Teokrasi

İslâm, Allah’tan başka hüküm koyucu, terbiye edici tanımadığından ne ruhban sınıfının, ne de onun yerine ikame edilen halkın hevalarını değil, Allah’ın gönderdiği dini din edinen ve yalnızca Allah’ı terbiyeci (Rab) kabul eden sistemlerin adıdır…

Türkiye, her bakımdan Batının etkisi altında kalmaya başladığı günlerden beri söylenegelmiş bu kelime eski Yunancadır. Teo, Tanrı anlamına, krates ise güç anlamına gelmektedir. Yani, iktidarın Tanrı’dan geldiğine ve daha doğmadan kendilerine verilmiş bir hak olduğunu sanan krallarla, sonradan din adamı (ruhban) olmuş, yeryüzündeki Allah’ın vekillerine ait bulunduğunu ve bunlar vasıtası ile kullanılabilmesi mümkün olan ve daha ziyade Ortaçağ Avrupasının uyguladığı toplum düzenidir.

Bu düzende kral da gücünü Tanrı’dan almıştır, ruhban sınıfı da zaten Tanrı’nın vekilleri olarak onun dinini belirleyenlerdir. Allah’ın İsa (as.)’ya gönderdiği vahyi değiştirerek; Roma’daki Sezar’la Tanrı arasında hakkı bölüştürüp “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” şeklinde özetlenerek dünyada meşhur olmuş anlayış tevhid dininin paganist Roma dini ile, Tek Allah’ın, birçok Tanrı (İlah) ile gücü, yetkiyi ve iktidarı paylaştıran anlayışın adıdır teokrasi. Giderek tüm Avrupa’nın Ortaçağ dönemindeki tek dini haline gelmiş ve pratikte ruhban sınıfı ile kralların bir uzlaşma sonucu uyuşarak halkı diledikleri şekilde yönetimlerinde tuttukları düzenin adıdır teokrasi. Ansiklopediler, bu kavramın, Yahudilerin büyük hahamlarca yönetilen siyâsî rejimini belirlemek için kullanıldığının sanıldığını yazıyor. İlk defa kullananın ise Flavius Josephus olduğu söyleniyor.

Eski çağ ve Ortaçağ’da İslam harici hemen bütün dinlerin, hâkim bulunduğu toplumlardaki yönetim biçimi olarak da bilinir. Bu rejimde ruhban sınıfı; hangi din olursa -İslam hariç- olsun dini kurallarının ne olduğunu belirtiyor, belirledikleri kuralları, krallarla kisralarla paylaşarak toplumu diledikleri gibi yönetiyorlardı. Firavnların Mısır’ında, Zerdüştlüğün hâkim bulunduğu İran’da, muhtelif dinlerin yerel olarak hâkim bulunduğu Hindistan’da ve daha gerilere giderek Maya ve Aztekler zamanında Meksika’da (Orta Amerika) ve İnkaların yaşadığı dönemlerde Güney Amerika’da aynı türden yeni ‘teokratik’ yönetimlerin hâkim olduğunu biliyoruz.

İslam dışındaki dinlerde gerek Tanrı, gerekse O’ndan gelen düzen olarak dinlerin adamları, yani ruhban sınıfı, ruhaniler Tanrı’nın nasıllığını, düzenin niceliğini, niteliğini diledikleri gibi belirliyordu. Tanrı’yı (veya Tanrı’ları) istedikleri sayıda belirlemek, bunlara görevler paylaştırmak idi. Eski Yunan’ın Olympos Dağı’nı tanrılar dağı yapan; yağmur tanrısından aşk tanrısına kadar, şarap tanrısından fırtına Tanrısına kadar diledikleri kadar tanrı yaratan (kuruntuları ile varsayan) Eski Yunan dininin ruhban sınıfı olduğu gibi, dünya işlerinin nasıl düzene konulacağı ile ilgili olarak bu kendi uydurdukları tanrılar adına düzen kuranların da yine ruhban sınıfı olduğunu açık olarak biliyoruz.Bu dinlerin dünya işlerini nasıl düzene koyduklarının tafsilâtı burada bizi ilgilendirmemekte bulunduğundan üzerinde durmuyor ve tafsilat vermiyoruz. Ne var ki dünya ‘teokrise’yi öncelikle Eski Yunan’dan başlayarak Ortaçağ Avrupasından tanıdı. Bu tabiri Batı dünyaya tanıttı ve Batı kökenli bir yönetim şekli olarak bilinegeldi. Zira çok değil, daha bundan iki yüzyıl öncesine kadar Batı ‘teokrasi’ ile yönetiliyordu. Fransız ihtilalini takiben hemen bütün dünya, üzerinde ağırlığını hissettiği Batı’nın tüm kavramlarını olduğu gibi bu kavramını da tanıdı ve kopya etti. Batı, herhangi bir şeyi nasıl bildi, tanıdı ve kabullendi ise dünya Batı’nın etkisi ile aynı şeyleri, aynı şekilde tanıdı, tanımladı ve kabullendi. Öncelikle de ‘aydın’ denilen insanların öncülüğünü yaptığı bu kültür istilâsı tam bir kopyacılık olarak Batı hayranı olanları sardığı gibi, halkı Müslüman olan ülkelerde dahi Müslümanım diyenleri dahi sardı, kapladı. Artık tüm dünyada her şey Batı’nın gözüyle görülür, Batı’nın dili ile anlatılır oldu. Kopyacılığın kaçınılmaz özellikleri kendini gösterdi ve garip bir şekilde Batı’dan öğrenilen şeyler İslam için de söylenilir oldu. İslâm’ın teokratik bir düzen olduğu, asıl laikliğin İslam’da bulunduğu, gerçek demokrasinin İslâm’da bulunduğu gibi naneler bu Batı kültür istilasının ürünleri olarak Endonezya’sından Fas’a kadar tüm halkı Müslüman ülkeleri istilâ etti. Zamanın en büyük gücünü temsil eden Osmanlı Devleti, hem Avrupa’ya yakınlığı, hattâ içiçeliği sonucu ve oldum olası İslâm’ı ana kaynağından değil, onun-bunun söylediklerinden almışlığının sonucu gelişen ve değişen dünyayı İslâm’a göre açıklamaktan aciz kalınca hemen tüm aydınlarıyla Batı’nın kültürünü kendi topraklarına taşıyan insanların yaşadığı bir ülke haline geldi. Giderek bu süreç, devletin başını yiyen noktalara geldi ve takiben tamamıyla Batı’nın kötü bir kopyası Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla doruğuna ulaştı. Tümüyle Batı’nın etkisi altında kalmış ve şartsız olarak Batı’yı kabul düşüncesine ek olarak, İslâm’ın üstünlüğünü iddia edip duranların bu üstünlüğü görülebilecek şekilde ortaya koyamamış olması, bunların da Batı etkisini üzerinde biraz daha gizli olarak taşıyor bulunduklarının göstergesi idi. Tümüyle Batı’yı kabullenenlerin laikliği, demokrasiyi ve Batı’da ne varsa hepsini olduğu gibi kabul etmeyi şiar edinenlere ek olarak üzerinde İslâm’dan bazı şeyler taşıyanlar dahi artık İslâm demokrasisi olduğunu, İslâm’da laikliğin din düşmanlığı olarak algılanmaması gerektiğini söyleyip durduğunu, Batı’ya esas itibariyle zimmî bir kabul gösterdiklerini görüyoruz. Ki bunların günümüzde tanımlayıcı olarak isimleri “milliyetçi-mukaddesâtçı-muhafazakâr”, tek kelime ile sağcı olduklarını biliyor ve tanıyoruz. Ne var ki gelip geçmiş insanların söylediklerini İslâm sanmanın ve her ne kadar sorun var ise tümünün asırlar önce gelip geçenlerce çözümlendiğini söyleyip duranların gelecekleri nokta, İslâm dışılıkların hâkimiyetlerini üzerlerinde hissettikleri nokta olacaktı ve öyle oldu. Kimi Müslümanlar bile örneğin ‘teokrasinin İslâmî yönetim tarzı’ olduğunu bile sanmaya başladılar. Zira her şeye Batı’nın kendilerine taktıkları gözlükle baktıklarından neye baksalar onların gördükleri gibi görüyorlar, ne söyleseler onların söyledikleri gibi söylüyorlardı.

İslâm; Allah’ın kullarına Kur’ân’da belirttiği gibi tâ başından beri zaman zaman yeni peygamberlerle yineleyerek gönderdiği tevhid dininin adı olmasına, bu dinde gerek dünya görüşünün, gerekse düzenin esaslarının kendisi tarafından belirlenmesine ve kesinlikle ruhban sınıfı diye dini ve kaidelerini belirleyen bir sınıf bulunmamasına rağmen bu dini asıl kaynağından öğrenmeyen ve başkalarının baktığı açıdan bakarak, onların gördüğü gibi görenler İslâmî yönetimi de bir ‘teokratik’ yönetim sanmışlar ve birçoğu da giderek sanılarına inanır olmuşlardır.

İslâm, kendisinde bir ruhban sınıfının söz konusu olmadığı, hattâ ruhban sınıfını özel olarak reddetme niteliğindeki açıklamalarına rağmen, ana kaynağı Kur’ân ve onun mesajından habersizliğin getirdiği nokta olarak sanki ruhbanların yönetimde söz sahibi bulunduğu bir yönetim tarzı gibi algılanır olmuştur. İslâm’da, bırakınız bir ruhban sınıfının varlığından söz etmeyi, bu dinin peygamberinin bile esas itibariyle kanun koyma, şeriat yapma, haram-helâl belirleme gibi bir yetkisinin bulunmadığını Kur’ân özel ifadeleriyle ve kesin bir dil ile anlatmaktadır. “Hâkimlerin hâkimi” olarak kendini niteleyen Allah, hüküm sahibi olmada da kendine bir ortak kabul etmediğini açık açık söylemektedir. Peygamber başta olmak üzere, mü’minlerin emîrlerinin yapacakları düzenlemelerin Kur’ân’ın çizdiği sınırlar içinde kalmak ve onunla ters düşmemek zorunluluğu vardır. “Bilginlerini, rahipleri(ruhbanları)ni ve Meryem oğlu Mesih’i Rablar edindiler. Hâlbuki hepsine de tek Allah’a kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları şeyden uzaktır.” (Tevbe/31). “Sonra bunların izinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, Ona İncil’i verdik ve ona uyanların yüreklerine şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığa gelince onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan imân edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadîd/27)

Hâlbuki Yahudiler ve Hıristiyanlar dinlerini nerede ise tamamen değiştirip, tümüyle ruhban edindikleri kimselerin koydukları kuralları din kabul etmişler, hattâ daha ötesi böyle yapmalarına rağmen onların koydukları kurallara bile gereği gibi uymamışlar ve yoldan çıkmışlardır.

Biz burada özetle, İslâmî yönetim şeklinin kesinlikle teokrasi ile alakası bulunmadığını, teokrasinin dinin kurallarını kendilerinin belirlediği ruhban sınıfının yönetimi olduğunu ifade etmek istiyor ve bu yönüyle de İslâm’la alakası bulunmadığını belirtmek istiyoruz. İslâmî yönetim için teokratik düzendir diyenler ya İslâm’ı bilmiyorlar, ya teokrasiyi bilmiyorlar ya da yine bilmezlikle bir başka ifadesi olan taklitçiliklerinin sonucu, ağzına baktıkları Batı’nın söylediklerini tekrar ettikleri fakat söylediklerini hiç düşünmedikleri için böyle söylüyorlardır. Başkalarının söylediklerini tekrarlayanlar ise çoğu zaman tekrarladıklarının ne olduğunu bilmezler.

İslâm’da ümmetin yönetimi ve bu yönetimin başı bu ümmetin kendisi tarafından seçilirken teokrasilerde kendi dinlerinin ümmetlerinin böylesi bir seçim hakkı yoktur ve yönetecek kişiyi Tanrı belirlemiştir. Hattâ öylesine belirlemiştir ki daha anasından doğmadan bu belirmiştir. Zira krallar tanrı tarafından kendilerine halkı yönetme hakkı verildiği ruhban sınıfı tarafından belirlenmiş kimselerdir, İslâm’da kimsenin çocuğunun da ümmetin yöneticisi olacağı ile ilgili en küçük kural bile yok ve hattâ peygamber soyundan gelenlerin dahi böyle bir hukuku söz konusu olamazken, teokratik yönetimlerde bunun aksinedir. Peygamberin, kızı Fâtıma’ya “Babam peygamber diye güvenme sakın. Sana ancak bu dünyada malımdan elimde varolanlardan verebilirim. Ama ahirette senin için bir şey yapamam. Bunun için Allah’tan gerektiği gibi sakın!.” buyurması, açıkça konuya ışık tutmaktadır. Her ne kadar Şiâ’nın peygamberin soyundan gelenleri (Fâtıma dolayısıyla) üstün tuttukları ve hattâ yönetimde Ali ve soyundan gelenlere rüçhaniyat tanıdıkları bilinmekte ise de, Kur’ânî düşünenlerin böylesi görüşlere itibar etmesi beklenemez. Bu bir dar ve reaksiyoner görüştür ki, tarih boyunca da pek ilgi görmemiştir Müslümanlar arasında. Zira Kur’ânî hiçbir dayanağı yoktur.Papaların kendilerine “mâsum” anlamına gelen “innocetti” lakabını kullanmalarının İslâm’da, peygamber için dahi, asıl olarak bir anlamı yoktur. Kaldı ki sonraki, peygamber soyundan gelen imamlarının böyle bir lakabı (masum) kullanmaları söz konusu olabilsin. Zira masum, sorulmayacak, sualden muaf anlamında olup; hiçbir düşünce ve davranışında yanlış bulunmaktan korunmuş anlamında kullanılmakta ve anlaşılmaktadır. Bunu Kur’ân kesinlikle reddetmekte ve “Biz insanlara soracağız. Peygamberlere de soracağız!.” (Araf 7/6) buyurduğu gibi, “O kendisinden bir söz uydurup da bize isnad etse Onu şah damarından yakalar ve sağ elini (bütün gücünü) hemen alırdık. Sonra Onun can damarını keserdik. Kimse de Onu bizim elimizden kurtaramazdı.” (Hâkka 69/44-48) buyurmaktadır. Peygamberlerin masumluğundan söz eden âyetler, Onları Allah’ın elçisi görmeyip kendiliklerinden söz uyduran kimseler sayanlarca (kavimlerince) söylenen sözlere karşılık Allah, peygamber bizim elçimizdir, elçiliğimizi yapmasının sorumluluğu bize aittir, dolayısı ile elçiye zeval yoktur anlamına söylenmiştir. (Hâşâ) kızacaksanız bana kızınız, reddediyorsanız beni reddediyorsunuz peygambere karşı çıkmakla demek istemektedir Allah. Yoksa peygamberler yanılmazlar demek istememektedir. Zira yanılmayan yalnızca Allah’tır. Kendilerine peygamber gönderilen toplumlar ve özellikle de önde gelenleri peygamberleri, kendiliklerinden bir şeyler uydurup, geldikleri toplumun huzurunu kaçıran, düzenini bozan insanlar olarak gördüklerinden -ki peygamberlere karşı söylediklerinden, itiraz şekillerinden ve üsluplarından bu açıkça belli olmaktadır- peygamber olduğunu söyleyenleri kınamakta ve suçlayarak reddetmektedirler. Bu sebeble Allah kendilerine söylediklerinden dolayı huzuru kaçan ve düzeni bozulan bu toplumların ileri gelenlerine ve tamamına gönderdiği peygamberin masum olduğunu, yalnızca bir elçi olduğunu belirterek, suçsuz (masum) olduklarını söylüyor ve eğer suç varsa benimdir, zira peygamberi aranıza size söyledikleriyle gönderen Ben’im demektedir. Peygamberlerin suçsuzluğu (masumiyeti) Allah’ın kendileriyle topluma söylettiklerinden ötürüdür. Kendilerine gelen vahyin topluma iletilmesi, toplumun ileri gelenlerince bu ileticiyi suçlamakta kullanılmaktadır. Şayet peygamberlerin suçu sizlere benim kendilerine gönderdiğim vahyi iletmekse bu suç onların değil, Ben’imdir anlamında anlaşılacak bir ifade olup, bundan dolayı onlar (peygamberler) masum(suçsuz)dur buyurulmaktadır. Kur’ân gerçeği böyle olduğu halde, maalesef tarih boyunca bu gerçeği kavramaktan aciz kalınmış ve peygamberler suç işleyemeyecek şekilde yaratılmış insanüstü varlıklar sanılagelmiştir. Yalnız hristiyan ve yahudiler mi? Müslümanlar da bu bozuk ve temelden yanlış anlayışı asırlardır üzerlerinde taşımışlardır. Hâlâ da ezici çoğunluğu taşımaktadır. Peygamberler terbiye edici (Rab) değildirler. Onları da, İslâm’ı kabul eden bizleri de terbiye edici yalnızca Allah’tır; zira başta peygamberler olmak üzere Rab olarak yalnızca Allah’ı kabul etmişizdir.

Ruhbân; dinin kurallarını kendisi belirleyen din adamları demek olduğuna, İslâm’da ise bu konuda tek yetkilinin Allah olup, peygamberlerin terbiye edicisi yine Allah olduğuna göre peygamberlerin bizzat yönettiği devletler dahi ruhban yönetimindeki devlet, düzen de teokratik düzen olamaz. Böyle düşünebilmek ve söyleyebilmek mümkün değildir.

Ruhban edinmek bir yerde ve esas itibariyle terbiyeci edinmek demek olduğundan, teokrasilerde din adamları (ruhbân) rab (terbiyeci) edinilmekte iken, demokrasilerde ise insanları terbiye eden kuralları, hayatın kenarına itilen din adamları(ruhban)nın elinden alıp, halkın tümüne ruhban (terbiye edici kuralları koyucu) imkânı sağlanmıştır. Halkın terbiye edici kurallar koyması ya doğrudan kendi hevâlarının ekseriyetinin veya temsilcilerinin ekseriyetinin bu terbiye edici kuralları, düzenleyici kuralları koyması şeklinde tezahür etmektedir. Bu sebeble teokrasilerde esas itibariyle insanların terbiye edilmesi için konular düzenleme hakkı (hâkimiyet hakkı) halka veya temsilcilerinin çoğunluğuna verilmiştir. Ki demokrasiler insanların hevâlarını din (inanç ve dünya hayatı ile ilgili düzen) edinme rejimleri iken, teokrasiler bir sınıf(ruhban sınıfı)ın hevasını din edinme rejimleridir. İslâm ise, Allah’tan başka hüküm koyucu, terbiye edici tanımadığından ne ruhban sınıfının, ne de onun yerine ikame edilen halkın hevalarını değil, Allah’ın gönderdiği dini din edinen ve yalnızca Allah’ı terbiyeci (Rab) kabul eden sistemlerin adıdır.

Teokrasi’yi, Demokrasi’yi ve İslâm’ı birbirine karıştırmadan oldukları gibi bilmek ve ona göre düşünüp, davranışta bulunmak gerekir.

Ercümend Özkan/İktibas, sayı 157