Yabancı Düşmanlığının Zihniyet Yapısı

Dünya işbölümünün sömürgeci evresinde, yabancı meselesi, merkez dünyânın toplumlarına bir öz bilinç kazandırmak için kurgulandı. Evdeki modernlerin medenî, uzaklardaki yabancıların ise “yabânî” olduğu anlayışı “bilimsel” bulgulara dayandırılarak tescil edildi. İlk defâ modern dünyâda, yabancı ile yabânî eşleşti.

Evvelemirde bir şeyi veri almak zorundayız: Yabancı sevilmez. Belli bir kültür çevresine sızdığı andan îtibâren yabancı her şeyiyle yadırganır. Eğer bu rastlaşma tesâdüfî olup, bir tehdit algısına yol açıyorsa, yabancı şedit bir şekilde püskürtülür. Eğer, ticârette olduğu üzere, mal dolaşımının sağlanması adına mukadder ise, bâzı “geçici” bâzı taktikler devreye girer. Daha evvel de yazmış olduğum üzere, “misafirperverlik” bu taktiklerden başlıcasıdır. Kültürel antropolojinin söylediğine göre, abartılı ikramlar, “yabancıya” hem topluluğun temsilini güçlü bir şekilde sağlar, hem de ona bir “yabancı” olduğunu derinden hissettirir.

Dünyânın daha “tenhâ” ve rastlaşmaların daha “seyrek” olduğu devirlerde, yabancılarla şöyle böyle geçim sağlayan rejimleri, kitlesel göçler tehlikeye sokardı. Târihte “kavim göçleri” olarak bilinen süreçler yaşanırken bu rejimler iflâs ederdi. Ama, süreç yatıştıktan sonra yeniden kurulur ve yeniden işletilirdi.

Modern dünyâ bu çevrimleri esastan bozdu. Herkesi, köklerinden kopartarak, evinden yurdundan, akrabalarından etti. Herkesi birbirine yabancılaştırdı. Bu yabancılaşmanın kaotik etkilerini ise, Foucault ve Elias gibilerin başarılı bir şekilde sergiledikleri gibi; okulu, fabrikaları, akıl hastahaneleri, hapishaneleriyle ve nihâyet ordularıyla, “üretim temelinde” bir disiplin toplumu inşâ ederek aştılar.

Ama her şey bu kadar basit değildi. Bir meseleye “toplumsal” ölçekte bakmakla, “dünyâsal” ölçekte bakmak her zaman örtüşen neticeler doğurmuyor. Dünyâsal ölçekte bakıldığında tablo daha karmaşık görülüyor. Toplumsal-sınıfsal işbölümü, dünyâdaki işbölümü ile eşlenmediği zaman manâsını kaybediyor. Marx, her ne kadar kavramı reddetse de “toplumsal” bir bakış açısına sâhipti. Wallerstein, Frank, Sweezy ve Baran gibi sonraki nesiller bu açığı gördü. Dünyâ Sistemi olarak kavramlaştırdıkları bir açıdan bakarak çok daha fazla şey gördüler. Kapitalizmin sâdece bir toplumsal örgütlenmesinin değil, bir “dünyâ” örgütlenmesinin adı olduğunu onlardan öğrendik.

Dünya işbölümünün sömürgeci evresinde, yabancı meselesi, merkez dünyânın toplumlarına bir öz bilinç kazandırmak için kurgulandı. Evdeki modernlerin medenî, uzaklardaki yabancıların ise “yabânî” olduğu anlayışı “bilimsel” bulgulara dayandırılarak tescil edildi. İlk defâ modern dünyâda, yabancı ile yabânî eşleşti.

Kapitalizmin, bir üretim ve mübâdele tarzı olarak verimli ve etkin bir şekilde yaşayabilmesinin, bugüne kadar işleyen tek formülü; kendisine “ucuz emek” sağlamasıdır. Merkez dünyâ aşağı yukarı yüzyıl boyunca kendi iç emek kaynaklarını doyum tokum sömürdü. Bu da arz ve talep arasındaki uçurumu doğurdu. Üretim fetişizmiyle, talep eksikliğinin arasındaki mâhut uçurumdur bu. Bahsedilen uçurumu kapatmak için evvelâ yeniden bölüşümü denediler. Umulan, alım gücü arttırılan emeğin, aynı zamanda verimliliğinin de artacağı doğrultusundaydı. Ne var ki, bu gerçekleşmedi. Tam tersine refah toplumlarında, rakamların da apaçık işâret ettiği üzere, 1970’lerden bugüne verimlilik sürekli düştü. Nüfuslar, bütün zamanların en büyük insan bilimleri düşünürü olarak gördüğüm İbn-i Hâldun’un asırlar evvel tespit ettiği üzere “rehavete” düştü. Refah, ideolojisinin dayattığı gibi; ne etkinlik ne de mutluluk getiriyor. Emeğin verimliliğindeki düşmeye sermâyenin verimliliğindeki düşmeler eklemlendi. 1960’ların Karşı Kültür hareketlerinin de tesiriyle çekirdek âile çöktü, doğurganlık azaldı ve nüfuslar yaşlandı. Günümüzde sermâyenin Çin, Hindistan, Brezilya Endonezya gibi kenara kaymasının sebebi de budur.

Dünyâ işbölümünde merkezde yer alan güçler, açığı kapatmak için, yarı merkez ve kenar dünyânın proleter uluslarından emek de çekmeye başladılar. Bu süreci kontrol edebileceklerini düşündüler. Ama evdeki hesaplar çarşıya uymadı. Küresel emek dolaşımı kontrolden çıktı. Modern dünyâ âdeta, Lâtin Amerika, Asya ve Afrika’dan, Avrupa, Kuzey Amerika ve Okyanusya’ya, dalga dalga vuran yeni bir kavimler göçünü yaşıyor. Savaşlar, iç savaşlar ise bu temel sürece çarpan etkisiyle destek veriyor. Sistem bu gelişmeler karşısında ikiyüzlü bir tutum içinde. Bir yandan ucuz emek bolluğunun tadını çıkarıyor; diğer taraftan da bundan şikâyet ediyor. Aşırı sağın yükselişi de bu tepkileri sermâye ediniyor; zihinlere yerleştirilmiş olan “medenî”- “yabânî” ayırımını körüklüyor..

Türkiye de bundan nasibini alıyor. Suriyeliler başta olmak üzere Iraklılar, Afganlılar, Pakistanlılar, Türkmenler ve Uzbeklerin göçlerine mâruz kalıyoruz. Kendi memleketlerinde umutlarını kaybetmiş milyonlarca zavallı insan..

Sanayi Devrimi’ni ıskalasak da, onun hâkim zihniyet kodlarını almayı başardık. Medenîleşme iddiamız, yukarıda işâret edilen “medenî”- “yabânî” ayrımına dayanıyor. Bu ayrımlar obskürantist bir şekilde yerleşti bize. Dışarıya karşı olumsuzlayıcı Arap ve Doğulu imgesi hep canlı tutuldu. İçeride ise medeniyetten nasibini alamamış “taşra” aşağılaması olarak işledi. Bizim “medenîlerimiz”, Londra’dan dünyâya kibirle bakan İngiliz kolonyalistlerinin bir minyatürünü içeride inşâ ettiler. İstanbul, Ankara ve İzmir’den taşraya aynen böyle baktılar. 2000’li seneler hem iç hem de dışarıdan göçleri eş anlı olarak Türkiye’ye dayattı. Olumsuz Arap imgesi somutlaştı. Bir taraftan sermâyemiz, inşaatlarda, merdiven altı atölyelerde kafelerde bu garibanların emeğini insafsızca sömürüyor. Diğer taraftan, kamuoyunda onların varlığından şikâyet eden bir dalga büyüyor. Günlük hayat uyumsuzluklarını, sürtüşmelerini, anlayışla karşılamasam da anlıyorum. Anlamadığım ne biliyor musunuz? Koca koca, kerli ferli, Hümanizma edebiyatlarına vurgun “Aydınlanmış” yazarların bu duygulanımları kışkırtan yazılar yazmaları… Gerçekten de utanmıyorlar…

Yeni Şafak / Süleyman Seyfi Öğün