Yazının başlığı, ABD’de yayımlanan etkin dış politika dergisi “Foreign Policy”de bu hafta içi yer verilen bir analizden ödünç.
Amy Hawthorne ve Andrew Miller’in ortak imzasını taşıyan analizde, 3 Temmuz 2013’teki askeri darbeden bu yana Mısır’ın içine sürüklendiği çok boyutlu çıkmaz etraflıca tasvir edilerek, darbenin ardından cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Abdulfettah Sisi’nin, 1981’den itibaren tam 30 sene boyunca ülkeyi demir yumrukla yöneten Hüsnü Mübarek’ten “çok daha beter” olduğu sonucuna ulaşılmış. Mübarek’in, demokrasi ve serbest seçimlere yüz vermeyen bir diktatör olmasına rağmen, Sisi’den daha müsamahakâr olduğunu kaydeden yazarlar, Mübarek döneminde sivil toplumun ve muhalefetin, her şeye rağmen varlığını koruduğunu vurgulamış. Hawthorne ve Miller, Sisi’nin kendi iktidarına karşı olan herkesi ezip geçtiğini belirterek, onun liderliğinde ortaya çıkan “yeni tip diktatörlüğün” sadece Mısır ve Ortadoğu için değil, bütün dünya için tehlikeli olduğunu belirtmiş.
Foreign Policy yazarları, aslında malumu ilam etmişler. Siyasî, ekonomik, sosyal ve dinî olarak Mısır’ın uçuruma doğru yuvarlanmaya başladığını, dikkatle bakan herkes görüyor. Ancak söz konusu analizin odak noktası daha çok şu: “Sisi yönetiminin başına buyrukluğu ve kontrolsüzlüğü, dünya sistemini tehdit eder hale geldi. Baskının makul ve normal oranlarının da ötesine geçen bir absürtlük gündemde. Duruma müdahale edilmezse, hem ABD hem de uluslararası toplum için çok geç olabilir”. Bu cümleleri bire bir sıralamamış olsalar da, satır arasında söyledikleri aslında bundan ibaret. Mısır’da “siyasal İslâmcı” bir iktidar iş başında olsaydı, aynı şeyleri farklı cümlelerle söyleyeceklerdi, o kadar.
Muhammed Mursi’nin devrildiği askeri müdahaleyi ve sonrasında silsile halinde yaşanan insan hakkı ihlallerini, Batı hem destekledi hem de alkışladı. Başsavcı Hişam Bereket’e 2015’te düzenlenen suikasta karıştıkları iddiasıyla 9 gencin idamından hemen sonra, 24-25 Şubat’ta Şarm el Şeyh’te toplanan dünya liderlerinin Sisi ile verdiği yılışık pozlar, kimden neyi ummamak gerektiğini de fazlasıyla gösteriyordu. Dolayısıyla, dünya sistemi kartlarını bu kadar açık oynarken, Mısır’ı hâlâ onları da söze katarak konuşmak, vakit israfından ibaret.
***
Mısır’daki idamlarda en dikkat çekici noktalardan biri, mahkûmların duruşma salonunda söyledikleri sözlerin, yargıçlar heyetine yaptıkları itirazların ve kendilerini savundukları cümlelerin sansürsüz biçimde dünya ile paylaşılmasıydı. Muhtemelen izlemişsinizdir, idam edilen gençlerin o kurşun gibi ifadeleri, kalp ve vicdan sahibi herkesi titretecek cinstendi. Peki, Sisi yönetimi, bu görüntülerin paylaşılmasına neden göz yumdu? İsteseler, duruşmaları basına kapalı gerçekleştirebilirler ya da salonda görüntülü kayıt alınmasını engelleyebilirlerdi. Ama yapmadılar. Hatta adeta, idam edilenlerin son sözlerinin ayrıntılı biçimde duyulmasını ve yayılmasını istediler.
Mısır’ın iç dengelerini, sosyal ahvalini ve devletin yapısını düşündüğümüzde, bu durumun iki açıklaması olabilir:
Birincisi, bizim dışarıdan bakarak, yargılanma süreçlerini ve haksız biçimde ipe götürülüşlerini gözyaşları içinde izlediğimiz gencecik çocuklar, Mısır halkının ekseriyetinin gözünde “terörist” konumunda. İçinden çıktığı halkı kılcal damarlarına kadar tanıyan Mısır ordusunun üst yönetimi, idam cezasını pervasızca kullanırken, halkta ülkeyi sarsacak bir reaksiyonun meydana gelmeyeceğinden emin. Mısır halkının geneline sirayet eden psikoloji, orduya duyulan güven, ordunun yumruğundan korku ve hiçbir şeyin değişmeyeceğine olan sarsılmaz inancın birbirine karıştığı, sıra dışı bir ruh iklimi. Ordu, bunun rahatlığıyla hareket ediyor. Mursi’yi de aynı rahatlıkla devirebildiler zaten.
İlkiyle bağlantılı olarak, ikinci sebep, mahkeme salonlarından dışarı yansıyan görüntülerin Müslüman Kardeşler Teşkilâtı’nı (İhvân) sıradan insanların gözünde daha da marjinalleştireceği düşüncesi. Gerçekten de, Türkiye’den “şehadet manifestosu” gibi izlenen video kayıtları, orduya sırtını yaslayan sıradan Mısırlının bakışında “teröristlerin son çırpınışı”ndan ibaret. Mısır medyası, siyaseti, akademisi, dinî çevreleri vb. sürekli “İhvân eşittir terör” tezini işlediği için, kâhir ekseriyeti günlük hayatını sürdürme ve boğazına ekmek koyma derdine düşmüş bir halkın, görüntüleri bizim gibi seyretmemesi de oldukça normal.
***
“Arap Baharı’ndan ne öğrendik?” sorusunun birinci cevabı, “Arap ve İslâm dünyasını aslında ne kadar az tanıdığımızı ve sloganlar üzerinden okuduğumuzu öğrendik” olmalı. Aynı şekilde Mısır’daki son idamlar da, bize orada yaşayan halkın reflekslerini, önceliklerini, siyasete ve gidişata bakışını bir kez daha hatırlattı, belki de öğretti. Halkın eğitim ve gelir düzeyini “hiçbir şeye kafa yormaya mecali kalmayacak bir seviyede” tutan Mısır devlet aklının, siyaseti yönlendirmede ne kadar mahir olduğunu da bu çerçevede kavramış olduk.
Bu bilgiye, Arap Baharı’nın rüzgârları Mısır’a doğru ilk estiğinde sahip olsaydık, belki de bazı şeyler şimdi bambaşka olurdu. Kim bilir…
Taha Kılınç – Yeni Şafak