Sorunumuz Çok, Sorunlarımız Büyük! (Filistin Değil, İsrail Sorunu)

Bunların halden, dilden anlayacakları yok! İnsafa gelmelerini beklemek de beyhude! Ömerlerini, Selahaddinlerini bekledikleri bir vasattayız! Dedik ya, anladıkları tek şey güç’tür! Kuranî beyanla daha önce tahakkuk ettiği üzere! Şimdilerde herkes topu kendi aralarında yuvarlamakta, dar alanda kısa paslaşmalar yapmakta, top çevirme bitince top taça yuvarlanmaktadır. Ya da rafa kaldırılmaktadır; bir sonraki top seansına kadar!

Zor zamanlardan geçiyoruz dostlar. Belimizi büken onca soruna bir de son günlerde farklı boyutta yinelenen Filistin topraklarında yaşanan, Filistinli kardeşlerimiz üzerinde sergilenen mükerrer zulüm eklendi.

Bu, ‘eklendi’ ifadesi zaid bir ifade de sayılabilir esasen. Zira durum, hem yeni bir durum değil hem de bir yüksünme ima ve ihtimali açısından böyledir.

Sözün bittiği yerdeyiz. Ne söylesek, nasıl söylesek azdır, eksiktir. Zira salt sözün kâr etmediği, çözüme kapı aralamadığı çok acı reçeteleri ile birlikte görülebilmektedir, son yaşananlarla. Sözün sahih ve kavi olması elbette önemlidir ve o söz ki amele, eyleme de istikametini ve niteliğini vermektedir. Görülen o ki işte bu bağ ve bağlantıda bir sorun var. Sorunlarımızdan biri, önemli ve önceliklilerinden olarak…

Sorunlarımız çok ve büyük, çok büyük! Bunların takdim-te’hiri yapılmaz ve sorunun niteliğine paralel ve eş değer olarak, o evsafta sorumluluklar yüklenilmezse, ne söylenenler, yazılıp çizilenler ne de yapılanlar sadra şifa olmayacak, olamayacaktır. Evvelkilerden tecrübe ile ve şimdilerde yaşanıp görüldüğü gibi!

Meseleyi yazmak, hakkında konuşmak hem çok kolay hem de çok zor! Kolay; zira bir bedeli yok, çalakalem yaz, sırala… Kalem kelamlara, yalın aracılık etsin yeter! Öyle veya böyle yalıtılmış, uzaktan davulun sesi hoş da, boş da gelmese, ama yine de ‘ses’ olarak kaldığı sürece ve bir haliyle en azından oradaki kardeşlerimize kıyasla oldukça konformist ortamlarımızda yaz çiz karala! Allah affetsin ama tüm sair sorunlarımızla ilgi ve bağımız bu yönde! Haydi gel de empati yap! Zor; zira yutkunmadan, yaşananlara tanıklıkla, kardeşlerimizin içinde bulundukları yıllara sari zulme buğzetmekten öte bir çare de yok elimizde ve cürmümüz kadarı ile ateşimiz ne içeride ne de dışarıda bir etki oluşturamıyor, dalga başlatamıyor! Kelamlarımız amellerimizle perçinlenmedikçe istisnalardan bahsetmenin anlamı da yok! Uzaktan şahitlik de bu kadar oluyor! Gerçi sorumluluklarımızın sınırlarıyla imkanlarımızın mukayesesi, tüm sath-ı dünya düşünüldüğünde paranoyaya düşmeden, meseleyi bireysel karşı duruşlardan kurtararak nasıl bir yol haritası izlemeliyiz bunu da masaya yatırmamız gerekiyor.

İlk yapılacaklardan olan ‘doğru soruları sor(a)mamak’ arızamız, doğru cevapları almamızı, çözüme ulaşmamızı da engelliyor. Gerçi her doğru soruya doğru cevap alınabileceği de garanti değil. Zira bu sual edilenden kaynaklanabileceği gibi, sual edenden de kaynaklanabilir. Doğru cevaba ulaşmanın getireceği olası maliyetler, ödenmesi gerekecek bedeller, terk edilmesi gerekenler yanında yenilerinin kuşanılmasının gerektireceği sorumluluk ve faaliyetler ‘acı gerçeklerle’ yüzleşmemizi ötelemekte, örtmektedir genellikle. Bir de ‘dost acı söyler/gerçekler acıdır’ fehvasınca böylesi dostlara, dostluklara her zamankinden daha çok muhtacız! Zira çeldiriciler o kadar çoğaldı, mazeretlerimiz o kadar arttı ki; ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. ‘Söylesem öldürürler, söylemezsem ölürüm!’ diyor ya İsmet Özel çok haklı ve yerinde olarak, işte böylesi bir ahval içerisinde ‘kendi virüslerimizi kendi çöplüklerimizde üretiyoruz’, önceki süreçlerde olduğu gibi bu aralar da. Sakal bıyık ikileminden kurtulamıyoruz bir türlü! Dahası ‘ileriye de tüküremiyoruz’; ‘ayıp’ diye bir kategori de çıkarıldı türedi olarak! (Buradaki ‘ayıp’ kavramının ironik ve bağlamla ters orantılı olduğu izahtan varestedir!) Siz bunu, hani ‘tükürsek israili sel alır’ (Merhum Ahmed Kalkan) şeklinde formüle edilen bir zamanların meşhur, şimdilerin unutulan, tükrüklerimizin içeriye akıtıldığı, yutkunmaktan kuruduğu an ve mekanlara hamlediniz…

Malumunuz mesele, gündeme aldığımız, her yönüyle gündemde olan ve bizce ‘Filistin sorunu’ olarak çok yanlış bir şekilde tesmiye edilen güncel sorun asli ifadesiyle ‘israil sorunu’dur! Bu böyle biline, bundan kelli böyle kullanıla! Zira sorunun başında da sonunda da, yaşanmasında ve sürmesinde de, nihayete erdirilememesinde de baş aktör, tek aktör(!) israil sorunu ve terörü gelmektedir. Devlet dahi demiyoruz; çok desek Süleyman Arslantaş’ın ifadesi ile ‘izafi devlet’ denilebilir belki, ama inanın o bile sorunu dikkatlerden kaçırabilir. Süleyman ağabeyin arka plana dair söyledikleri ve bugün Hamas’ın ve Filistin devleti iması ve ispatının bir zemin döşemesi olarak vurgulaması dikkate alınabilir elbette (Süleyman Arslantaş/Hertaraf/İki Yom Kippur Savaşı). 

Bir oldu bitti, Ali Cengiz oyunu, defakto bir durumdur bu hal! Bir dayatmadır! Dünya müstekbirlerinin kendilerince tanımladıkları, sınırlarını çiziktirdikleri, idarelerine direkt veya dolaylı el attıkları coğrafyalara vaziyet etme çakallığının, sırtlanlığının bir tezahürüdür! 

Diyor ya Necip Fazıl; ‘yıkılasın israil/enkazını göreyim/sana devlet diyenin/yüzüne tüküreyim.’ şeklinde gayet veciz ve isabetle; gönüllerimize dokunan, duamıza konu olan, tarafımızı belli eden ve duygularımıza tercüman olan nitelikte, biz de aynen tekrarlıyoruz. Bununla beraber biliyoruz ki, her geçen gün, geleni aratacak şekilde bir kanıksama, yeni bir aleyhte işleyen bir süreçle karşı karşıyayız. Allah’ın inayet ve isti’anesine her daim sığınmak zorunluluğumuz hiç ertelenip unutulmadan ve o yöneliş ve ümit hep ‘elde bir’ olarak görülüp bilinirken ‘Allah’ı hakkıyla bilip takdir ederek’, hidayetine de sığınmayı, hidayetinden sonra kalplerimizi saptırmadan, caydırmadan, ayaklarımızı sabit kılması niyazını da eklemeliyiz daima bu dua ve temenniye… Hak edişi ihmal etmeden, Allah’ın dinine yardım edene yardımı üzerine aldığını da bilerek.

Bizim kardeşlik ve duygusal tarafımız belli (ve değişmez) olmakla beraber, iş bu duygusallıkla realite arası bir sıkışmışlık hali(miz) söz konusu! Nasıl aşılır bilmem! Humeyni demişti ya, Irak savaşı ardından dayatılan anlaşmayla ilgili olarak ‘Bu zehiri içmek zorundayım!’ diye… O kabilden, bu zehiri içecek miyiz (iki taraflılığı tanıma, çözüm için israili tanıma, topraklardan feragat, bize bırakılana, verilene(!) rıza göstermek, tükürdüğümüzü yalamak…) yoksa sonuna kadar gidecek miyiz?! Neticede duygusal olanla reel olan arası bir ikilemle karşı karşıyayız! Bu sadece Filistinli kardeşlerimizin omzuna bırakılabilecek (her ne kadar bedeli onlar ödese ve çözüm de sadece onlarla sınırlı mümkün olmasa da) bir vaziyette de değil! Çok bileşenli bir denklemle karşı karşıyayız! Sorun da, çözüm de çok farklı analiz, tahlil ve yöntemi salık veriyor zira! Mesele İslam davası, Kudüs davası, Filistin davası, insanlık davası olarak kompartımanlara ayrılsa mı iyidir, çözüm daha kolay ve ulaşılabilirdir yoksa bunları bir arada tutarak mı, inanın ‘iki kere iki dört eder’ tarzında bir cevap veremiyorum. Verebilen varsa buyursun!..

‘Kudüs şairi’ namıyla bildiğimiz Nuri Pakdil’in (rahmet olsun) isabetle söylediği gibi, bizim için ‘İstanbul Kudüs, Kudüs İstanbul’dur. (Bunu ‘Ankara’ olarak dillendirsek bir anlam kayması olur mu?!) Şam’dır, Mısır’dır! Arakan’dır, Doğu Türkistan’dır! Yemen’dir, Endülüs’tür! Saraybosna’dır, bütünüyle Afrika’dır! Bangladeş, Afganistan, Pakistan’dır! Bir başka boyutuyla nerede bir adaletsizlik, zulüm, hak bilmezlik/hadsizlik, Allah’ın kullarını kul kılma girişimi, Allah’ın dinini kendi zan ve kuruntularıyla örten, engelleyen, yeryüzünü (ekini ve nesli) helak eden bir yer ve anlayış varsa orasıdır!

Daha önemlisi ve önceliklisi ise; ‘Mekke-Medine’dir! Eğer meseleye bütüncül bakacaksak, doğru oturup doğru konuşacaksak Mekke, Allah’ın razı olacağı ve istediği gibi bir hüküm, egemenlik ve idare altında olsa tüm bu yaşananlar, en azından bu boyutta yaşanır olmayacaktır. Bu manada Müslümanların yaşadıkları beldeler ‘İslam’ olsa ve kalsa yeryüzü inanın bir başka yer, esenlik yurdu olacaktır. Şimdi kalkıp kimse ‘su-i misalleri emsal olarak’ sunmaya kalkmasın! Sözün tam burasında ve merkezinden bir olgu olarak, Musa (as)’ın firavuna (bugün israil, batılı müstekbirler ve onların kuklası işbirlikçiler olarak okuyunuz) dediği; ‘Bu başıma kaktığın, israiloğulları’nı sömürmendendir (onları köleleştirmen, çalıp çırptıkların ve zulmündendir)!’ karşı cevabı gibi bir ahval içinde bunu söylüyoruz. Batının ‘medeniyet’ diye dayattığı heyula, tüm yeryüzünü sömürmesinden, köleleştirmesinden, çalıp çırpmasından (israil gibi beslemelerinden!) kaynaklanmaktadır.

Zaten peşinen inanıyoruz ki, inanan için, hakkıyla teslim olan, imanına zulüm karıştırmayanlar, hakkaniyete (hak ve hukuka) hakkıyla riayet edenler için bir kayıp söz konusu değildir, hiçbir hal ve vaziyette… Bunu biliyor, buna iman ediyoruz. Bizler için kulluğumuzu hakkıyla temsil ettiğimizde, ‘iki güzellikten biri’ (Tevbe 52) vaat edilmiştir, bu dünyada ‘vadedilmiş toprak’ mitine saplanıp dünyayı yalan ve talana, zulüm ve cürüme boğanların, ifsad edenlerin uğrayacağı akıbetin (ki umarız bu dünyada da bunu göreceklerdir, daha önce gördükleri gibi) aksine!

İngiliz ve Abd güdümü ve desteğinde bir işgaldir ki yıllardır, dünyanın gözleri önünde ve özellikle Müslüman coğrafyaya batırılmış bir hançer mesabesinde, Müslümanların harimi ismetine mütecaviz olarak bu terör atağı, türlü atraksiyonlarla ve son günlerde şeytana dahi pabucu dama attıracak vaziyette zulümlerine zulüm eklemekte, hiçbir had ve hudut tanımamaktadır. Sorun bu manada, bir israil sorunu da değildir sadece! Aklı ve vicdanı olanlara, ‘batı medeniyet’ ve sözüm ona değerlerinin birer uydurmaca, yutturmaca, kandırmaca olduğunu ve kan ve gözyaşı üzerine kurulduğunu, ‘Tek dişi kalmış canavar!’ betimlemesinin dahi handiyse hafif kalacağı bir cürüm ve vahşilik, yamyamlık, şeytanlık, ‘kel en’ami’ tarzının ‘belhüm edall’ vasfını hak etmiş bir tezahürü olduğunu, başka bir delile ihtiyaç olmaksızın göstermektedir, bu zulüm, baskı ve vahşilik. İnsan olana… Kalbi kör olmayanlara… Vicdanı körelmeyenlere… ‘Vahşi batı’ sözü bu manada ‘cuk oturuyor’! Düşünsenize ‘haçlı seferlerinden’, bunların birbirini dahi kırıp dökmelerinden, hırıstiyan dünyasına dönük de, kendi halklarının bir kesimine dahi yapıp ettikleri bilinip görüldükçe, nerde bunlardan ‘Müslümanlara’ karşı bir vicdan, insaf, iz’an, makuliyet bilmeleri, emniyet gözetmelerini beklemek… Zaten tüm Müslüman camiayı ve İslamî değerleri karikatürize edip terörle tanımlayarak kendi terör ve vahşetlerini sözüm ona bir kılıfa, meşruiyet zeminine taşıma çabaları sağırlara dahi işitecek, körlere dahi (kalpleri kör olmayanlarından) aşikar bir açıklık ve netliktedir. Neticede çözüm de, kendi göbeğimizi kesmek de, mevcut hal ve gidişattaki kötü, yanlış donelere bakıldığında bir ışık, yakın bir çıkış da görülemese de yine ‘Biz’e düşmektedir!

Gerçi terör banisi, faili, hamisi bu güruh, bu çılgınlığını, hadsizliğini, kandan beslenen yapısını batıl batılı destekçilerinden, sicilleri oldukça kirli, dünyayı (ekini ve nesli) talan eden, sömürgeci, emperyalist, insanlık suçunun cürmü meşhud faili müstekbirlerden mi almaktadırlar yoksa bizatihi tıynetleri, karaktersizlikleri bunu mu gerektirmektedir; muamma! Her ikisinden mütevellid desek yeridir. 

Bu betimleme aslında o güruhun tarihi süreçlerinden de okunabilir. Hz. Musa’ya yaptıkları, Hz. İsa’ya yaptıkları, söz dinlemez, had bilmez yapıları, peygamberlerini dahi öldürmekten sabıkalı, ahde vefa bilmeyen, sözlerinde durmayan, dünya tapıcısı, tek anladıkları dilin ‘güç’ olduğu, onları tanımlamanın bu sebeple çok da güç olmadığı bir taifeden söz ediyoruz.

Tam bir ‘kurtla kuzu’ hikayesindeki kurdun, makuliyet tanımayan, müstekbir ve müstağni yapısı var ya, tuğyan ve zulüm/vahşet evsaflı, aynen o yapı ve tıynetteler. (Aslında domuz ve maymunlar kılınmalarındaki ironi de bugün ayan beyan anlaşılmış olmalıdır!) Kuzunun makul hiçbir cevabı, onun kurt sofrasına meze yapılmasını engelleyememektedir. Karar verilmiştir! Kimi kime şikayet edeceksin?! Abd’si, birleşik krallığı, bm’si, ab’si aynı zulümle abad olmaya çalışmaktadırlar. Mahkemeyi de, yasalarını da (insan hakkı denen meretin; israilin hak(!) ve çıkarlarını korumak olduğu söylemini hatırlayalım!), savunmayı da kuran, yargıyı düzenleyip yargıçları da atayarak duruma vaziyet edenler onlar! ‘Güçlünün sözü’ cari şimdilerde, kurtluk kanunları hakim! Ta ki ‘Biz’ler ‘sözün gücüne’ teslim olup olanca imkanlarımızla, ona/O’na dönüp sarılana değin…

Roger Garaudy’nin ‘İsrail Mitler ve Terör’ kitabı konuyla ilgili çok kifayetli, aydınlatıcı ve süreçle günümüze ışık tutacak bir eserdir. Ne entrikalar çevirdikleri, kendi tebalarına dahi neler yapabildiklerini, şeytana pabucu ters giydirecek hile ve desiseler çevirdikleri, filmleri ile roman ve hikayeleri ile efsaneler ürettikleri, ellerindeki meta gücü ile aksi söylemleri nasıl bastırıp manipüle ettikleri inkar edilemeyecek açıklık ve netliktedir. Gören gözlere, işiten kulaklara… (Abd’nin Vietnam hezimetinden özellikle film sektörü ile devşirdiği ters imaj hatırlanmalıdır!)

İçte ‘Haaretz’ gazetesi özelinin, Tevrat Yahudilerinin ve bir kısım Hıristiyan camianın muhalefetleri de kısmen kendilerinden menkul olarak bir yaptırım doğurmamaktadır. Egemen oldukları sözüm ona kurumlardaki ‘veto’ları duymayan, bilmeyen yok! Keza Müslümanların ekseriyet oluşturduğu coğrafyalardaki ahalinin protestoları, iktidarların ayıya dalanmaktansa çalıyı dolanan söylemleri, resmi açıklamaları bırakın sadra şifa olmayı, onları daha bir cesaretlendirmekte, sadistliklerini pekiştirmekte, aldıkları vampir hazzını artırmaktadır! Filistinli kardeşlerimiz her daim şahitliklerinin/şehitliklerinin hakkını verirlerken, bizlerin bağırıtı ve çağırtıları, protestoları israilli kan emicilere tersinden ivme vermektedir! Esasen bu protestoların zeminini de, zamanlamasını da, yönünü de yeniden, ciddi olarak düşünmek, ona göre eylemlilik geliştirmek zorunluluğumuz da belli oldu artık! (Ya da inşallah süreçte belli olur!) Bizler oraya gıda yardımı, insani yardım(!), kampanyalar, protestolar, bir türlü amacına ulaşmayan (bir türlü top yekün ve kalıcı olarak uygulanamayan) batıl batının mallarına ambargo(!) peşinde sürüklenirken (karınca kararını ayrı tutuyoruz!) kardeşlerimiz şahitlik/şehitliklerine devam ediyorlar. Bu hengamede ‘ölen/öldürülen’ kim acaba?! İnanın hepimiz, ‘Biz’ öldürülüyoruz!

Bunların halden, dilden anlayacakları yok! İnsafa gelmelerini beklemek de beyhude! Ömerlerini, Selahaddinlerini bekledikleri bir vasattayız! Dedik ya, anladıkları tek şey güç’tür! Kuranî beyanla daha önce tahakkuk ettiği üzere! Şimdilerde herkes topu kendi aralarında yuvarlamakta, dar alanda kısa paslaşmalar yapmakta, top çevirme bitince top taça yuvarlanmaktadır. Ya da rafa kaldırılmaktadır; bir sonraki top seansına kadar! Gazlar alınıp havalar atıldıktan sonra, herkes kendi ücrasına çekilmekte, Filistinli kardeşlerimiz kendi ahvalleri ile baş başa kalmaktadırlar.

Bakınız kimsenin yüreğini açıp içine bakma niyetimiz de yok, amacımız da! Kimsenin niyetini sorgulayacak da değiliz! Herkes en azından karınca kararınca tarafının belli olması için bir duygu yoğunluklu da olsa duruş, düşünüş içinde. Bu şu vasatta anlaşılır da bir durumdur. Lakin işin içinde anlaşılmaz olan o kadar çok şey var ki, saymakla bitmez! Sorun bir coğrafya, bir işgal, bir terör olgusunun çok ötesinde. Öncesinde anlaşılması, açıklanması, ayıklanması gereken hususlar hiç de az değil! Sorun her ne kadar teolojik kurguya dayandırılsa da, işin altında ve üstünde başka çapanoğullarının olduğu da kesin; enerji politikaları, uluslararası her nevi meşru, gayri meşru sevkiyat (buna ticaret de diyorlar!), halkların, iktidarların, coğrafyaların ve devletlerin kontrol ve hizada tutulması gibi çalakalem akla gelenler sıralanabilir.

Pekiyi bu bir meşru gerekçe olabilir mi?! Göze göz, dişe diş diye uyarılmış bu taife ve arkasındaki suç teşvikçi ve destekçisi devletler için bir sebep beyanı, gerekçe arayışı söz konusu mudur?! (11 Eylül senaryolarının akabindeki işgal ve katliamlarını hatırlayalım, dahası hiç unutmayalım!) Yaptıkları, yapacaklarının teminatıdır bunların!

İşte bu sebeple yapıp ettiklerine şaşırıyor muyuz; asla! Sonuçlarına katlanmak, tezahürlerine yas tutup ağıtlar yakmak durumunda kalsak da! Ciğerlerimiz kanarcasına, göz pınarlarımız kururcasına üzülsek de!

Pekiyi süreçte aksi bir gelişmeden ümitvar olacak bir alamet, belirti, emare var mıdır onlar adına; yine asla ve kat’a! Ümidimiz her şeye hükmeden, her şeye gücü yeten, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve neticede hesaba çekecek olan yüce yaratıcımızdandır. O (cc)’nun buyrukları, va’d ve vaidi gereği imtihan olgumuzun gerek ve sürecindedir. O’nun son mesajı İslam’dan, ona hakkıyla teslim olup temsiliyetini layıkı ile gerçekleştirecek mü’min ve müslim kullarındandır.

Süreçte dillendirilen ‘ebabil’ olgusu, zulümde ayyuka çıkan, vicdanları zedeleyen cürümlerin handiyse arşı alaya ulaşması, hali hazırda Müslüman kitlelerin içinde bulundukları fikrî, zihnî ve amelî kifayetsizliklerin, ricalsizliğin (sayı olarak her ne kadar çok da olsak) ve mecalsizliğin bir tezahürü olarak görülmelidir. Bir nevi malumu ilam gibidir!

Hani ‘Her Müslüman bir tükürse israil taifesini sel alır, boğulur giderler!’ tarzındaki söylemin geldiği noktaya bakar mısınız?! Elle tutulur, yenilir-yutulur tarafı kalmış mıdır?! Acziyetin bu kadarısı fazla, çok fazla! Bizler derhal ve acilen ‘Allah, dinine yardım edenlere yardım eder’ buyruğunu hatırlamalı, teslimiyet ve temsiliyetimizi çok ciddi olarak gözden geçirip tashih ve tahkik etmeliyiz.

Bizdeki kadim ve meşhur(!), bir zamanların (şimdilerde evrildiği yer açısından) ‘başörtüsü’ meselesi gibi bir durumda addediliyor çoğunlukla ‘Filistin meselesi/Kudüs davası’!… Aşırı duygusallık, çoğunlukla hamaset, biraz hamakat ile, kopup yitirilen istikamet ve ‘ümmet’ olgusu adına sürdürülen, sürüncemede bırakılan, onunla ‘oyalanma’ demek biraz aşırı kaçabilir ve yanlış anlaşılabilir, ama avunulan, pay ve paye çıkarılmaya çalışılan bir derekeye indirgenmiş durumda maalesef! ‘Uzaktan bir şahitlik!’; her nasıl ve ne kadar oluyorsa!

Çözüme dair kabulü zor olsa da ‘Filistinlilerden kaynaklanan’ (en azından içteki farklı yapı ve algılar; Hamas, FKÖ yaklaşımları), ‘israilden kaynaklanan’ (hemen tamamı bu noktada düğümleniyor desek yeridir!), ‘uluslararası camiadan kaynaklanan’ (renk, doku ve destekleri ayan beyan ortada ve buna Arap ülkeleri/ligi ve İİT de dahil!) ve özelde ve ağırlıklı olarak ‘Müslüman camia, topluluk ve adının önünde ardında ne olursa olsun iktidar ve devletlerden kaynaklanan’ sebep ve sonuçlarla karşı karşıyayız. Duygu, hamaset ve realite demesek de ‘makuliyet’ konuyu farklı noktalara, sonuçları başka kapılara çıkarmaktadır. Buna da karar vermek durumundayız; peşin olarak tarafımızı deklare etmiş olsak da!

Elbette konuya, kavramlar temelli, tarihi süreç açısından da hayli eklemeler yapılabilir ve fakat bunlar acil çözüm açısından birer bahsi diğerdir.

Şehid Ahmet Yasin’in ‘Müslüman camiayı ilzam eden ‘şikayet’ arzı içimizi titretse, Rabbimize vereceğimiz hesabın ağırlığı (bu ‘çığlığı çok suskunluk’!) bizleri ürpertse ve ne yapacağımıza ne yapmayacağımıza dair ikircikli yapılarımız ümitlerimizi askıda tutsa, mazlum ve mağdurların durumu yüreklerimizi kanatsa, çaresizlik içimiz acıtsa da bu sayfa kapanmaz, bu böyle gitmez, gitmeyecektir! Zifiri karanlıkların ardı şafak değil midir? Her zorlukla beraber bir kolaylık ebette vardır! Şer bildiklerimizden hayır çıkabilir! 

Neticede; sorun öyle veya böyle, az veya çok ‘Biz’de!… Çözüm de!

‘RABBENA EFRİĞ ALEYHİM SABRAN VE SEBBİT AKDAMEHÜM FENSURHÜM ALEL KAVMİZZALİMİN, FENSURHÜM ALEL KAVMİ MAĞDUBİ ALEYHİM VELADDALLİN’ Amin

Mustafa Bozacı / İktibas Dergisi Kasım Sayısı