Yaslandığın Duvar Üstüne Göçerse!

Bir söz vardır malumunuz. “Duvara yaslanma yıkılır, insana yaslanma ölür, sadece Allah’a yaslan, Allah ne yıkılır ne de ölür.” Yaslanılan duvar göçerse, altında ilk kalan duvara yaslanan olacaktır.

Osmanlı modernleşme sürecinde en önemli eşiğin II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte aşıldığı, dönem hakkında malumatı olan herkes tarafından malumdur. İttihat Terakkinin öncülüğünde Abdülhamid’e karşı başlayan pasif isyan, zaman içinde yurt içinde ve dışında Avrupa zihniyetine sahip örgütün teşkilatlanmasıyla büyümüş, Balkanlarda başlayan ayaklanmalar, 1908 Temmuzunda meşrutiyetin ilanıyla, siyaset sahasında İttihatçıların galibiyetiyle sona ermiştir.

Müslüman topraklarında laik-seküler siyasetin ilk temsilcileri İttihatçı zihniyettir. İktidara geliş süreçlerinde ulemanın toplum nazarında meşrulaştırıcı rolünü de kullanan bu zihniyet, bu sınıfla işi bitince bir kenara itmiştir. İktidara gelir gelmez ilk yaptıkları politik hamlelerin başında, Avrupai bir toplum inşa etmek ve Müslüman milleti dininden uzaklaştırarak ahlaken zaaf uğratmak olmuştur. Oysa kendisine destek veren ulema sınıfının beklentileri ise, tam aksi istikamette, meşrutiyet vasıtasıyla daha dindar bir toplum kurma hayaliydi. Fakat ne yazık ki bu beklentiler sükut-u hayale uğradı.

İttihatçı tayfanın toplumsal sahada ahlaki erozyonu hızlandırmak Müslüman milleti öz değerlerinden koparmak için her türlü girişimden geri durmadığı görülmektedir. Bu emelinin gerçekleşmesi için kullandığı yöntemlerden birisi de tiyatro sahasıdır. Avrupa’nın gayri meşru kültürünü Müslüman memleketine taşımanın en kestirme yolunun tiyatro olduğunu öğrenmişlerdir. İktidarı ele geçirişlerinin ilk dönemlerinden başlayarak bu girişimlerini politik hedefleri arasına alırlar.

İşin gidişatı çok kötüdür. Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaya başlanmış, işin garibi müşteri de bulmaktadır. En acı tecrübeyi yaşayanlar ise, ilmiye sınıfıdır. Öyle acı tecrübedir ki, telafisi mümkün değildir. Bu sınıf aktif desteklerinin hemen akabinde, pasif muhalefete mahkûm olmuştur. Bu sebepten iki türlü pişmanlık yaşarlar. Birisi gavur zihniyete destek vermeleri ve iktidara taşımaları, ikincisi Müslüman millete bu zihniyeti meşru göstererek alıştırmaları. Bir boyunda iki vebal asılıdır. Hangisine yansalar, diğeri ağır basar. Çok geçmez memleketin her yerinde müstehcen tiyatro gösterilerinde, çırılçıplak kadınlar arzı endam etmeye başlar. Abdülhamid korkusu gitmiş, ittihatçı korkusu gelmiştir. Abdülhamid iktidarda iken sesini çıkaramayanlar, ittihatçıların iktidarında da sesini çıkaramaz.

Yayılan fesada karşı aktif isyanı göze alamayan dönemin ilmiye sınıfı, çıkardıkları gazete ve risalelerde pasif muhalefete başlarlar. Fakat bu muhalefetlerinde dahi korkunun izleri gözlerden kaçmamaktadır. Dönemin Müslüman mütefekkirleri, sorunun ahlaki boyutunu makalelerine konu edinirler. Beyanülhak gazetesi muharrirlerinden Ermenekli Mustafa Saffet Efendi de, büyük ahlaki bir sorun olarak ortaya çıkan bu meseleyi kalemine ve kelamına konu edinir.

Beyanülhak gazetesine üzerinde bir not bulunan pusula gelir. Pusulada, “Bütün cihanı İslamiyet’i şenaatiyle lekeleyecek bir oyunun Beyoğlu’nda oynanacağını haber aldım. Bu yalnızca zevkine sefahatine müptela olanlar arasında kalacak bir mesele değildir. Bundan dolayı işin hakikatini öğrenmek için mutlaka görülmesi lazım gelir” yazmaktadır.

Mustafa Saffet Efendi, pusulada yazan konuyu ve oynanan oyunu gazetenin sütunlarına taşırken, üzüntülerinin, sıkıntılarının, pişmanlıklarının hissiyatı da adeta kelimelere sinmiş gibidir. Büyük umutlarla beklenen, çeşitli zahmetlere girilerek İttihatçı tayfanın önderliğinde ilan edilen meşrutiyetin, meşrutiyetin getirdiği hürriyetin, kısa sürede nerelere geldiğini gördüğünde, artık çok geç kalınmış olduğunu anlamış gibidir.

Oynanacak tiyatrodaki oyunun konusu, Abdülhamid’in iktidarı döneminde yapmış olduğu iddia edilen muzırlıkların millete gösterilmesini sağlamak amacıyla açık saçık kadınları bir tiyatro sahnesinde arzı endam etmesidir. Gelen pusulada yazılanların esasen bilindiği için ehemmiyet verilmese de, bir kişi oyunu izlemesi için gönderilir. Fakat gönderilen zat Müslüman memleketinde sere serpe, büsbütün açık bir şekilde kadınların medeniyet ve terakki perdesi altında, bir tiyatro sahnesinde arz-ı endam edebileceğine ihtimal vermediğinden, gittiğine bin pişman olarak, ancak çeyrek saat kadar durabilmiş ve tiyatroyu terk emiştir.

Aslında bu oyun memlekette ilk defa oynatılmamıştır. Aynı türden oyunların daha önce de oynatıldığı, fakat büyük tepkiler gördüğü ve milletin lanetini, nefretini celp ettiği için bir daha oynatılacağına ihtimal verilmemiş idi. Heyhat ki bu düşünceler, beklentiler tam manasıyla hülyadan hayalden ibaret imiş. Çünkü yine oynatılmaya başlanmıştır. Hem de bu kez mübarek Ramazan-ı Şerif ayında.

“Heyhat ki o tasavvurlar, o düşünceler bütün manasıyla bir hülyadan, bir rüyadan ibaret imiş. Çünkü yine oynatıldı! Hem Ramazan-ı Şerifte! Biz bunu oynatanlara çok görmemekle beraber temaşada bulunanlara da çok görmeyiz. Tencere yuvarlanır kapağını bulur.

Bizim görevimiz Avrupa’dan memleketimize yağıp gelen zilletlerden bir nebze bahis ile zavallı ahalimizi ikaz etmektir. Avrupa’dan şimdilik memleketimize girebilen bir şey var ise, o da ancak ahalimizi soymak soyabilmek için meşru gayrı meşru bir vasıtalardan ibarettir dersek mübalağa etmiş olmayız.

Şimdi bu münasebetle ahlakça bize muzır olanlardan bahis edeceğiz. Bizim bu memlekette belediyelerimiz müflis olduğundan imar-ı belde için meşru ve gayri meşru ne kadar vasıta var ise müracaat ederek para gelsin de ahalinin ahlakı ne olursa olsun diyor. Bu hususta belediyelerin tuttuğu yol, meskeni, mamur olanı helak etmekten başka bir şey değildir.”

Mustafa Saffet Efendi’nin dediği gibi, Avrupa’dan yağıp gelenler, zillet, ahlaksızlık, alkol, fuhuş ve yozlaşmadan başka bir şey değildi. Avrupalı olmak hevesiyle yanıp tutuşan ve Avrupa’nın terakkisine meftun olanların, ilime, bilime, teknolojiye, sanayiye karşı ilgileri yoktu. İlk yapmak istedikleri, Müslüman ahaliyi gavurlaştırmaktı. Bunu sağlamak için de tiyatro ideal bir yöntemdi. Gücü eline geçirenler, aktif olarak fiiliyata geçmiş, istediği gibi at oynatmakta, Müslüman mütefekkirlerin de yaslandıkları duvar üstüne göçmektedir.

Bu tiyatroyu düzenleyenlerin gerekçesi ise, özrü kabahatinden büyük denecek türden. Millete sundukları gerekçe, tiyatroyu sergilemekle Abdülhamid’in iktidarda iken neler yaptığını göstermek imiş. Ermenekli Mustafa Saffet Efendi bu gerekçeye de itiraz eder:

“Amaçları Abdülhamid’in iktidarı döneminde yaptığı (!) bir alçaklığı millete göstererek ibret almak için oynatılan bir oyun imiş. Fakat acaba Abdülhamid bunu yaptı mı? Yaptıysa kimler görmüş? Bir kere böyle alçaklığı Abdülhamid’in yaptığını ne gören oldu, ne de işiten. O halde yapsa bile kendisine ait bir mazarrat olabilir idi. Ancak kendi ailesi arasında kalabilirdi. Fakat bunu taklit edenler işte Abdülhamid’in yaptığı – ki bizce muhakkak değildir – bir alçaklığı tekrar etmiş olduklarından bir kere bu meselede Abdülhamid’in yerine geçmiş oluyorlar. Bir de böyle bir alçaklığı bir tiyatro sahnesinde gösterime sokmuş olmaları hasebiyle bütün alem-i insaniyeti buna ortak ederek, bu yüzden ahlak-ı umumiyenin bozulmasına hizmet ediyorlar.”

Müslümanlık düşüncesinin ve yeni bir hayatı inşa etme gayretinin akamete uğradığı bu dönemde, ahlaksızlaşmaya, yozlaşmaya, eğlence kültürünün yaygınlaşmasına en çok yakınan ve diz dövenlerin başında, laik zihniyeti başa getiren ilmiye sınıfı gelmektedir. Çok değil, bir-iki yıl içerisinde Müslüman basında yazılıp çizilenlerin neredeyse tamamına yakınının konusu, bu ahlaksızlaşamaya ve yozlaşmaya karşı itiraz ediş olduğu gözlenmektedir.

20. yüzyılın başlarında yaşanan bu hadise, 21. yüzyılın başlarında tekrar etmiş, Müslüman aydın-entelektüel-akademik camia, muhafazakârların iktidara talip oluşunu büyük bir sevinçle karşılayarak, aktif destek vermiştir. Fakat bilmedikleri ya da akıl edemedikleri husus, destek olunan muhafazakâr cenahın, ittihatçı zihniyetin tipik bir kopyası olduğudur. Aslında yüz yıl önce İttihatçı tayfanın yapmak isteyip sürecini tamamlayamadığı emellerinin, bu kez muhafazakârlar eliyle tamamlanmasını sağlamaktır.

Ermenekli Mustafa Saffet Efendi’nin yana yakıla şikâyet ettiği tiyatro belasından bin kat daha beteri bugün İttihatçıların bile aklına gelmeyecek usullerle cari durumdadır. Ve bugün şikâyet merciinde en çok sesi yükselenler de, kalemleriyle ve kelamlarıyla muhafazakâr iktidara aktif destek verenlerdir. Bu şikâyetlerin dile getirildiği sayısız makale, yazı, eser bulunmaktadır. Bunların içinden adını ve kaynağını vermeyeceğimiz, aşağıdaki iki farklı kişinden alıntı yaptığımız metinler ile Mustafa Saffet Efendi’nin dile getirdiklerini, zaman ve mekân unsurlarını bir kenara bırakacak olursak, aynılık göstermektedir. İki şikâyet arasında yüz yıllık zaman farkı vardır. Yüz yıl öncekiyle, yüz yıl sonrakindeki mahiyet benzerliği ise, Müslümanların aklını başına alamadığının göstergesidir.

1. Metin: “Türkiye’de evlilik dışı, nikâhsız ilişkilerin alabildiğine teşvik edildiği, özendirildiği bir vasatta kürtajı yasaklamaktan işe başlamak maalesef konuya tersten bakmaktır. Ahlaksızlığın yaygınlaştırıldığı, gayri meşru ilişkilerin normalleştirilmeye çalıştığı bir süreç bütün bir topluma dayatılıyor. Zinanın suç olmaktan çıktığı hatta teşvik edildiği bir toplumda kürtajı yasaklamak ne getirir? İstenmeyen hamileliğe giden yolu kapatmazsanız, bunu meşru görürseniz kürtajı yasaklamaya çalışmak beyhude bir çaba olarak kalır. Topluma dayatılan laiklik-modernleşme, İslamsız bir hayat projesi, kürtaj gibi açık bir cinayeti ama aslında gayri meşru bir ilişki biçimini meşru ve makul bir hayat biçimine dönüştürdü. Zihinlere, duygulara, söylemlere ve nihayet toplumsal ilişkilere sirayet eden laik-modern hayat klişeleri en mahrem alanlara saldırmak üzere meydana ve medyaya çıktı. Televizyon dizileri ve magazin programları aracılığıyla bütün bir toplumun üzerine ahlaksızlık akıtılmakta. Evli insanların eşlerinden başka kişilerle evlilik hayatı yaşamasının adeta özendirilmesi ya da evliliğe gerek yok nikâhsız da mutlu olunabilir anlayışı ailenin ve toplumun köküne kibrit suyu döküyor.”

2. Metin: “Bugün Bakanlar Kurulu, Milli Eğitim alanı ve özellikle Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlık, YÖK gibi kuruluşlar; TÜSİAD, bazı bankaların kültür yayınları hatta KADEM (Kadın ve Demokrasi Derneği) gibi kuruluşlar, kadın ile aile mefhumu ile çocuk ile, cinsel aykırı tiplerle ilgili algı ve uygulamalarını Batılı kuruluşların protokol ve sözleşmelerine göre düzenlemeye başlamışlardır ki bu çizgiyi engelleyemediğimiz takdirde çocuklarımız, ailemiz ve ahlaki sabit değerlerimiz için büyük sıkıntılarla karşılaşmamız mukadder olacaktır.”

Bir söz vardır malumunuz. “Duvara yaslanma yıkılır, insana yaslanma ölür, sadece Allah’a yaslan, Allah ne yıkılır ne de ölür.” Yaslanılan duvar göçerse, altında ilk kalan duvara yaslanan olacaktır.

İktibas / Yakup Döğer