“Siyasal Şirk”

İslâm Dininin siyasi talepleri dinin tevhidilik prensibinin zorunlu sonucudur. Eğer din hayata müdâhil olmaz, yönetim işini zalimlere veya vahiyle hareket etmeyen kurumlara bırakacak olursa, emir alanının Allah’a tahsis edilmesi gerçekleşmediği için şirk ortaya çıkmış olur. Şirkin bu türüne siyasal şirk denilir ki en büyük temsilcisi Firavun ve onun gidişatını benimseyen tüm zalim yöneticilerdir.

İslamizasyon Politikaları Üzerine

Dünyanın farklı yerlerindeki bazı Müslüman ilim adamları ve hareket liderleri velayetle ilgili ayetlerden ve kıssalardan yola çıkarak siyaset fıkhı çalışsalar da bu çalışmalar bir proje niteliğinde değildir. İnsanı küfre karşı tavırlı olmaya ve teyakkuz hâlinde olmaya çağıran bu çalışmalardan yeni bir yönetim/siyaset usulü belirleyip tüm dünyanın sorunlarına çare olacak biçimde sistem çıkarmak mümkün değildir. İnsanın radikal damarlarını besleyen bu çalışmalar, henüz bir siyaset projesine dönüştürülememiştir. Diyeceğimiz, bu alandaki çalışmalar yeni sahiplerini beklemektedir. Şayet bu çalışmalar sonlandırılarak tüm dünyaya, özelde de Müslümanlara sunulmazsa siyasal arayışlarını batıdan yana yapan Müslüman gençleri itikaden de kaybedeceğiz. Bu kayıp kitlesel bir irtidattır. Siyasal tercihle başlayan bu değişim insanların hayatlarının bütün boyutlarına yansımaktadır. Fakat hiçbir Allah kulu bu değişimin itikadi boyutlarının hükmünü yüksek sesle henüz söyleyemedi. Cesaret edemedi.

Mektepli ve alaylı ulema(!) sanki dilini yuttu. Ülkemizin sözde uleması, insanımıza zorla dayatılan sonra da kurumsallaştırılan politeist hayat tarzına suskunluğu ile cevaz verme günahını işledi. Neticede insanlar, hem batılı bir dünya görüşü alınıp yaşanabilir hem de Müslüman kalınabilir yanlışına saplanıp kaldılar. Zaman zaman, referansını Yusuf Suresi 106. Ayetten alan “müşrik Müslümanlık(!)” diye ifade ettiğimiz durum tam bu anlayıştır. Şirkle imanı aynı kalpte biraraya getirmek. Hâlbuki Müslümanların yeni varlık alanları bulup zafere ulaşmaları bu hakikatin insanlara anlatılmasına bağlıdır. Meseleyi bilenler ya bu gerçeği hemen söyleyecekler veya sustukları için ahirette, ilmi gizlemenin lanetine ve acı sonucuna katlanacaklardır. Fildişi kulelerde lüzumsuz ve gereksiz tartışmalarla malumatfuruşluk taslamak tekliften kaçan niteliksiz kişilerin işidir. Kişi yüklendiği tekliflerin hakkını vermekle insaniyet makamına yükselir. Aldığı teklifin mahiyetini bilmeyen ve hakkını veremeyen insan bile değildir.

Ayetlerde beyan edildiği üzere İslâm, fitnesiz bir dünya kurmayı istemektedir. İnsanın haddini bilmeyip ilahi nitelikleri gasp etmeye çalıştığı ve kendini ilah yerine koyarak dünyada hüküm sürmeye başladığı her yer fitne ortamıdır. Allah’ın emirlerinin hayatın anlamlandırılmasında merkeze alınmadığı her siyasa fitne yurdudur. Bu anlamda fitne ortamı, tarihsel bir mekân olmayıp nitelikseldir. Fitne ortamlarında belirleyici olan “heva” dır. Fitne ortamının banileri insaniyet konumunun altına düşen tağutllardır. Tağutlara kulluğu tercih edenler ise onların siyasal egemenliğini besleyen zavallı yaratıklardır. Bu tip siyasalarda vahiy, hayatın anlam kazanmasında yok sayılmıştır.

Adı ister cahiliye olsun, ister modernitenin farklı yüzleri fark etmez. Hukukun referanslarının vahiy olmadığı yerlerde egemen olan “fitne”dir. Kur’an, Müslümanlardan fitne kalmayıp hayat Allah’ın emirleri çerçevesinde anlam kazanana kadar mücadele ve cihad etmelerini istemektedir.[1] Bu mücadele; küresel küfrün güdümündeki verili duruma, zulmün hâkimiyetine ve küfür merkezli statükoya karşıdır. Fitne ve fitnenin hâkimiyetine zemin hazırlayacak özellikler üzerinden siyaset yapanlara ve temsil edilen fikirlere değil içlerinde yer almak sempati duymak bile Kur’an’da yasaklanmıştır.[2] Bu hakikati en iyi bilen Peygamberimiz ve peygamberler zalim siyasette net tavırlı olmuşlardır. Küfre ve değişik biçimlerine bir an bile itaat etmedikleri gibi hemen alternatif siyasetin kurallarını da ortaya koymuşlardır.

Risalet davasında, velayeti teslim ederken veya teslim alırken “ehven-i şer” anlayışı yoktur. Zira Peygamberin ve davetinin var olduğu yerde hayır kapısı mutlak anlamda kapanmamıştır. Hayır kapısının açık olduğu yerlerde ehven-i şer siyaseti yapılmaz. Resulullah, kendisine Mekke kodamanları tarafından ehven-i şer siyaseti teklif edildiğinde kabul etmemiştir. Zamanımızda Peygamber Efendimiz fiziken olmasa da getirdiği vahiy ve bu vahyin yaşanmış biçimi olan sünnet sapasağlam varlığını korumaktadır. Kıyamete kadar da bakidir. Unutulmamalı ki hayır kapılarının ihtimalli bile olsa, açık olduğu yerlerde “ehven-i şer” siyaseti üzerinden kâfirlere iktidar yolu açılmaz. Bu kapı bir defa açıldı mı bir daha kapanmaz ve küfrün iktidarları devam ederler. Çünkü küfrün “Bel’am”ları zalim siyasetin devamını uydurma dinlerle besleyen din istismarcılarıdırlar.

Daha açık bir ifadeyle, Müslümanlığının şuurunda olan kimseler varsa, hayır kapıları her an açıktır; ehven-i şer siyasetine mahal yoktur. Hayır kapısını açmayı zorlamadan ehven-i şer siyaseti üzerinden verili batıl siyasete; emperyalizmin sağ ve sol yerli uygulamasına razı olmak kötü sonuçlarını bile bile mevziyi terk etmektir. Dünya Müslümanlarının yaşadığı tecrübeler ehven-i şer üzerinden yerlerini terk edenlerin bir daha eski güçlerine dönemediklerine şehadet etmektedir. Ehven-i şer siyaseti mutlak şerre nefes alma ve yapılanma imkânını verir. Böyle bir siyasette sadece İslâm düşmanlarının ve dine karşı olanların sayıları artar. Özelikle ülkemizdeki din düşmanlarının sayısını yerli sağ siyaset ve emperyalizmin taşeronluğunu yapan liberal politikacılar artırmıştır. Onların münafık eylem ve söylemleri yüzünden bu ülkenin binlerce evladı gerçek dinle tanışamadan ölüp gitmişlerdir. Ülkemizdeki plânlı din istismarcılığı veya islamizasyon politikaları din düşmanlarının sayısını daha da çoğaltmıştır. Bu anlamda fitne çıkaranlar/küfrün farklı biçimlerini kurumsal hâle getirenler melundurlar.

Kur’an ve sünnet İslâm toplumunu oluştururken belirli bir yapıdan ziyade ilkeler üzerinde durmuştur. İşin sonunda ilkelerden ve özgünlükten hareketle İslâm’ın yönetim şekliyle alakalı elbette bir isim konulacaktır. İndirgemeci ve kompleksten uzak olan bu isim herhâlde İslâmî yönetimdir. Şunu da unutmayalım ki Müslümanlar yükselen değerlerin gölgesinde dinleriyle alakalı siyasal yorumlar yaptıkları için başta kendi gençlerinin siyasal bakışlarını kaygan bir zemine oturtmaktadırlar. Bu yaklaşımın neticesinde Müslümanlar ideolojik düşüncenin etki alanına atılmaktadırlar.

Hayata ideolojilerle anlam veren fakat çok dar bir alanda Müslüman(!) kalan kişilerin parçalanmış imanları, gerçekten Müslümanlık mı? Biz burada zalim siyasetin itikadi alanı yok etmesine veya parçalamasına dikkat çekmek istiyoruz. Şayet ilkeler bazında konuşacak olursak Müslümanlıkta yönetimin temel prensipleri; tevhid, adalet, ilim, istişare, özgürlük, özgünlük, ahlak, fıkıh, emanet, çözüm, kifayet, liyakat, plân ve programdır. Bunları elbette çoğaltmak mümkündür ama tek başına “tevhid” ilkesi bile hakkı verildiğinde yönetimin kimliği ile ilgili en belirleyici ögedir. Siyasal bağlamda tevhid, yönetimde iş yaparken hiçbir zaman Allah Teâlâ’yı dışta tutmamaktır. Her işte Allah’ın rızasını ve taleplerini gözetmektir. Allah’sız bir iş yapmamaktır. İslâm Dininin siyasi talepleri dinin tevhidilik prensibinin zorunlu sonucudur. Eğer din hayata müdâhil olmaz, yönetim işini zalimlere veya vahiyle hareket etmeyen kurumlara bırakacak olursa, emir alanının Allah’a tahsis edilmesi gerçekleşmediği için şirk ortaya çıkmış olur.

Şirkin bu türüne siyasal şirk denilir ki en büyük temsilcisi Firavun ve onun gidişatını benimseyen tüm zalim yöneticilerdir. Siyasette vahyi hesaba katmayan idarecilerdir. Bu anlamda tarihsel yönü bir tarafa firavun, bir sıfat olarak tüm zalim ve küfür yönetimlerinin ortak adıdır. Müslümanlardan istenen firavnî sistemlere karşı “Musa” olmalarıdır. Kur’an böyle bir “Musa” çıkarmanın önemini kıssalar içerisinde vermiştir. Bu anlamda her Müslümanın empatik ve canlı Kur’an okumalarla yaşadığı ortamın fıkhını yaparak karar verir ve çalışma alanının plânını yapar. Şayet yapamıyorsa istikamet üzere olan hareket önderlerinin safında yerini belirler. Firavni yapılanmalarla mücadelesinin bireysel veya toplumsal karşı olum fıkhını ortaya kor ama zulme razı olmaz. Değil razı olma sempati bile duymaz. Zira zulmün varlık alanı bulduğu yerlerde cihad ve siyasal değişim fıkhını bilmek farz-ı ayındır. Böyle bir fıkhı bilme hususunda ilim adamlarına önemli görevler düşmektedir. Esefle belirtelim ki bizim ilahiyat alnındaki bazı ilim adamlarımız, İslâm’ın siyasal taleplerini Kur’an ve Sünnetin ruhuna uygun biçimde ve kendi özgünlüğünde dile getirmemektedirler. Hatta daha da ileri giderek hangi verili durum olursa olsun ona itaat etmeyi ahlakilik bile saymaktadırlar.

İslâmî yönetimde, idareciler emanetçidirler ve yönetimin merkezinde İslâm vardır. Her şey dine arz edilir. Dinden onay alan şeyler meşruiyet kazanırlar. Dinle çatışanlar ise gayr-ı meşrudurlar. Bu anlamda Kur’an, dinen meşruiyet ifade etmeyen kötü nitelikli kimselerle siyaset yapmayı yasaklamıştır. Kur’an’ın ortak siyaset yapmayı yasakladığı ve velayet hakkının devredilmesini istemediği kişiler şunlardır: Haddi aşanlar,[3] fesatçılar,[4] kâfirler,[5] zalimler,[6] böbürlenip övünenler,[7] günahkârlar,[8] çirkin ve kırıcı söz söyleyenler,[9] fesat çıkaranlar, bozguncular,[10] israf edenler,[11] kibirlenenler,[12] hainler[13] ve şımarıklar.[14] Hz. Peygamber’in yönetimini ve başarısının nedenlerini araştırırsak görürüz ki onun önderlik halkasında yukarıda saymış olduğumuz kötü niteliklerle bezenen hiç kimse yoktur.

Peygamber Efendimiz Kur’an’ın onay vermediği kimseleri öne alarak siyaset yapmamış ve toplumu bu yıpranmış insanlar üzerinden irite etmemiştir. Resulullah’ın önderlik ve yönetici kadrosu geçmişleri sabıkasız ve ahlaken çok donanımlı karizmatik kimselerden oluşmuştur. Böyle bir anlayış yeniden ihya edilerek Müslümanlar için belirleyici ölçü hâline getirilecek olursa yeniden kurtuluş ve kalkınma dönemleri başlayabilir. Bunu zaman gösterecek ama İslamizasyon politikalarını Müslümanlıkla karıştıran basiretsiz insanlar İslâm’ın siyasal pratiğine herkesten çok karşı çıkarlar. Şayet Müslümanlar verili durumun etkisinde kalıp sağ ve sol jargonu kullanarak siyaset yapacak olurlarsa dünya sisteminin bir parçası olurlar. Zaten dünya sisteminin istediği de budur.

Esefle belirtelim ki Müslümanlar; Kur’an ve Sünnetten yeni bir siyaset dili oluşturamadıkları, velayetle ilgili ayetlerden mülhem bir yönetim projesi hazırlayamadıkları, geçmişin imamet ve hilafetle ilgili görüşlerini hakikat adına dondurdukları, tarihi müktesabatlarını kurumsallaştıramadıkları, İslâm’ı dünya sisteminin alternatifi hâline getirme bilincini kaybettikleri, yükselen değerlerin etkisinde kalarak indirgemeci bir yolu tercih ettikleri, Müslümanlığın genişlik boyutunu yeterince kavrayamadıkları, politikaya kendi çıkarları açısından pragmatik baktıkları ve zulümle hesaplaşma bağlamında şecaatlerini kuşanamayıp korkak davrandıkları için siyasi anlayışlarını vahiy zeminine oturtarak yenileyemediler. Dünya ticaret merkezi eksenli firavni sisteme ne teorik ne de pratik anlamda alternatif de olamadılar.

Alternatif siyaset kurumu oluşturamadıkları için zımnen firavni sistemin varlığına ve devamına onay vermiş oldular. Anlayan ve işin şuurunda olan Müslümanlara göre bu pasif duruş ağır bir vebaldir. Bu vebalin altından kalkmanın birinci basamağı siyasal şirke karşı tavır almak, ikinci basamağı ise vahiyden mülhem yeni bir siyaset projesi hazırlayıp kurumsal hâle getirerek Müslümanları ve sonra da bütün insanlığı siyasal şirkin sultasından kurtarmaktır.

[1] Bak: Enfal 8/39 [2]Bak: Hud 11/113 [3] Bak: Maide 5/3,87 [4] Bak: Bakara 2/205 [5] Bak: Âl-i İmran 3/32;Rum 40/35 [6] Bak: Âl-i İmran 3/57,140 [7] Bak. Lokman 31/18 [8] Bak: Hac 22/38 [9] Bak: Nisa 4/148 [10] Bak: Maide 5/64 [11] Bak: Enam 6/141 [12] Bak: Nahl16/23 [13] Bak: Maide 5/58 [14] Bak: Kasas 28/76

Mepa News / Mehmet Sürmeli