S. Öğün: Medeniyet Çıkmazı  

Bir medeniyet inşâsı ihtimâlini içinde taşıyan yegâne potansiyelin İslâmiyet olduğunu düşünenlerdenim. Bu potansiyeli görmek için Müslümân olmak bile gerekmez. Ehl-i nâmus herkes bunu görebilir. Bizzât ismi “barış” mânasına gelen başka bir din yok.

Medeniyet monadolojisine inanmam. Hiçbir medeniyet, yek diğerinden kopuk değildir. Medeniyetlerin orijinalitesi veyâ saflığı târihsel olarak mümkün görünmez bana. Bu bakışı ayrıca çok da kompleksli ve kısırlaştırıcı bulduğumu söyleyebilirim. Ama modern dünyânın inşâsında bu analitik -monadolojik medeniyet görüşü maalesef esas alınmıştır. Bunu başlatanlar da modern dünyânın hâkim güçleri olmuştur. Batı medeniyetini medenî olmanın olmazsa olmaz şartı hâline getirenler; dışlayıcı bir tarzda ilkel-medenî farkından bahsedenler onlar olmuşlardır. Batı medeniyetini evrensel medeniyet olarak takdim etmek ve diğer medeniyetlerin mensuplarına bu medeniyetin normlarını dayatmak medeniyetler târihinin çeşitliliğine ve eşdeğerliliğine indirilmiş ağır bir darbeydi. Bunun akabinde medeniyet tartışmalarını artık tabiî süreçler ve etkileşimler değil, kompleksler idâre etmeye başladı. Tabiî olan kültürel karşılaşmalar ve komplekssiz etkileşimler üzerinden medeniyetlerin etkileşimi ve başkalaşmasıdır. Bu da bir zenginleşme alâmetidir. Bir farka işâret etmek yerinde olacaktır. Kültürel gerilimler târihte zaman zaman yaşanmıştır. “Yabancı” olan ile rastlaşmalar, ister bireysel, ister topluluksal seviyede olsun, güncel olarak çeşitli rahatsızlıklar, dışlamalar, hattâ gerilim ve çatışmalar doğurabilir. Ama “medenî” durum bu “güncel” çatışmaların “târihsel” seviyede hâllini ifâde eder. Şahsî kanâtim o dur ki, kültürler tek başlarına medeniyet üretmez; kendi hâline bırakılırsa çatışmaları kışkırtmaktan başka bir işe yaramaz. Medeniyet inşâsı ise kültürel çatışmaların üstesinden gelinebildiği durumlara işâret eder. Modernliğin insanlığa verdiği zarar, medeniyetin bir târihsel fırsat ve imkân olarak zayıflatılmasıdır.

Medeniyeti maddî olanla özdeşleştirmek veyâ tersinden kültürelleştirmek , modernliğin iki sakat boyutudur. İlki yanlış değildir. Medeniyet her şeyden evvel, coğrafya, iklim gibi tabiî mânâda, daha sonra da ekonomi seviyesinde madde bir olgudur. Ama bununla sınırlı kalmaz; maddî olandan maddî olmayan alana doğru evrilir. İkincisi, yâni medeniyeti gayrı maddî hususlara indirgemek ise külliyen sıkıntılıdır. Bu iki zıt, ama eş derecede sakat bulduğum bakış, modern dünyâda medeniyet inşâsını hayli zora sokmuştur. Kültür kavgalarından muzdarip bir insanlık artık modern dünyânın karakteristik niteliklerinden birisi hâline geldi. Çünkü medeniyet kavramının mutlak mânâda “maddîleştirilmesi” veya tersinden “kültürelleştirilmesi“ bir medenî durum oluşturmayı neredeyse imkânsız bir hâle getiriyor. Mahatma Gandhi’nin, kendisine Batı medeniyeti hakkındaki görüşlerini soran gazeteciye ironik bir şekilde “Vallahi iyi bir fikir olabilirdi” tarzında cevap vermesi de aslında bu durumu anlatıyor. Evet, târihte her zaman kültürel savaşlar yaşandı; ama Huntington gibilerin fütursuzca ilân ettiği “medeniyet savaşları” gibi topyekûn bir davâlaşma modern dünyanın işi olsa gerekir.

Bugün Batı’nın artık bir medeniyet inşâ etmek iddiası kalmamıştır. Evet hâlâ “insanlık”, “medeni dünyâ”, “hukuk”, “demokrasi” vb alışıldık söylemleri duyuyoruz. Ama bunlar artık inandırıcılığını büyük ölçüde kaybetti. Irak’ı kurtaracağız, demokratikleştireceğiz deyip yüzbinlerce insanı katleden ve aradan geçen 30 senede harâbeye dönmüş bir Irak bırakan Batı’nın ne inandırıcılığı olabilir ki? Bu sâdece tek bir misâl. Daha neler var?

Bir medeniyet inşâsı ihtimâlini içinde taşıyan yegâne potansiyelin İslâmiyet olduğunu düşünenlerdenim. Bu potansiyeli görmek için Müslümân olmak bile gerekmez. Ehl-i nâmus herkes bunu görebilir. Bizzât ismi “barış” mânasına gelen başka bir din yok. Diğer taraftan İslâmiyet dışında kalan inançların tekmili, dinlerini kendi topluluklarıyla sınırlı tuttu. Yahudilik bunu bir de kan esâsına bağladı. Evet, Hristiyanlık kapılarını Hristiyan doğmamış olanlara açık tutuyor; ama Hristiyan olmayanlara ve olmak istemeyenlere ise kapılar kapalı. Tolerans ise hep bir lûtuf perdesine takılı kalıyor. Hepsinin kendi iç hukukları (şeriat) var. Ama “başkalarının” hukuku umurlarında değil. Sâdece İslâmiyet başından beri “kendisinden olmayanların” hukûkunun endişesini taşıdı. Bugünlerde anlaşılmayan ve ihmâl edilen de onun bu niteliğidir. Tebliğ dışında zorlamayı kesin bir şekilde yasaklaması İslâmiyetin en büyük hassasiyetidir. Aliya İzzetbegoviç, savaşın en acımasız yaşandığı zamanlarda etrafına toplanmış askerlerine defâlarca kin ve nefret duygularına teslim olmamaları husûsunda îkâzlarda bulunuyor ve ekliyordu: Sizin kanınızı dökmeye and içmiş bu zâlimlere bir borcunuz olduğunu unutmayı: O borç adâlettir; âdil olmaktır. Aliya bunu çok hümanist olduğu için değil, inanmış bir Müslümân olduğu için söylüyordu. Aman savaşırken bile medeniyetler savaşına âlet edilmiş olmayalım.. İnsanlığın medeniyet umudunu yok etmeyelim… Barış dînînin bayramı herkese mübârek olsun…

Yeni Şafak / Süleyman Seyfi Öğün