Vahiy Dışı Bir Sistemi Müslümanın Tatbik Etmesini Problem Etmiyoruz!

Ne ile hükmedildiğine değil, kimin hükmettiğine bakıyor hale geldik. Bu anlayış, Müslüman’ı felakete götüren bir anlayıştır. Vahyin dışında bir kaynaktan beslenen bir sistemi, Müslüman kimlikli kişi ve kişiler tatbik ediyorlarsa, bunu problem edinmiyoruz. Sistemin, vahiy dışılığı daha çok o sistemi tatbik edenlerin İslam’i hassasiyetinin olmaması ile anlaşılıyor..

Nereden Nereye?

 

Çoğu zaman güne heyecanla uyanırım. Zira kafamda sürekli okuyacağım kitap, görüşeceğim, ziyaret edeceğim arkadaş, dost tasarıları olur. Bazen de sanki şiirden, sanattan, edebiyattan anlayan biriymiş gibi şiir ve benzeri şeyleri mırıldandığım da olur. Yine bir sabah uyandığımda tabiî ki duanın ardından oldukça genç bir yaşta öğrendiğim ya da bir arkadaşımın söylediği birkaç mısra dilimden dökülmeye başladı.

Ben sarhoş değilim, yok sokak sarhoş.

Hancıyı kaybettim, hanı kaybettim.

Hayatı sayfa sayfa okudum boş,

Sonundaki imtihanı kaybettim.

Bu mısraları mırıldandıktan sonra, bu kez kendimi sorgulamaya başladım; ‘’ Nereden aklına geldi bu mısralar, niçin yarım asır sonra hatırladın bu mısraları? ‘’ gibi. Bu sorgulama beni daha da kapsamlı olarak dünün muhasebesine götürdü. Hatta dün ile bugünün mukayesesine götürdü.

Dün, ne güzelmiş o dün! İdeallerim vardı, ideallerimiz vardı. Gelecekten umutlu idik. Batan her güneşin ardından yeni, pırıl pırıl bir güneşin doğacağına inanıyordum. Belki de kıt kanaat geçinen bir memurdum, ama aldığım maaş bana da, bakmakla yükümlü olduğum aileme de yetiyordu.

Zira bizler büyüklerimizden ‘’nasıl zengin olurum’’u değil ‘’nasıl kanaat sahibi olurum’’un dersini almıştık. Zaman zaman Ankara’nın varoşlarına, gecekondu bölgelerine giderdik. Derme çatma bir evin içerisinde yaşayan aileleri ziyaret ederdik. Zira onların içerisinde gönül ve iman bağımız olan insanlar da vardı. Günlük kazancını paylaşan, yarın için Allah’tan ümidini kesmeyen insanlar vardı. Ve dahası, bugüne inat bu dünya hayatında kendilerini misafir gören insanlar vardı. Onlar, şimdikiler gibi kendilerini bu dünyada ev sahibi olarak görmüyorlardı. O günün idealist solcuları bile bizlere gıpta ile bakıyorlardı, yani İslami duyarlılığı olan gençlere. Ve bizler İslami duyarlılığı olan insanlar alternatif idik. Zira onlara göre açlık, yoksulluk, Marksizm’in inşasında ve geleceğinde önemli bir malzeme idi. Ne var ki o yoksul, dar gelirli halk onlara bir türlü bu fırsatı vermiyorlardı. Bazı solcu arkadaşlar, ki onlarla fikri düzeydeki konuşmalarımız, tartışmalarımız da gayet seviyeli olurdu. Bu arkadaşlar; “Adamın evinde yiyecek ekmeği yok, geliri, giderini karşılamıyoruz.”

Soruyoruz adama; Ahmet Efendi bu düzenden memnun musun? Aldığın asgari ücretle çoluğunu, çocuğunu geçindirebiliyor musun?

Adam: “Elhamdulillah, çok şükür geçinip gidiyoruz. Allah devlete ve millete zeval vermesin.” demelerinden yakınıyorlardı.

Elimizdeki az bir maaşla bir taraftan da kitap almaya ve okumaya gayret ediyor, günlük gazete ve dergileri takip etmeye çalışıyorduk. Bir gün benim gibi memur olan bir arkadaşımın elinde bir kitap gördüm. Kitabın adı “Selamet Yolları” ya da “Bülüğ’ül- Meram” hadis kitabı, müellifi Mısırlı İbni Hacer-il Askalani. Kitap hoşuma gitti. Mutlaka onu almam ve okumam gerektiğini düşündüm. Sönmez Neşriyat’tan çıkan kitabı Ankara ‘ da Nur Kitapevi satıyordu. Kitapevinin sahibi İbrahim Amca’ya gittim. Kitaba talip oldum. Dört cilt, her cilti 36 lira, toplam 144 lira ediyor. O günün şartlarında ödeme imkanım yok. İbrahim Amca ile pazarlığa girdik. Sonunda her bir cildi 28 liradan olmak üzere 4 taksit ile anlaştık. Ama bu kez de benim kendi nefsimle bir anlaşma yapmam gerekiyordu. Zira o 28 lirayı da ödeyecek imkanım yoktu. O dönem sigara içiyorum ve tiryakiyim. Ayda ortalama 31 lira sigara parası veriyorum. Karar verdim, 4 ay sigara içmeyeceğim diye. Ve dört ay sigara içmedim. Kitapları aldım ve okudum. Tabii taksitler biter bitmez sigaraya bıraktığım yerden başladım, ta ki 25 Ağustos 1980’e kadar. Allah var, o günden bugüne de ağzıma sigara koymadım.

     Bizim kuşağın İslam’la tanışmasında en büyük pay sahibi olanlar şehit Seyyid Kutub, Mevdudi, Malik b.Nebi, Abdulaziz El-Bedri, Muhammed ebu Zehra gibi o günün tabiriyle kökü dışarıda olan (!) yazar ve alimlerdi. Keza kökü içerde olanlardan da en çok Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu gibi yazar ve alimleri okuyorduk. Seyyid Kutub’un ilk okuduğum eseri 1967 baskılı “İslami Etütler” kitabı idi. Sonrasında neredeyse tercüme edilen bütün eserlerini okuma fırsatım oldu. Fakat o ilk okuduğum kitabındaki şu cümleyi hiç unutamadım: “Abdullah’ın oğlu Hz.Muhammed arkadaşlarını kendi imanının çarşılarda gezen, yemek yiyen, canlı birer görünüşü haline soktuğu günden itibaren zafere ulaşmıştı.. İşte Abdullah’ın oğlu Hz.Muhammed, İslam idealinden şahsiyetler yetiştirdiği gün muzaffer oldu.’’ Şimdi kendimize soralım Hz.Muhammed (as)’in bu stratejik sünnetinin neresindeyiz?

Zaman buldukça Ankara’da değerli büyüğüm saatçi Musa’nın Kızılay’daki Turtes İş Hanı’nda bulunan dükkanına giderdim. Birçok önemli şahsiyeti orada tanıdım. Mesela Sezai Karakoç ve Ercüment Özkan’ı da orada tanımıştım. Musa abi, Sezai Karakoç’la tanıştırdıktan sonra ; “Süleyman, Sezai Bey’i iyi oku. Sakın onu okumayı ihmal etme.” diye tembih de bulundu. Ben de bunun üzerine bol bol Sezai abiyi okumaya başladım. Sanıyorum 1969 baskılı olan iki ciltlik Sütun kitabını aldım ve okudum. O kitaptan aklımda kalan en önemli cümle şu oldu: “Ayağa kalk Batı, beş yüz yıllık çalışmanın sonucunda insanlığı nereye götürdüğünün farkında mısın? Ayağa kalk Doğu, beş yüz yıllık uykudan sonra uyanmaya başlar başlamaz uyurgezerler gibi ayaklarının seni nereye götürdüğünün farkında mısın? Batının üzerine yürürken, batılılaşmaktasın. Geçmişini inkar ederek, zamandan bir gelecek umuyorsun. Yarısını inkar ettiğin zamanın öbür yüzünden bir güler yüz beklenemeyeceğini idrak edemiyorsun. Belki de batının da tek kurtuluş ümidi sen iken, o ümidi sen bizzat batılılaşarak mahvettiğinin farkında mısın?” Ehh!  Bunun yanı sıra reçete mahiyetindeki şu dizeleri hatırlatmadan da geçemeyeceğim: “Eyy Azer’in pazarı! Sana bir İbrahim lazım, bana bir İbrahim lazım.’’ Yine soralım, günümüzün İbrahim’i kim olacak? Yoksa var da biz mi bilmiyoruz. Ya da bu İslam dünyasından bir İbrahim çıkar mı?

Toplum ve en önemlisi bu toplumun İslam’i aidiyeti ve hassasiyeti olan kesimi bugün İbrahim’siz. Tevhid akidesinin mimarı İbrahim (as) yok. Hz.Muhammed (as) ise sadece salavat bağlamında hatırlanan bir Resul. Kuran’ın: “Onda sizin için güzel örnekler var.” Dediği Resul, o kutlu Resul ne evimizde, ne kalbimizde, ne de yaşantımızda yok. Ama dilimizde çok. Merhum Seyyid Kutub’un dediği gibi O (as)’nu anlamak ancak canlı Kur’an haline gelmekle mümkün olur.

Dilerseniz dün ile bugünün mukayese faslına gelelim. Özet bir cümle ile ifade etmek gerekirse; dün imanımız amellerimize hükmediyordu, bugün ise imanımız amellerimize hükmetmiyor. Dün, kendimizi bu dünya hayatında misafir olarak görürken, bugün ev sahibi olarak görüyoruz. Dün, kanaat sahibi olmayı öncelerken, bugün zengin olmayı önceliyoruz. Dün Allah’a kul olmak öncelikli tercihimiz iken, bugün önemli bir bürokrat ya da siyasetçi olmak önceliğimiz oldu. Dün Kur’an aynasında kendimizi sorgularken, bugün sistemin aynasında kendimizi sorgulamaya başladık. En önemlisi de dün, bütün dünyadaki rejim, sistem, ideoloji, dünya görüşü, her ne ise bunları değerlendirirken, yaşamın ve yasamanın kaynağı vahiy mi beşer aklı mı diye bir sorumuz vardı. Ama bugün, sanki Allah’ın: “Onlara yeryüzünde bir iktidar verdiğimizde namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve onlar iyiliği emreder, kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin akıbeti Allah’a aittir.” (Hacc 41) hükmünü unuturcasına ne ile hükmedildiğine değil, kimin hükmettiğine bakıyor hale geldik. Bu anlayış, Müslüman’ı felakete götüren bir anlayıştır. Vahyin dışında bir kaynaktan beslenen bir sistemi, Müslüman kimlikli kişi ve kişiler tatbik ediyorlarsa, bunu problem edinmiyoruz. Sistemin, vahiy dışılığı daha çok o sistemi tatbik edenlerin İslam’i hassasiyetinin olmaması ile anlaşılıyor. Hani çok önem verdiğimiz ve bir çok müslümanın da mezhep imamı olarak taklit ettiği imam Ebu Hanife vardı! Ebu Hanife, hem Emeviler hem de Abbasi’ler zamanında yaşadı. Kendisine çeşitli bürokratik makamlar teklif edildi. Bunların hepsini elinin tersi ile itti. Zira, İslam ile hükmettiğini söyleyen yöneticiler, Resulullah’ın yönetim biçimi, dört halifenin uygulamalarını, saltanat boyutuna getirmişlerdi. İşte o kutlu müctehid saltanata meşruiyet kazandırmamak için tüm yapılan teklifleri reddetti. Keza Ebu Hanife bunu kendiliğinden yapmadı. Zira onun inandığı kutlu Resul; “Sen, Sana buyrulanı açıkca duyur, müşriklere aldırış etme.” (Hicr 95) emrini aldıktan sonra aleni tebliğ dönemini başlattı. Bu durumdan rahatsız olan Darun Nedve uluları Peygamber(as)’e iktidar, para, kadın vs tekliflerini götürdüler. O kutlu Resul (as) ne dedi: “Güneş’i sağ avucuma, Ay’ı da sol avucuma verseniz vallahi ben bu davadan vazgeçmem.”Resulullah’ın hayatı bir bütündür. O’nun ümmetine şamil olan davranışları bir bütün olarak alınmalıdır. İşte o kutlu müctehid imam Ebu Hanife de İslami bir yönetimi saltanata dönüştürenlerin makam-mevki tekliflerini bu sünnet gereği reddetmişti.

Sonuç olarak dünün önder şahsiyetleri, ilkeli olmayı öncelemişlerdi.

Şimdikiler ise başarılı olmayı öncelediler.

Oysa ilkeli başarı rahmet, ilkesiz başarı zulmet getirir.

Nereden nereye!..

Her Taraf / Süleyman Arslantaş