mutedil görünmektedir.
Tasavvuf ehli zühdü dünya arzularından vazgeçmek, dünyayı terk etmek olarak tanımlamışlardır. Horasanlılar zühdü, insanın elini ve nefsini dünyadan çekmesi, nefsin terk ettiği şeyden kalbi de temizlemek ve bütün arzuları bırakmak olarak tanımlamışlardır. (Sülemî).
Ebu Osman adında bir sufinin zühd anlayışı ibret vericidir: “Zühd dünyayı terk etmek, sonra da kimin eline geçerse geçsin, aldırmamaktır.” (Kuşeyrî). Cüneyd-i Bağdadi’ye göre, elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmamasıdır. Zühd, kişinin Allah ile meşgul olmasına mani olan her şeyi terk etmesidir. Şu söz Hasan Basri’ye atfedilmektedir: Zühd dünyaya karşı zahit olmak, dünyacılara buğz etmek ve dünyada olan şeylerden nefret etmektir. Sufilerden biri zühdü, dünyada olan şeyleri dünyada bulunan kimselere terk etmektir diye açıklamıştır. (Anlaşılacağı üzere, kendisi dünyada değildir!) Bayezıd Bistami’ye birisi zühdden bahsedince, “hangi şeyden zahitlik ediyorsun?” diye sormuş. Adam, “dünyadan” deyince, “ben de bir şey diyeceksin sandım, dünya ne ki ondan zahid olacaksın!” demiş. Hâtemul Esamm şöyle demiş: Zahit nefsinden evvel kesesini eritir, parasını harcar. Mütezehhit (zoraki zahit) ise kesesinden evvel kendini eritir. Fudayl b. Iyaz: Allah şerrin tümünü bir eve doldurdu, dünya sevgisini de bu eve anahtar yaptı. Hayrın tümünü diğer bir eve doldurdu, zühdü de bu eve anahtar yaptı. (Kuşeyri). Tasavvufta zühdün sadece günah ya da günah telakki edilen şeylere karşı olduğu sanılmamalıdır; mubahların terk edilmesi de zühd sayılmıştır. Hatta kimileri zühdün sadece helallerde olacağına inanmaktadır. Öyle ki zühd dünyadan ve hatta ahiretten de rağbetini kesip, sadece Allah’a yönelmek olarak şekillendirilmiştir. Dünyadan alaka kesilince, kendisine “Elbiseni niçin yıkamazsın?” diye sorulan sufinin (Hasan Basri) soruyu, “ondan daha önemli ve acele işim var” diye cevaplaması şaşırtıcı değildir. Sehl Tüsterî, âbidin amellerinin kabul olmasını şu dört şeye bürünmeye bağlamaktadır: açlık, çıplaklık, fakirlik ve zillet. Sufilerin kimisine göre de zühd sadece haramlarda olur. Sufilerin zühdünün özeti şu kurgudadır: “Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî terk-i terk” (DİA). Yani dünyayı, ahireti, kendisini ve en nihayet terk etmeyi terk etmek… Uyanıkken değil uykuda, ayıkken değil sekir halinde söylenebilecek bir söz.
İmam Gazalî zühd konusunu İhyau Ulumi’d-Dîn’in dördüncü cildinde genişçe işlemiş bulunmaktadır. Gazalî İhya’yı Şam’da Emeviye camiinde inzivadayken yazmıştır ve o dönemdeki bütün gel-gitleri inziva dersinde açıkça müşahede edilmektedir. Çünkü inzivayı bazen fanatik bir vahdet-i vücutçu gibi anlatmakta, bazen de ılımlı bir ehli sünnet alimi, bir medrese müderrisi gibi konuşmaktadır. Aslında Gazalî, sufilerin ilhad türündeki yorumlarını pekâlâ terfik edecek ilme sahiptir. Fakat ‘el-munkız mine’dalale’ (dalaletten kurtuluş) süreci(!) onu kendisine bırakmamaktadır.
Gazalî’ye göre, her ne kadar cenneti arzulamak da zahitlik olursa da, asıl zahitlik, cennet de dahil, Allah’tan başka her şeyi atıp sadece Allah’a rağbet etmektir. Gazalî’ye göre tasavvuf zühd halinden daha ileri bir şeydir. Çünkü zühd dünyadan vazgeçme halidir. Tasavvuf ise Allah’tan başka her şeyden vazgeçme halidir. Zahidler dünyayı (kötü, pis) bir şekilde görür ve incelerler. Onun yaldızlı ve fani olan süslerine iltifat etmeyerek, yüzlerini çevirirler. Bâkî ve hakiki olan cemale rağbet
ederler. Sufilerin makamı zahidlerin makamından daha ileridedir.
Gazalî zühdün üç derecesi olduğunu ileri sürmektedir. En düşük derecesi şudur: İnsanın nefsi dünyaya meyleder de, mücahede ile dünyadan yüz çevirir. Buna mütezehhid denir, zühdün başlangıcıdır. Orta derecesi: Umduğu cennete nisbetle dünyayı hakir görerek, gönül hoşluğu ili dünyayı terk eder. Zühdünü ve kendini beğenmeye temayül edebilir. Kendine tahsis edilen şeyi, daha büyüğü için terk ettiğini düşünmez. En üstün derecesi ise ne elem ve kederden kurtulmak, ne de zevklere ulaşmak için değil, sırf Allah için ve Allah’a ulaşmak için yapılan zühddür. Bunlar gerçek ariflerdir. Allah’ın cemali, cennet nimetlerinin hepsinden daha değerlidir. Gazalî der ki, her arayan, aradığının kuludur. Her aranan mabuddur. (Allah’ın dışında bir şey arayanlara gönderme yapmaktadır). Gazalî hiçbir ilmî kıymeti olmayan bir menkıbe olarak şu hikâyeye yer veriyor: İsa (a.s) taşı kendisine yastık yaparak yatar. Şeytan kendisine, “dünyalığa meylettin” deyince hemen taşı kaldırıp atar. Bu, zühdün üçüncü derecesine örnek olabilecek bir hikayedir. Bu durumda galiba bizden, bütün peygamberlerin yastık olarak taş kullandıklarına inanmamız gerekecektir. Gazalî’nin önemsediği bir başka peygamber menkıbesine göre de, giydiği kıldan elbise Yahya (a.s)’ın vücudunu delik deşik etmiştir. Annesinin kendisine yaptığı yün elbiseyi ise, Allah Teala’nın, “dünyayı bana tercih mi ediyorsun” uyarısı karşısında kaldırıp atmış, eski elbisesini giymiştir.
Gazalî, Cüneyd-i Bağdadî’ye atfedilen “ahiret yoluna giren müridin üç şey yapmasını sevmem: ticaret, hadis öğrenmek ve evlenmek” sözüne kıymet atfetmesi anlaşılır gibi değildir. Hadis yazmayı zühdle telif edemeyenlerden biri de Ebu Süleyman Daranî’dir. Daranî evlenmeyi, geçim derdine düşmeyi veya hadis yazmayı kınıyormuş. Cüneyd’in ve Daranî’nin sözleri ancak bir hezeyan örneği olarak kitaplarda yer verilebilir türdendir. Gazalî’nin, “Eşyanın hakikatini insanların sözlerinden anlamak isteyen, birbirine uymayan sözlerle karşılaşır ve şaşırıp kalır” yargısı hakikat adına söylenebilecek en güzel sözlerden biri olmakla beraber, Gazalî’nin kendisiyle de çelişmektedir. Yukarıdaki cümleler bunun belgesidir.
Gazalî, insanın kendi nefsi de dahil, her şeyi terk etmesi felsefesinden bazı ılımlı görüşlere geçebilmektedir. Mesela şöyle demektedir: Zühd bir şeye olan rağbeti, ondan daha iyisine çevirmektir. Tabiyüz çevirdiği şeyin de rağbet edilecek bir değerinin olması gerekir. Mesela kum, taş, toprak gibi şeylerden yüz çevirene zahid denmez. Bir de rağbet edilen şeyin, yüz çevrilenden daha hayırlı olması gerekir. Daha sevimli bir şey bulmadan bir sevimliyi terk etmek mümkün olmaz. Gazalî, zaruri ihtiyaçları temin etmenin Allah’tan başkası ile meşgul olmak anlamına gelmediğinin bilincindedir. Bu konuyu şöyle açıklamaktadır: Bir şeye ulaşmak için lazım olan madde de o şeydendir. Mesela hac için gerekli olan deve haccın bir parçasıdır. Hac yolunda seni menzile ulaştırması için nasıl devene bakıyorsan, seni Allah’a ulaştırması için bedenine de bakmalısın. Gazalî, evlerini basit malzemelerden ve çarık-çürük yapıp ikide bir ev tazeleyen, hacca giderken ya evini yıkan ya da komşusuna hibe edip, dönüşte yeniden ev yapanları örnek veriyor.
Gazalî ‘fakr’ konusunu anlatırken konunun en başında bir kez daha ‘mutedil Gazali’yi okumaktayız. Şöyle diyor: Peygamber, Ebu Bekir, Ömer dünya hazinelerinden kaçmadılar, kabul ettiler ve yerlerine koydular. Çünkü onlara göre altın-gümüş mal, su ile aynıdır. (Suyu içmen gerekir, ihtiyacından fazlasını biriktirmenin ise bir anlamı yoktur). Bu servetleri kabul etmekten kaçınanlara elince: Bunlar aslında zayıf kimselerdir, mal bizi meşgul eder diye korkudan kabul etmezler. Dolayısıyla bu gibi insanların maldan kaçınmaları bir kemâldir. Gazalî zaruret miktarı kadar malın bulunmasını efdal saymaktadır. Çünkü diyor, zaruret miktarını bulamayan, marifet yoluna değil, ölüm yoluna sürüklenir.
Tasavvuf felsefesinde zühdün ileri aşaması ‘fakr’ (fakirlik) görüşüdür. Terim olarak fakr, mevcut olanı kaybetmemek için mevcut olmayanı istememek diye tanımlanmıştır. Fakr rızık isteğinde bulunmamak demektir. Kâinattan yoksul olmak, kainatı tamamen terk etmektir. (S. Ateş). Fakr öyle bir felsefedir ki, sufinin, fakirliğiyle zenginlere kibirlilik yapması, kalbinde dünyaya ve adamlarına değer verdiğini gösterir. Kalbinde dünyanın hiçbir değeri olmayan bir adam, halka karşı da kibirlenmez!
Gazalî’ye göre fakr dünyayı kuldan uzaklaştırmaktır, zühd ise kulu dünyadan uzaklaştırmaktır. Gazalî fakr konusunu işlerken, “Boş gönül olmaz. Vücutta hem Allah hem de başkası olamaz. Başkasına yönelen, Allah’tan uzaklaşmış, Allah’a yönelen de başkasından uzaklaşmıştır. Birine yaklaşması diğerinden uzaklaşması nispetindedir. Tersi de aynı.” demektedir. Gazalî’nin bu sözlerle fakrı, biraz daha kelamî noktaya çektiği anlaşılmaktadır.
Tevhid akidesinin, Allah’tan başka hiçbir şeyi yüceltmemek ve hayatın hedefi haline getirmemek gerektiği ilkesini anlatmak istemektedir.
Zühd konulu hadis bölümleri telif eden, kitaplarında zühdr bahsini işleyen müelliflerin Müslüman olmasıyla zühd kavramı İslamlaşmış olmaz. İslam’ın tek kaynağı olan Kur’an’da zühd namına herhangi bir bilgi bulunmaz. Tasavvufçuların bazı Kur’an ayetlerini tevil ve tahrif ederek zühde alet etmelerini Kur’an’dan ayrı tutmak gerekir. Tasavvuf ekolü bu tahrifatı her konuda yapmaktadır.
Kur’an dünyayı ve dünyanın içindekileri kötülemez, dünyayı lanetlemez. Dünyayı mutlaklaştırmak ve hayatı maddeden ibaret görmek (materyalizm/kapitalizm) nasıl ifratsa, dünyayı lanetlemek de tefrittir. Hakikat, iki aşırılıktan birini tercih etmek değil, Allah ne buyurduysa, odur. İki uç nokta, sadece ince bir zar engeli kadar birbirlerine yaklaşmışlardır. Zühd felsefesi, materyalizme dönüşmeye ramak kalmış bir mistik felsefedir. İslam bu gibi aşırılıklardan, ifrat ve tefritten kaçınan bir denge, vasat ümmet ve itidal dinidir.
Kur’an’ın dünyayı kötülemesi çelişki olurdu. Zira Allah dünyayı insan için yaratmıştır. Kur’an, “Allah arzı sizin için beşik yaptı” buyurmakta (20/Taha, 53; 43/Zuhruf, 10), ardından da “orada sizin için yollar tayin etti” diye eklemektedir. Dünya semasını da bir tavan gibi yapmış (21/Enbiya, 32) ve orayı yıldızlarla süslemiştir. (37/Saffat, 6; 67/Mülk, 5). Yani dünya güzeldir. Zaten Allah çirkin bir şey yaratmaz.
Dünyanın yaratılışı, mucizevi tarafı ve başka hususlarla ilgili Kur’an’ın açıklamalarını burada uzun uzadıya değerlendirmemiz imkansızdır; çünkü 430 kadar ayet arzdan bahsetmektedir. Kısaca belirtmek gerekirse, insanın vatanı arzdır, insan orada yaratıldı (2/Bakara, 30), orada yaşayacak, orada ölecek ve orada diriltilecektir. (7/A’raf, 25).
Allah dünyayı kötülemediği gibi, dünya hayatını da lanetlememektedir. Allah sadece insanın kötü ahlakını lanetlemektedir. İyilik ya da kötülük, bu güzel dünyada insanın çirkin yaşamıyla alakalıdır. İyilik ve kötülük insan davranışlarına sıfat (ilinek) olabilir. Kur’an kötü davranışları yerer, hayırları över ve hayra teşvik eder. Ahirete karşılık dünyayı satın alanların ahmaklığına karşı akleden kullar teyakkuza davet edilir. (2/Bakara, 86, 9/Tevbe, 38 v.b.). Kur’an Allah’tan sadece dünyada ‘hayır’/iyilik isteyen, ahireti ıskalayan, “hayat ancak bu dünyahayatından ibarettir” (23/Mü’minun, 37) görüşünde olanları yerer; onlar nasiplerinin tamamını bu dünyada tüketmiş, ahirete nasip bırakmamış sefihlerdir. (2/Bakara, 200; 11/Hud, 15-16; 42/Şura, 20). Kafirlere dünya hayatı çok cazip gelmektedir. (2/Bakara, 212).
Dünya hayatı denince akla gelebilecek olan her şey (kadın, çocuk, altın ve gümüş, atlar, sağmal hayvanlar ve ekinler; hasılı bütün dünyalıklar) insana sevdirilmiş, çekici kılınmıştır. (3/Âl-i İmran, 14). İnsanı yaratan Allah’tır, dünyayı ve dünya hayatında atları, ekinleri, kadın ve çocuğu, ürünleri, altın ve gümüşü de Allah yaratmıştır. Bütün bunları insan için cazip kılan da Allah’tır. Allah yeryüzünde böyle bir hayat kurmuştur. O halde neden Bakara suresinin 212. ayetinde dünya hayatı kafirler için çekici kılındı denirken, Âl-i İmran suresinin 14. ayetinde dünya metaı bütün insanlar için cazip kılındı denmektedir? Al-i İmran, 14. ayette genel olarak fıtrata atıf yapılmaktadır. İnsanların tamamı için orada sayılan zenginlik ve nimetler çekicidir. Yani fıtraten insan dünya metaına zahitlik değil, rağbet eder. (Rağbet zühdün zıddıdır). Müminle kafirin farkı şuradadır: Müminler, o zenginliklerde kalmayıp, deyim yerindeyse ‘geri dönen’, adeta bir yolcu misali, yoldaki duraklardan birinde çakılıp kalmayan kimselerdir. Kafirler ise adeta dünyanın süslerinde (servet, sâmân) yok olmakta, o zenginlikleri hayatın nihai hedefi sanmaktadırlar. Aynı nimetler mümine cennet, kafire cehennem olmaktadır.
Bu durumu ‘testi’ meseliyle açıklamak mümkündür. Çocuğunu suya gönderirken, testiyi kırma diye çocuğuna hafifçe vuran baba, çocuğuna düşman değildir. Babanın nazarında ne çocuk, ne testi ne de su lanetlidir. Çocuk, kırıp dökmeden testi ile su getirmelidir, hedef budur. Bu hedefe varmak için babanın çocuğunu uyarması bir hayırdır. Baba, testi kırıldıktan sonra çocuğuna tokat atsaydı bu hak değil, zulüm olurdu. Allah Teala dünyayı mükemmel biçimde yaratmış, orada insan için hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. Gönderdiği elçilerle de akıl sahibi, fıtraten temiz insanı hep uyarmıştır. Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür ve Allah insanı, bunlara sahip olmaktan sakındırmamaktadır fakat bunlar geçici olduğu için, Allah’ın verdiği nimetleri de kullanarak ebedi olan ahiret yurduna azık hazırlamasını öğütlemektedir. (18/Kehf, 46).
Tasavvuf adındaki mistik felsefe akımı, zühd adı altında, Allah’ın kulları için yarattığı nimetleri sakıncalı, kötü, günah olarak damgalamaktadır. Oysa Allah’ın bu dünyada bilhassa salih kulları için yarattığı, ahirette de sadece onlara tahsisli ziynetleri ve temiz rızıkları haram kılmak kimsenin haddine değildir. (7/A’raf, 32). Allah müminleri, Allah’ın helal kıldığı nimetleri haram kılmamaları hususunda uyarır; müminler Allah’ın helal ve temiz olarak verdiği nimetlerden yemeli ve Allah’tan korkmalıdırlar. (5/Maide, 87-88). Zühd adı altında Allah’ın nimetleriyle ilgili hezeyanlar savuranlar, şeytandan değil de, dünyadan kaçanlar, dünyayı, içindeki her şeyiyle birlikte tahkir edenler sadece şeytan adına konuşuyor olabilirler.
Kur’an (dünyayı değil), dünya hayatını bir oyun ve eğlenceye benzetir. (6//En’am, 32; 29/Ankebut, 64; 47/Muhammed, 36). Her üç ayette de ‘oyun ve eğlence’ olan dünya hayatına karşın ahiretin kalıcılığı vurgulanır. Bu niteleme, dünyadan ve dünyevi nimetlerden kaçmayı, terk etmeyi, dahası, dünyayı şeytanlaştırmayı gerektirici değildir. Sonuçta o ‘oyun ve eğlence’ (basit, geçici) hayat bu dünyada yaşanmaktadır. Yunus suresinin 24. ayeti dünya hayatını bir de yağmur temsili ile anlatır. Yağmur yeryüzünün bitkilerinin bitmesine vesiledir. Böylece yeryüzünün güzelleşmesini ayet ‘zuhruf’ (süslenme) ve ziynet kelimeleriyle vasıflandırır. Ama dünyanın bu nimetleri bitimlidir, belirli bir süre sonra o süsler ve ziynet sanki hiç yaşanmamış gibi olacaktır. Şu halde insan, dünya hayatına ebediymiş gibi bağlanmamalı, kalıcı olana yönelmelidir.
Allah Teala’nın, Rasulünü, “dünya hayatının ziynetine gözünü dikme!” diye uyarması (18/Kehf, 28; 20/Taha, 131), dünyayı terk et, dünyadan hiçbir şey isteme anlamına gelmez. Zaten bu iki ayette Allah’ın, dünya nimetleriyle insanları faydalandırdığı açıkça belirtilir. Karun tiplemesinde İslam’ın servete bakışı etraflıca özetlenmiştir. Hazinelerinin anahtarları güçlükle taşınan Karun’u uyarırken Allah Teala, servetiyle asıl olarak ahiret yurdunu kazandırıcı ameller işlemesini ama dünyadan da nasibini unutmamasını tembihler. Allah’ın kendisine ihsan ettiği gibi, kendisi de insanlara ihsan etmelidir. (28/Kasas, 77). Mülk Allah’a aittir, dilediğine verir, dilediğinden çekip alır. Dilediğini aziz, dilediğini zelil eder. (3/Âl-i İmran, 26). Bir mümin, elinden çıkan nimetlere üzülmemeli, Allah’ın verdiği nimetlerle de şımarmamalıdır. İbadet sadece namaz, oruç değildir; hayat bir bütün halinde ibadettir. Dolayısıyla hayat adı verilen bu büyük ibadeti maruf şekilde yerine getirmek gerekir. Rasulullah’ın, geceleri sürekli namaz kılmaya, gündüzleri sürekli oruç tutmaya, hanımlarına yaklaşmamaya ahdeden bazı sahabileri uyardığı bilinmektedir. Onlara şöyle demiştir: “Ben içinizde Allah’tan en çok korkanınız ve O’ndan en fazla sakınanız oluğum halde oruç da tutuyorum, ara da veriyorum; namaz kılıyorum, yatıp uyuyorum da; kadınlarla da izdivaç yapıyorum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”
İdeal bir müslüman hayatının en güzel örneği şüphesiz ki İslam’ın elçisi Muhammed (sav)’in hayatıdır. Rasulullah (sav) ve peygamberlerin tamamı dünyanın her nimetinden yeterince yararlanmışlardır. Diğer insanlar bir veya iki evlilik yapmışsa, Rasulullah 13 evlilik yapmıştır. Hayatının belli dönemlerinde maddi sıkıntılar geçirmişse de, ticaretten ve ganimetlerden büyük paylar da elde etmiştir. Rasulullah Kur’an’a tabi olmuş, dünya nimetlerini asla kötülememiştir. Dünya nimetlerine tapmaktan sakındırmakla, onları kötülemek farklı şeylerdir.
Zühd İslam’ın nesi olmaktadır? Zühd İslam’ın hiçbir şeyi olmamaktadır. Zühdle İslam arasında herhangi bir bağ kurulamaz. Kur’an’dan zühde dair bir tek ayet bile gösterilemez, Rasulullah’ın güzel hayatından bir tek örnek dahi verilemez. ‘Dünyayı terk et, kimin, eline geçerse geçsin’ felsefesinin İslam’la ne gibi bir alakası olabilir ki? Dünyayı sen terk et ki, oraya, en yırtıcı hayvanlardan daha yırtıcı olan kavimler taht kursunlar! Sonra da ırz, namus, izzet ve şeref bırakmasınlar! Eğer dünyayı terk etmek zühd oluyor, bu da matah bir felsefeymiş gibi yüceltiliyorsa, Avrupalı beyaz insanın Amerika’da Kızılderili neslini tüketmesine, siyah derili insanın kendi öz vatanından kopartılıp, gemilerle Avrupa’ya getirilerek köle pazarlarında hayvan satar gibi satılmasına, yine beyaz insanın bin bir türlü hile, para ve silah zoruyla Filistin’de İsrail adında bir fitne-fesat çetesi peyda etmelerine hiçbir söz etmemek gerekir.
İslam ruhbanlık dini değildir. (57/Hadîd, 27). Ruhbanlık isteyenler Hristiyanlığa, Budizm’e geçebilirler ama İslam’da bir saniye bile kalamazlar. İşte Hristiyanlık ruhbanlığı tam da, ‘dünyayı terk et, kimin eline geçtiğine de aldırma’ anlayışının ibretlik örneğidir. Ruhbanlar dünyayı terk edip, manastırlara yerleştiler, dünyayı laik zorbalar ele geçirdi. Reform, Rönesans, aydınlanma ve laik devrimlerle dünyaya hükümran oldular. Dünyadan el-etek çekmeyi iyi bir şey sananların, küresel vahşet sistemine söyleyecek hiçbir sözleri olamaz.
Son olarak belirtmemiz gerekir ki zühd sadece kitapların tozlu sayfalarında kalan, hayatta uygulanması asla mümkün olmayan bir yorum, bir bakış açısı, mistik bir felsefedir. En ileri düzeyde zühd tezi yazan panteist sufiler sonuçta dünyada yaşıyorlar, belki de bugün ortalama insanın dahi sahip olmadığı servetlere sahiptiler. Günümüzde zühd ve diğer mistik ahlaki teorilere sahiplenen tasavvuf-tarikat zümreleri bu kadar büyük saltanat içinde yüzüyorlarsa, zühd teorisi kesin olarak çökmüş demektir. Holding düzeyinde bir maddi ihtişamla zühdü bağdaştırmak ancak bir komedi olabilir.
Zühd, halim-selim, ihlaslı kimselerin, toplum daha iyi olsun diye düşünüp ulaştıkları bir ahlak nazariyesi değil, bunlarla hiç ilgisi olmayan ideolojik bir bakış açısıdır. Şu örneğimiz bu tezimizi doğrulamaktadır: Bayezıd Bistamî diyor ki, “Ben zühdde üç gün kaldım, dördüncü gün zühdden çıktım. İlk gün dünyaya ve dünyada olan şeylere, ikinci gün ahirete ve orada bulunan şeylere, üçüncü gün Allah’tan başka ne varsa, hepsine karşı zahid oldum. Dördüncü gün olunca bana Allah’tan başka bir şey kalmadı ve ilahi aşk beni şaşkına çevirdi.” Bistami aslında dördüncü aşamada Allahlaştığını anlatmak istemektedir. Onun bu anlamdaki ‘şatahatı’ çoktur. Böyle panteist bir felsefeyi, dünyada edepli, ölçülü, az yemek, az uyumak, az konuşmak türünden bir zühd sanmak saflık olur.
İslam’ın zühd diye bir kavramı ve yaşam biçimi yoktur ama bu, İslam’ın yeme, içme, servet biriktirme, başkalarına yardım etme, dünya malına tapmama, lüksten ve savurganlıktan kaçınma, yetimleri, kimsesizleri gözetleme gibi hususlarda ilkelerinin olmadığı anlamına gelmemektedir. Bilakis İslam’ın bu alanlardaki ilkeleri tamamen orijinaldir ve dünyanın ilerisindedir. İslam’ın takva, infak, ihsan gibi değerleri vardır. İslam sadece kendi kelime ve kavramlarıyla kavranır ve yaşanır. Başka kültürlerin kavram ve değerleri İslam’a hiçbir katkı yapmadığı gibi, İslam anlayışımızı da tamamen bozar.
Zühd, İslam’a ait değil ama İslamîleştirilmiş bir kavramdır. Demek ki İslamizasyon, Amerika’dan da önce, tasavvufun bir projesidir. İslam’ın zühd diye bir görüşü, inanış ve yaşam biçimi yoktur. Zühd, kelimenin tam anlamıyla bir tasavvuf terimidir ve tasavvufun, İslam dışındaki bütün kültür ve medeniyetlerden derleyip getirdiği çer-çöpü içinde barındırır. Allah’ın dini ise İslam olarak ebediyete kadar ayaktadır.
İktibas Dergisi Ekim 2019